Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Tanrı’nın buyruğu olduğu söylenenler de insana doğrudan değil yalnızca Musa’nın sözü ile ulaştırılmıştır. Musa’nın sözüne itimat edilmemesi durumunda, on emrin hiçbir nesnel dayanağı kalmayacağı düşünülebilir. İşte bu noktada eleştirel akıl devreye girmektedir: İnsan düşünebilir ki, bu yedi emrin uygulanmadığı bir toplum kendi rahat ve emin yaşamı için tehlikeli olabilir. Yani insan eleştirel akılcı bir tutum çerçevesinde tamamen egoistçe hareket ediyor olsa da bu yedi emre uymak onun yararınadır. Peki insanı emin ve rahat yaşamaya dürten nedir? Bu dürtünün kaynağı, hayatta kalma içgüdüsüdür ki bu evrimin bizlere (ve tüm canlılara) bahşettiği bir davranış şeklidir. Ancak hayatta kalma içgüdüsü tüm canlılarda her zaman aynı şiddette ortaya çıkmaz. Örneğin, örümceklerde, erkek çiftleştikten sonra dişi tarafından yenilir. Bu hep olduğu halde, çiftleşmeyi reddeden erkek sayısı herhalde yalnızca anormal hallerle sınırlıdır. Şimdi, burada Altın Kural işlememekte midir? Bunun cevabı «hayır»dır, çünkü, yukarıda değindiğimiz gibi Altın Kural'ın işlemesi için eleştirel akla ihtiyaç vardır. Ancak eleştirel akıl, Altın Kural'ı işletmek için bireye seçim yaptırmak zorundadır. Bu seçim neye göre yapılacaktır? Bir diğer deyişle, örneğin hayatta kalmak, üreme dönemini arkada bırakmış bir birey için niçin hâlâ önemlidir? Acılar içinde kıvranan bir hasta niçin intiharı seçmemektedir? Veya, ender de olsa bazı hastalar niçin kendilerine ötanazi yapılmasını isteyebilmektedir? ETİKTE DEĞERLERİN ÖNEMİ Burada karşımıza «değer» kavramı çıkmaktadır. Altın Kural her kişiye göre ancak o kişinin değerler sistemi içinde işler. Kimisine göre, hayatta kalmak önemlidir; bazıları ise ölüp, ölümden sonra olduğunu sandıkları ve bu dünyadaki hayattan daha çok değer verdikleri mutlu âhirete kavuşmak için acele edebilirler. Örneğin, 11 Eylül’de New York’ta uçakları binalara çarptıran fanatikler bu tür değerleri olan kişilerdi. Peki kişi değerlerini nasıl seçer? Değer seçimi için nesnel kıstaslar olabilir mi? Değer seçimi de temelde eleştirel aklın süzgecinden geçirilebilir. Hiretin mutluluğu için çırpınanları, gene Hayyam şu rubaisiyle akıllarını kullanmaya davet etmiştir: «Hiç kimse cehennemi cenneti görmemiştir. Ey gönül! O âlemden var mı bir geri gelen? Bir addan başka bir şey ortada görünmüyor Korktuğumuz ve ümid ettiğimiz nesneden...»(8) Burada şu basit kurallar uygulandığı takdirde, birey «yalancı değer» diyebileceğimiz yanılsamalara (illusion) kapılmaktan kendini koruyabilir: 1. Seçilen değer eğer bir sürece veya nedene dayanıyorsa o süreç veya nedenin gerçekle temasa gelebiliyor olması, yani nesnel kontrole imkân ver mesi şarttır. Aksi takdirde, değerin dayandığı temel kontrol edilemez olur (Ör. ölümden sonra bir yaşam olduğu ve bu yaşamda insanların belirli dinsel normlara göre değerlendirilecekleri inancı hiçbir şekilde kontrol edilemez, ama mesela intihar bombacıları gibi pek çok insanı katil yapmaktadır). 2. Seçilen değerlerin, temel biyolojik dürtülerle çelişmemesine dikkat edilmelidir (Ör. cinsel ilişkiden men edilen Katolik papazlarının içine düştükleri sapıklıklar, temel bir biyolojik dürtüyle çelişen bir değerin eseridir). 3. Seçilen değerin, bireyi Altın Kural dışına çıkmaya zorlamaması gerekir (Ör. İkinci Dünya Savaşı sırasında milyonlarca masum Yahudiyi fırınlayan SS subaylarına öğretilen değerler, Altın Kural'la tam bir çelişki halindeydi). Buraya kadar söylediklerimizden etik kurallar hakkında şu temel sonuca varabiliriz: Etik kurallar, zaman ve mekâna göre değişiklik gösterebilecek değer yargılarına göre değişiklik gösterebilirler. Etiğin uygulanmasında en önemli şey, eleştirel aklın mutlaka kullanılması ve bunun, kontrolü gözlem ve/veya mantıkla mümkün olmayan hiçbir varsayıma dayandırılmaması şartıdır. Şimdi bu söylediklerimiz ışığında etik/bilim ilişkilerine bakabiliriz. Önce bilimin ne olduğunu tekrar hatırlayalım: «Bilim, gözlemle