Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
DEVAM AYLAK BİLGİ Tahir M. Ceylan meceylan@crsm.net Dolly şanslı klonlardan biriydi. Gözlenen iki önemli hatası vardı. Biri erken yaşta gelişen artrit hastalığı, diğeri ise hücrelerindeki telomerlerin normalden kısa olmasıydı. Telomerler kromozomların ucunda bulunan DNA parçalarıdır ve hücrenin yaşına ilişkin bilgi veren biyolojik bir saat gibidir. Genel olarak bir telomer ne kadar kısaysa hücre o kadar yaşlıdır. 6 yaşındaki bir dişi koyunun klonu olan Dolly’nin telomer boyları, bir bebek kuzununkinden çok biyolojik annesininki kadar kısaydı. Dolly’nin kısa yaşamının kısalmış telomerlerinden kaynaklanıp kaynaklanmadığını hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz. Wilmut ve ekibi 2003yılında, koyunlarda yaygın görülen bir viral enfeksiyona bağlı olarak akciğerinde kanser gelişen Dolly’yi uyutmaya karar vermişlerdi. Otopside kanserin dışında her şeyin normal olduğu görüldü. Klonların hasarlı olması –hasar ne kadar küçük olursa olsun yalnızca insan klonlanmasına karşı olan bilim adamlarının elini güçlendirdi. Jaenisch çalışmalarına dayanarak insan klonlamanın söz konusu edilemeyeceğini ileri sürüyor. "Güvenilir bir şekilde insan klonlanacağına inanmıyorum" diye konuşan Jaenisch, "Bu teknolojik bir konu değil. Bu biyolojik bir engel. Normal bir embriyonun metilasyon düzeni klonlamada uygun bir şekilde yeniden kurgulanamaz" diyor. İnsan bugün her yöne doğru altı milyar oynar ayağı olan bir dev gibi davranmaktadır. İnsan Neden Böyle? Bu soruyu sorarken şunu kastediyorum: Biz neden bu fiziki yapıda, birbirine ilişik davranışta ve bu birleşik ruhta yaratıklarız? Neden insan çoğu memeli gibi iki gözlü, iki kulaklı, tek ağızlı ve dört ayaklıdır? Canlıların yapılma şekli aslında basittir, mesela fiziksel olarak birbirinden çok farklı bitki kanı klorofille hayvan kanı hemoglobin birbirinin tıpatıp aynısıdır, aradaki tek fark iki molekülün tam ortasında birinde demir, ötekinde mağnezyum vardır o kadar. Hayat detaylardaki inceliğine rağmen, bir tasarım olarak basittir. Bir elin tutuşuyla, bir lalenin kapanışı, bir insanın ihtiyarlamasıyla bir ağacın kuruması, sümüğün külliyen boşanmasıyla, yağmurun sicim gibi yağışı, bir kasabın eti parçalamasıyla, bir kaplanın avını paralaması, gezegenlerin ve elektronların dönüş şekilleri, bir bulutun yağmuru yüklenişiyle, bir havlunun suyu çekişi arasında fark yoktur. Her şey birbirine o kadar benzer ki, çok ayrı görünenler bile aslında içlerinde birbirlerini taşır, Donizettti Paşa’nın Mecidiye marşıyla mesela Dede Efendi’nin "Üftedanım ey bi vefa"sı arasında dahi sıkı çağrışımlar vardır. Topu topu sekiz on düzine elementten yaratılmış evren de, kurulan her sistem bir başkasına entegre olmak zorundaysa, nesnelerde ve olaylarda ne kadar farklılık yaratılabilir ki zaten? İnsanın fizik yapısının belirlenmesinde, bir örnek olsun diye kanatsızlığı tartışalım. Saatte binaltıyüz kilometre hızla dönen bu kürenin üzerinde kuşlar, o kadar da mütevazı sayılmayacak bir hızla uçabildikleri halde acaba neden dünyaya hâkim olamamışlardır? Uçmak çünkü canlıya her yönden avantaj sağlayan önemli bir beceri olsa da beslenme ve doğurma havada değil yerdedir. Beslenmek için illa birisini yenmek gerekir, hele bir de yanına üremeyi koyarsanız bu sefer iki defa yenmek gerekli olur. Aslan, kaplan, insan gibi biyotopa hâkim canlılar, aşağı yukarı elliiki yüz kilo arasında olup her canlıyı yenmek için yeterli bir bedene sahiptirler. Ancak bu büyüklükteki bedeni, pençesi ve sivri dişi olan canlılar kırk elli kilometrelik bir biyotopun her köşesini güvenle dolaşabilmekte, beslenme çeşitliliği sağlayabilmekte ve kendini koruyabilmektedir. Ve belki de ancak bu bedensel büyüklüğe sığan organlar beynin daha fazla gelişmesi için bir altyapı hazırlayabilmektedir. O zaman biyotop hâkimiyeti için bu bedensel yapı şarttır ve fakat optimum büyüklük bu olunca bu kadar ağır bir bedene yazık ki kanat takmak mümkün olmamaktadır, dünyanın hâkimi insanlar bunun için kanatsızdır. İnsan bugün her yöne doğru altı milyar oynar ayağı olan bir dev gibi davranmaktadır. Bu devin koordinasyon içinde davranabilmesi için iletişim şarttır, telefonlar, internet, bunlar devin eşgüdümle adım atması için gerekli olan donanımdan başka bir şey değildir. Tabiatın