02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

TARTIŞMAMEKTUP GÖNÜLDEN BİLİME Ahmet İnam Sen, dilden, düşünceden önce olan! Yüce bilgem, bedenim! Sen bana sahip olmadıkça, ben sana sahip olamıyorum, anladım. Yetmez. Seni anlamak için daha zamana gereksinimim var Arda Denkel’e yıllık mektup ÖZÜR: “ Geçen hafta yayımladığımız ancak dizgi yanlışları, tekrarlarıyla anlaşılmaz hale gelen yazıyı tekrarlıyoruz. Sümer Gürel evgili Arda, Bu kez "yıllık mektubu" biraz gecikmeli olarak yazıyorum; ancak bildiğin gibi gecikme nedeni "ihmal değil, araya giren ufak bir ameliyattı. Neyse ki ucuz atlattım ve yine günlük uğraşlara demek haftada iki gün MSÜ ve YTÜ’de Planlama Felsefesi derslerine, okumaya ve yazmaya devam ediyorum. Gelelim dünyada ve Türkiye’de olup bitenlere: Dünyada benim bir türlü bitiremediğim, galiba bitirmek de istemediğim şu "İnsan İnsanın (Niçin) Kurdudur" başlıklı kitabımda kaleme aldıklarımı, maalesef, haklı çıkaracak edimler ve olaylar gitgide çoğalıyor. Zenginler alemi, patolojik bir tutku içinde sadece enerji ve doğal kaynakları sömürmek adına gariban Üçüncü Dünya halklarını yok etmekle yetinmeyip, "tabiat ana"mızın da sonunu hazırlamakta birbirleriyle yarışıyorlar. Bana göre en acıklı olanı da, başta "aydınlanma"yı başlatan Fransa olmak üzere, insanlık tarihinin genç evlatları olan "uygar" Avrupa ülkelerinin bu insanlık dışı edim ve olaylara seyirci kalmaları, hatta çıkar uğruna bizzat katılmaları… Dünyanın sonu (tarihin sonu değil) bundan 10 yıl kadar önce ilgili doğa bilimciler tarafından 100 yıl olarak öngörülüp, "ekolojik alarm" verilerek ilan ediliyordu. Son 34 yıldan beri süre kimilerine göre 50 (canlı türlerinin yok oluşundan, doğal afetlerin özellikle de buzul erimeleri sonucu okyanusların yükselmelerinin hızla artışı sonucu) kimilerine göre daha da kısa (örneğin Fransa 2025 adlı belgesel filmin iletileri vb.) bir zaman dilimine indirgenmektedir. Türkiye’mize bu çerçevede bakarsak bırak yukarıda özetlediğim çok ciddi evrensel sorunları, yarınımıza dönük doğru ve dürüst bir söyleme ya da eyleme tanık olmadığımızı söyleyebilirim. Çağdışı dünya görüşünü yaşama geçirmekte ısrarlı siyasi kadrolar, uzun yıllar önce rahmetli Prof. Hilmi Ziya Ülken’in belirttiği gibi "laiklik ile şeriat tartışmaları içinde sıkışıp kalmış" ülke insanlarına yol göstermekten aciz durumdadırlar. Pek çok cana, eziyete, çabaya, emeğe, özveriye mal olmuş bir "Aydınlanma Anıtı"nı tahrip etmek için kör cehaletin tüm olanakları seferber edilmiş durumda Ardacığım. Amma… hemen üzüntü ve düş kırıklığını hafifletecek iletilere geçeyim de umutlarımızı yitirmeyelim. Özelikle "dip dalgası" olarak betimlenen genç ve yaşlı aydınların gitgide örgütlenen atılımlarından söz etmeliyim. Gazetemiz Cumhuriyet’in Cumok’cuları özellikle "Tehlikenin Farkında mısınız?" uyarısıyla başlattıkları Anadolu’yu karış karış gezerek kitleleri uyandırma misyonu gerçekleştiriyorlar. Kimi STK’lar (ÇYDD – ADD vd.) nicelik açısından çok büyük gözükmeyen ama nitelik ve anlam bağlamında olağanüstü örnek oluşturan güzel işler yapıyorlar. Sözgelimi ülkenin en az gelişmiş yörelerinde kız çocuklarını eğitmek gibi… Senin dalında (geçen yıl kısaca