yanlışlanabilecek düşünce sistemlerine verilen bir addır» (Popper, 1933, 1934). Bilimin olabilmesi için 1) gözlem raporlarına güvenilebilmesi, 2) eleştirinin samimiyetine güvenilmesi gerekir. Bunların güvenilirliğini sağlayan değer temeli ise bilim insanının gerçeği bulmak arzusunun samimiyetidir. Amacın gerçeği aramak dışına çıktığı hiçbir yerde bilim olamaz. Örneğin: «Sırf insanlığa hizmet edeceğim» diye bilim yapılamaz. Sözümona sırf insanlığa hizmet aşkıyla yola çıkanlar (ör. komünist rejimler) 20. yüzyılda yaklaşık 100 milyon insanın ölümüne neden olmuşlardır (10). «Milletime hizmet edeceğim» diye bilim yapılamaz. Sırf milletine hizmet için yola çıkanlar (ör. Nazi Almanyası), «bilimsel bir görüş» adına (Nazizm) 6 milyon masum insanı fırınlamışlardır. «Çevreyi temizleyeceğim» diye bilim olmaz. Sırf çevre aşkına yola çıkan Greenpeace, Vezüv fünikülerine engel olarak Vezüv yanardağı konisinin çöplüğe dönmesine neden olmuştur. Şimdi bu söylediklerimiz ışığında etik/bilim ilişkilerine bakabiliriz. Ben bunu güncelliği olan üç ana örnek üzerinde yapmak istiyorum: 1) Bilimde yalancılık (intihal dahil) Bilimde yalancılık çeşitli şekiller alabilir: Bunların kuşkusuz en tehlikelisi yapılmayan gözlemi yapılmış göstererek böyle bir yalandan sonuçlar çıkarmaktır. Bu tür sonuçlara dayanadırılacak daha sonraki bilimsel çalışma ve teknolojik yenilikler büyük felaketlere neden olabilir. Bunun en son örneklerinden biri 2006’da ortaya çıkarılan, Güney Kore’de Seoul Ulusal Üniversitesinde Prof. WooSuk Hwang tarafından yapılan klonlama sahtekârlığıydı. Bu sahtekârlık hem biyolojik, hem parasal kaynak ziyanına, pek çok insanın kariyerinin perişan olmasına neden olduktan başka, toplumun çok hassas tıbbi bir konuda bilime olan güveninin ciddi olarak sarsılmasına ve yobaz grupların bundan cephane çıkarmalarına neden oldu. İntihal ise bir hırsızlık türüdür. Bu nedenle Altın Kural, yapılmamasını emreder. Ancak buradaki zarar yalnızca malı çalınan kişiye değil, tüm topluma da yansır, zira bilimden, sorunlarına özgün çözümler bekleyen toplum, bir birey tarafından aldatılmış olur. Bunun ayrıca bilimin dokusunu gevşeterek insan yaşamını hayati olarak etkileyen bir faktörün dejenere edilmesini intaç ettiği görülür. Örneğin, intihal suçuyla üniversiteden atılan Başbakanlık Müsteşarı Ömer Dinçer, tüm bir toplumun, bilim insanının toplum yönetimdeki rolünü olumsuz değerlendirmesine neden oldu. 2) Bilimin tüm sonuçlarının toplumla aynen paylaşılması Bu başlık altında aslında iki değişik sorun gizlidir: a) Yalancı bilim ile toplumu aldatmak (ör. Güneş tutulması/dep Godel ve Einstein birarada rem ilişkisini konu alan yalancı bilimsel bir haberle tüm Niksar halkının taciz edilmiş olması.) b) Gerçek bilim ile zamansız verilecek veya verilmeyen bilgilerin toplum yaşamını tehlikeye atması. Buna da en güzel örnek beklenen İstanbul depremi hakkında sivil yönetimlerin topluma verdikleri yanıltıcı bilgilerdir. Toplumda bilimsel çalışmalar sonucu gerekli tedbirlerin alındığı izlenimi yaratılmaya çalışılmaktadır. 3) Bilimin savaş emrinde kullanılması Büyük fizikçi Albert Einstein, aynı zamanda inançlı bir pasifistti. Birinci Dünya Savaşı süresince ve hatta daha sonra da, tüm dünya gençlerinin hükümetlerinin orduya katılma çağrısını reddetmelerini tavsiye eden yazılar yazıyor, konuşmalar yapıyordu. Aynı Einstein, 1939 yılında ABD. Cumhurbaşkanı Franklin Delano Roosevelt’e bir mektup yazarak atom bombası yapılması gerektiği konusunda ipucu vermiştir. Peki Einstein’ı bu radikal karar değişikliğine sevk eden neydi? (11) Kuşkusuz, Einsteın, Nazi Almanyası’nın dünya için nükleer bir bombadan daha tehlikeli olacağını değerlendirmiş olmalıydı. Einstein burada haklı mıydı? Pek çoğumuz buna olumlu cevap verebiliriz. Ancak Lord Russell’ın nükleer tehlikeye maruz kalmaktansa dikta rejimleri altında yaşamayı tercih edeceğini söylediğini unutmayınız (12). Burada her ikisi de CBT 1030 / 19 15 Aralık 2006 TARTIŞMAEDİTÖRE MEKTUP