canlılardan en çok istediği şey anında saldırmak ve derhal kaçmaktır, bunlar ertelenebilen ve bölük pörçük yapılabilen şeyler değildir. İletişim, topluluk halindeki insan için saldırıdaki "timing"i, kaçmaktaki derhalliği sağlar. İnsanın gücünün anında toplanmaktan, zamanında dağılmaktan geldiğini söyleyebiliriz. Doğada gerçekten de daha çok sürüler halinde yaşayan canlılar ayakta kalmış gibidir; balıklar, kuşlar, karıncalar hep böyledir. Tek tek yaşayan kaplanlar eğer teknolojik bir devrim yaratsalardı, belki uçak kullanırlardı, ama telefon asla! Canlı çünkü istidadı neyse o yöne zorlar kendini, aynen Lizst’in çocukken, parmakları piyanonun tuşlarına kısa geliyor diye, usturayla parmak aralarını kesmesi gibi; onun istidadı müziksiz yaşamaya yetmemiştir, aynen insanın istidadının yalnızlığa elvermemesi gibi. İnsanlık bütünlüğü olan bir organizmaysa, insanlar da o bütünün ilişkiye zorunlu organlarıdır şüphesiz. İnsan sanılanın aksine kendini öyle çok geliştirmemiştir, sadece dünyayı iyi öğrenmiştir, okullar, kitaplar, sözü dinlenen yaşlılar, koskoca kitapları yutan kafalar hep bunun içindir: Yok olmaya karşı derin biçimde korkma ve ona karşı kat kat savunma. HASTALIK TEDAVİSİNDE KLONLAMANIN ROLÜ Jaenisch ve Wilmut insanlarda görülen hastalıkların tedavisinde klonlamanın çok büyük yarar sağlayacağına inanıyor. Wilmut ve diğerleri halihazırda inek, koyun ve domuz hücresi yarattılar. Bu hücreler genetik olarak elden geçirilerek yararlı insan proteinleri üretmeleri sağlandı. Daha sonra bu hücreler klonlanarak canlı hayvanlar yaratıldı. Burada amaç, hayvanların ürettiği sütten hedef proteinleri elde etmekti. Bu yaklaşımın hastalar için güvenilir ve sürdürülebilir bir tedavi olanağı sağlaması için bir 10 yıla daha ihtiyaç duyabiliriz. Ayrıca bu yöntemin başarılı olacağına dair bir garanti de söz konusu değil. Ancak Wilmut’un işaret ettiği gibi kimse Dolly’nin 10 yıl önce sıcak bir temmuz gecesi tarih yazabileceğini tahmin etmiyordu. Reyhan OksayKaynak: Time, 10 Temmuz 2006 İstanbul planından önce İstanbul insanı Baytarafı 67. sayfadan kat olumsuz bir kültürel performans söz konusudur. Sayıların niteliksel içeriklerini de değerlendirecek olursak kuşkusuz daha da şaşırtıcı tablolarla karşılaşırız. TARİHE SAYGI NEREDE Devlet kurumları, insanları sarıp sarmalamak, uygarlığın, demokrasinin ve özgürlüğün yeşereceği kenti onlara sevdirmek durumundadır. Geleceğin asıl temeli budur. İnsani gereksinimler yalnızca yol, su, elektrik, barınak ve karın doyurmak olarak tanımlanamaz. İnsanlara kenti sevdirmenin, onları uygarlığa davet etmenin planı bunlarla sınırlı değildir. Çevre ve insan odaklı planlama anlayışı, bu duyarlılık ve endişeyle başlamalıdır. Yoksul göçmen için kent bir hapishane olabilir. Ev, otobüs, iş yeri, kahve arasında yaşayan, karnı ancak doyan, çocuğunu okutamayan, hastaneye gidemeyen insanlar sağlıklı bir kentsel planlamanın öznesi hiç olamamaktalar. Aksine, insan yerine bina ve yol düşünen "uzman"ların kurbanları olmaktadırlar. Kuşkusuz bu da bir kentsel tasarım yaklaşımı olarak görülebilir. Ancak, sağlıklı bir kent böyle kurulamaz. Sadece gelecek felaketlerin temelleri atılabilir. İstanbul’u bilmeyen, kamusal alanı tanımayan, hiç görmemiş, her an bir ezikliğin içinde yaşayan, eğitimi ve kültürü amaç olarak görmeyen bir insan İstanbul’da ne kazanır, ne kaybeder? Halkın bu koca kentin tarihi ile buluşamadığını, onların temsilcileri olan belediyelerin uygulamalarından anlıyoruz. Tarihi imgeleri propaganda aracı olarak kullansalar da, tarihe karşı saygılı olduklarını gösteren bir eser yok ortada. Hatta belki, öyküler ve resmi tarih dışındaki tarihle de ilgileri yok. Önce insandan, sonra yetişmiş çağdaş insandan, özgür insandan, sonra tarihi kimliğinin bilincinde olan insandan, ve giderek kendisine saygı duy(ul)duğu için yalanla avutulamayan insandan başlayan ve "kendine yeterli kent" imgesine dayalı bir planlamayı hayal olmaktan çıkartmak gerek. Michael Sorkin, ABD’de City Collge of New York’da Şehircilik Lisansüstü Programı’nın başkanıdır. Mimarlık ve kent üzerine eleştirileri bulunan ünlü bir mimardır. ‘From New York to Darwinism : Formulary for a Sustainable Urbanism’, Ed. E. Charlesworth, City Edge, Case Studies in Contemporary Urbanism, Oxford , 2005. CBT 1013/14 18 Ağustos 2006