değindiğim gibi) çok olumlu, ileriye dönük umutlar vaat eden gelişmeler oluyor. Örneğin felsefe konulu toplantılar, yarışmalar ve buluşmalar gün geçtikçe artıyor ve katılımcılar çoğalıyor. Özellikle lise gençleri arasında felsefeye ilginin artışı sevindirici… Bu arada ortak dostumuz Orhan Bursalı’nın benim çok önemli bulduğum bir girişimine değinerek mektubu toparlamak istiyorum izninle. Bir ay kadar oluyor, Sayın Bursalı CBT’deki Gündem Sayfası’nda biz aydınların günümüz ve geleceğin ‘bilgi toplumu’ndaki yerini, rolünü ve sorumluluklarını kısaca açıklayan bir yazı yayımladı. Ben kişisel olarak bu iletiyi çok yerinde, doğru saptamalara dayalı, bizleri uyaran ve göreve çağıran toplumbilimsel bir görüş olarak algıladım. Dolayısıyla iletinin yaygınlaşmasında ve çok daha geniş kitlelere yayılarak tartışılmasında büyük yarar görmekteyim. Sosyal Felsefe terimleriyle özetlemek gerekirse "Karl Marx’ın formüle ettiği sermaye ve emek ya da patron proleter ilişkilerine dayalı sanayi toplumu kurgusu, özünde değerinde bir şey yitirmese de günümüzde derli toplu biçimde yeniden formüle edilmek durumuna erişmiştir. Bu "reformülasyon" hiç kuşkusuz yeni konumuyla ‘bilgi toplumu’ndaki ilişkileri irdelemek zorundadır. Bu ise tüm aydınların ‘bilgi işçisi’ (sanayi işçisi yerine geçmek üzere) statüsünde olduklarının bilincine erişmelerini gerekli kılmaktadır. Buna göre ‘bilgi’yi elinde tutanlarla (ben bunlara ‘bilgi patronları’ demek istiyorum) onu yaratan üretenler, yani ‘bilgi işçileri’ arasında evrensel ve yerel ölçeklerdeki ilişkiler, giderek duyarlılığı artacak sosyal dengelere dayanmak durumundadır. Gördüğün gibi sevgili Arda, insansever, barışsever, yurtsever aydınlar (dip dalgası katkılarıyla) çoğaldıkça geleceğe dönük umutlarımız da yeşerecektir; buna inanıyorum. Önce ‘hocan’ sonra da ‘öğrencin’ olmakla hep gurur duydum ve onu yitirmedim. CBT1001/22 26 Mayıs 2006 Derste, birdenbire buğulanıyor herşey. Yitiveriyorum. MerleauPonty’nin bir metnini okuyoruz çocuklarla. Chair’den söz ediyor, Corps’dan, tenden, bedenden. Fransızcadaki chair’den Almancadaki Leib anlamında mı söz ediyor yoksa Körper anlamında mı diye düşünürken ayaklarım yerden kesiliyor. Bir yandan önümdeki metni okumaya çalışırken (Le Visible et I’invisible’in İngilizcesi!) gözümün önüne bir önceki gece gördüğüm düşün görüntüleri geliyor. Bir an geçmişimi yitiriyor, belleğime ulaşamıyorum. Neredeyim? Kimim? Burada ne yapıyorum? Karşımdaki insanlar kim? Başım, masanın önüne düşecekmiş gibi oluyor. Tam bir boşluktayım. Kendimi zorluyor, adımı anımsamak istiyorum. Adım neydi? Bir odadan geldiğimi düşünüyorum. Bir odam olmalı. Cebimde de anahtarı. Oraya dönmeli, uzanmalıyım yere. Yeri duymalıyım. Sağlam bir yeri. Bastığım zaman yarılmayacak, beni yutmayacak bir yeri. Adım aklıma geliyor. Odam aşağı katta. Yerini hayal meyal anımsıyorum. Çocuklardan özür dileyip, dönmeliyim oraya. Odama (Ana karnı özlemi mi bu? Nostalgie de la Matrice). Başım dönüyor. Kusacağım birazdan. Sonra… Sonra farkediyorum. Ağzımdan sesler çıkıyor, kulağım işitiyor. Sonra… Anlıyorum ki Heidegger’in seinde’sinden söz ediyorum. Sein in der Welt ağzım böyle diyor. Bedenim yaşadığını örtüyor! Üstelik şöyle diyor mırıldanarak Almanca: "Der Leib, der Geheimnisvolle Leib!" (Ten, giz dolu ten!) Ürperiyorum. Göz kırpımı (im Augenblick!) kısa bir zamanda yitirdiğim bedenimle yeniden buluşuyorum. Gidiyor, yitiyor, geri geliyorum. Anlıyorum, yavaş yavaş, ne gidişim ne de geri gelişim bilincimin denetiminde. "Bilincim" (bu söz yerinde mi?) bu gidiş gelişin bir anlık seyri içinde yalnızca seyirci! Evet seyirci! Şaşkın! Sonra… Çocuklara bakıyorum; bendeki kopuşun farkında değilmiş gibi görünüyorlar. Bedenim, tenim, giz yumağım, ne oyunlar oynuyorsun bana! Sürekli konuşuyor, soruyor, yanıtları dinliyorum! Neden gittin bedenim? Neden geri geldin? Ne oluyor sana? Bunuyor musun? Beynimde ur mu var yoksa? Derdin ne? Sıkıntın ne? (Akşam, karıma açıyorum yaşadıklarımı: "Çok yoruluyorsun! Yaşadıkların az bile!" diyor. Dinlen biraz! Bak kendine! "Kendim" ne? "Kendim" kim? diyorum, kendi kendime!) Sonra… Düşünüyorum: Sonum, ağır bir bunama mı olacak? Sonumu hiç böyle düşünmemiştim. Bilinç yitimiyle ölüm! Oysa, farkına vara vara ölmek isterdim. Bunamak böyle birşey mi? Doğru dürüst hiç düşünemeden düşünme gücünü yitirivermek! Soruyorum bedenime sonra: Bedenim ne demek istedin? Senle bunca yıl muhabbetimiz oldu. Birdenbire "bana" birşeyler fısıldadın! Uyarı mıydı söylediklerin? "Ruh"umun kulağını mı çektin? Tam, ustam MerleauPonty’i okurken mi tuttun kulağımdan, savurdun beni? Sonum mu geldi? Ne yapmalıyım, bundan sonra? Yine uyaracak mısın beni? Yoksa, bırakıp, gidecek misin beni? Sır küpüm, yıllardır beni taşıyanım, kendisiyle dünya denilen gezegenin, Türkiye denilen tuhaf ülkesinde, kabak kafalı, bastı bacak bir "erkek" olarak göründüğüm? Bedenim, nedir derdin? Hekim arkadaşlar söyleyecekler. Bilimden öte, güvendiğim hiç bir bilgi yok! Bedenime teslim olmayı öğrenebilirim. Beni teslim almasına izin vermedikçe, onu anlayamayacağımı öğrendim ustam MerleauPonty’den. Fransanın en büyük Fenemonoloğu demişti Paul Ricoeur onun için. Her gün yeni baştan şaşarak okuyorum onu. Gönül Felsefe’mde yeri çok büyük, bedenin bilge olduğunu sürekli duyuruyor bana. Bedenim benim bilmediğim nice şeyleri biliyor: Görüyor, dokunuyor, tadıyor, işitiyor, yürüyor, iç organlarımı yönetiyor; beni "canlı" kılıyor! Düşlerim, gece gündüz, onun yönetiminde. Neden, yüzyıllarca, bu gezegendeki insanlar, yeterince anlamadılar senin önemini? Platon, Aristoteles, takdir edebildiler mi önemini? Hekim arkadaşlara selâm olsun, Descartes enişteme de, hep bir "makina" olarak düşündüler seni! Oysa ten (chair) din sen, benim ve dünyanın teni! Can seninleydi. Oysa öldürdük seni, canı diri kılmak için! Oysa candın sen! Can verendin, dokunduğumda, dokunulduğum! Değdiğimde, değildim! "Değil" değildin sen, olumsuzlama değildin, Sartre’nin denemeye çabaladığı gibi. Bana göründüğün, beni "yitirerek". "Burda"sın anladım, "buramda"sın! (Neremse, "ora"sı?) Sen, dilden, düşünceden önce olan! Yüce bilgem, bedenim! Sen bana sahip olmadıkça, ben sana sahip olamıyorum, anladım. Yetmez. Seni anlamak için daha zamana gereksinimim var. Canla başla ödemeye hazırım sana sahip olmanın kefaretini. Bedenim, Bilge Bedenim S
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle