20 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
CMYB C M Y B SAYFA CUMHURİYET 19 EYLÜL 2010 PAZAR 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER EVET / HAYIR OKTAY AKBAL Yüzde 42’ye Güvenmek! Bu kaçıncısı? Yırtıp yırtıp attım kâğıtları. Oysa ne güzel yazmıştım. Tam istediğim gibi! Ben oldukça kolay yazan biriyim. Konular değil yazardır etkisini duyuran. Ama bu kez öyle olmadı, koskoca toplum bir gerçek yaşadı, daha da yaşayacak. O da Atatürk’ün kurduğu tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin karanlık bir yola sapar gibi olması... Şu halkoylaması günlerinde ‘evet’çilerin başı Tayyip Bey’den ve onun yanı sıra yazarlardan, çizerlerden, konuşanlardan Mustafa Kemal Atatürk adını duydunuz mu? Onun devrimci cumhuriyetinin daha da uygar, daha da çağdaş, daha da halktan, iyilikten, dostluktan yana olacağını... Halkımızın yüzde 42’si bir yanda yüzde 58’i başka bir yanda... Seçmen çoğunluğu bilerek mi, aldatılarak mı, yoksa bilgi noksanlığından mı, yoksa Aziz Nesin’in dediği gibi akılsızlığından mı, “Evet” dedi? Göz göre göre bir uçuruma doğru götürüldüğünü düşünmeden... Ben yüzde 42’ye güvenirim. Ülke halkının yarısı... Yalnız ‘hayır’ oyu atanlar mı? Ya oylamaya gitmeyenler, ya boykot kararında direnenler, onlar yüzde kaç? Şöyle bir düşünürseniz yüzde 58’i de aştıklarını anlarsınız. Kısacası Türk halkı orta yerden bölünmüştür. Bu iyi mi, kötü mü?.. Zaten iç ve dış düşmanlar haritalar hazırladılar, TV’lerde gördük, ABD’ye göre Anadolu’nun kaç parçaya bölüneceğini AB’ye göre, İsrail’e göre, hepsinde Atatürk’ün binbir zahmetle kurduğu, tam doksan yıl bağımsız bir devlet olarak yaşayan Cumhuriyetimizin nereye sürüklenmek istendiğini! Yüzde 58 otuz yıl önce yüzde 92 idi! Aradan bunca zaman geçmiş yüzde 92’nin yarısı, sağduyu yoluna dönmüş... Bu da bir kazanç elbet. Ama şimdilerde ‘Evet ama yetmez’ diyenler gibi düşünmek istiyorum. Yetersiz, ama hangi yönden yetersiz. Daha mı gerici olmalıydı, daha mı dinsel olmalı, ama daha mı ilkel olmalı? Yoksa çağa yakışan bir cumhuriyet mi? Bu kâğıdı da yırtsam mı? Bu konuda bir şey yazmasam mı? Yarım yüzyıldır okurlarımla dertleştim, iyilik, güzellik, doğruluk, çağdaşlık, uygarlık için... Zamanlar uçup gitti, uçup giden zamanlar da Atatürk devrimini, Atatürk’ü seven, ona inananları da uçup götürdü mü? Kendime sordum, yüzde 42’ye güvenmeli mi? Size de soruyorum: Bir yanıt verebilir misiniz? PENCERE Dostlar ve Düşmanlar... Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın (partisinin) ku- rulmasını Atatürk istemiştir. O sırada Cumhuriyet Halk Fırkası’nın başında Gazi bulunuyordu. Peki, toplumsal gerçekler neydi? Ağaoğlu Ahmet Bey söyle anlatıyor: “- (Atatürk) başında bulunduğu fırkanın mem- leketteki vaziyetinden tamamen habersizdi. Etrafında kendisine, içinden, gıllıgışsız bağlı kaç adam vardı? O doğru malûmat alamıyordu. O zannediyordu ki memlekete bunca hizmet etmiş, memleketi esaretten kurtarmış, istiklalini temin etmiş olan Fırka, halk nazarında eskisi gibi aziz ve kıymetlidir.” Ağaoğlu’nun yaklaşım mantığı tartışılabilir. Ne var ki 1930 yılında Serbest Fırka’nın lideri Fethi Okyar, partisi adına bir gezi için vapurla İzmir’e gider. Okyar ve arkadaşları kaygılıdırlar. Acaba nasıl karşılanacaklar? Ya rıhtımda kimse yoksa? Ya halkın tepkisiyle yüz yüze gelirlerse? Vapur rıhtıma yaklaştığı zaman ne görsünler? Kordonboyu iğne atsan yere düşmeyecek gibidir. Halk sandallara dolmuş, vapura doğru küreklere asılmış. Eyvah!.. Acaba bir saldırı mı? Yeni partinin yöneticileri kuşkudadırlar; ama gemiyi çevreleyen sandallardan sesler yükselir: “- Yaşasın Fethi Bey, yaşasın Serbest Fırka...” Çoluk çocuk, kadın erkek, genç yaşlı, yollara düşmüşler. Her yer bayraklarla süslüdür. Fethi Bey rıhtıma çıkar; yürüyemez; otomobil havada gibidir; herkes birbirini çiğnemektedir; sesler yükselir kalabalıktan: “- Bizi kurtar!..” Kim kimi kimden kurtaracak? O arada 13-14 yaşlarında bir çocuk kaza kurşunuyla can verir. Babası çocuğunun ölüsünü Fethi Okyar’ın ayakları ucuna atar: “- İşte kurban, biz başkalarını da kurban veririz, yeter ki bizi kurtarın...” Çok partili rejimden sonra İstanbul’a ilk kez gelen İnönü’yü o zamanki deyimle “mahşeri” bir kalabalık karşılamıştı; kent valisi Fahrettin Kerim’in sözleri de tarihe geçti: “- İşte İstanbul Paşam...” Sonra ne oldu? Biliyorsunuz. Ya Menderes? Londra’da geçirdiği uçak kazasından sonra ülkeye dönünce yollarına yüz binler dökülmüş, çiçekler serpilmişti. Bir baba çocuğunu kurban etmek istedi. Oysa bu aldatıcı bir görünümdü ve Türkiye başdöndürücü bir ivmeyle sert bir köşebaşına doğru yol alıyordu. Örnekleri çoğaltmak kolaydır. Halkın nerede nasıl sevgi ya da tepki göstereceği kalabalıklara bakarak anlaşılamaz. Toplumsal yasaları kavrayan kişiler bu tür aldanışların çukurlarına düşmezler. Bir iktidarın çevresine dolanan halkalar, bazen öylesine bir sarmal oluşturur ki doğru bilgilere ulaşmak için bu sarmaldan kurtulmak zorlaşır. Yönetimleri ve liderleri yanılgılara sürükleyenler kimi zaman dost gibi görünenlerdir. Ne demiş ünlü Frenk düşünürü: “- Tanrı beni dostlarımdan korusun; ben düşmanlarımla nasıl olsa baş ederim.” Günümüz Türkiyesi’nde geçerli bir söz. (24 Nisan 1982 tarihli yazısı) K ara trenle bir Anadolu yolculuğun- dayõz. Kara bir kõş günü ve tren hõn- cahõnç dolu... Yol üstünde uğradõ- ğõmõz kimi duraklarda yolcular aşõ- rõ kalabalõk nedeniyle kapõsõndan binemedik- leri trene pencerelerinden girmeye çalõşõyorlar. Bizler daha Haydarpaşa Garõ’nda zar zor bul- duğumuz bir kompartõmana sõkõşõp kalmõşõz. Yolculuğumuz, kõşõn Ağrõ Dağõ’na tõrman- mak için Erzurum üzerinden Doğubeyazõt’a de- ğin uzanõyor. Tren Erzurum’a yaklaşõrken kompartõmanõn kapõsõnda elinde sazõyla haya- let gibi bir genç belirdi. Diğer elinde de bir to- mar kâğõt... Bizlerden sõkõşõp oturmak için yer verilmesini rica etti. Yerel ozanlardan bi- risiymiş ve geçimini sağlamak için içinde kendi dörtlükleri bulunan bu kâğõtlarõ hem sa- tarak ve hem de içindeki türküleri okuyarak Do- ğu Anadolu trenlerinde gezinmekmiş işi. Âşõk ve kompartõmandaki diğer yolcularla bir süre sessiz kaldõk. Yolculardan biri: “Gardaş bir türkü çığır da dinleyek hele” önerisiyle bu sessizliği bozdu. Âşõk kõpõrdana kõpõrdana önce yerine yerleşti, arkasõndan sazõ dizlerinin üzerine alõp yanõk bir uzun havayõ seslendirmeye başladõ: Erzurum dağları da kar ile boran Almış dört yanımı da dert ile verem Sizde bulunmaz mı da bir kurşun kalem Yazıp ahvalimi de dosta bildirem.” Yõllar sonra, sanõrõm 70’li yõllarõn başõnda, bu uzun ve yanõk havayõ Ruhi Su’dan kendine öz- gü yorumuyla dinledim. Bu basbariton sesin ağ- zõnda bu yanõk hava adeta bir çõğlõğa dönüşm- üştü. Gerçekten Ruhi Su’nun sesinde türküler ağõt da olsa, sevinç de olsa başka bir tat veri- yordu insana. Ve ben bu yanõk havayõ yeniden dinlerken, Doğu’ya giden o kederli demiryol- larõndaki yolculuğumu anõmsadõm... Anadolu ekininin vazgeçilmez kalõtõdõr tür- külerimiz, ezgilerimiz. Bunlar kõrlardan koşarak gelip bugün kentlere ulaşmõşsa, bunda Ruhi Su’nun yadsõnmaz bir payõnõn olduğu bilin- melidir. Çünkü o, kentlere oturmuş Osmanlõ sa- ray müziğinin yanõna halk müziğini de oturt- mayõ becermiş ender sanatçõlarõmõzdan biridir. Hem de bunlara kendine özgü yorumuyla çağ- cõl ve devrimci bir boyut kazandõrarak... Ender sanatçılarımızdandı Bunda kendisinin opera eğitimi almõş olma- sõnõn da etkileri olmuştur kuşkusuz. Gelin bu değişimi Ruhi Su’nun kendi değerlendirme- sinden öğrenelim bir kez de: “Batı müziği eği- timi gören ve kendi müziğini yapmak iste- yen herkes gibi ben de bu pınarın başına gel- dim. Kendi hisseme düşen taraftan içiyorum. Bu öyle bir içki ki, içtikçe insanın aklını ba- şına getiriyor.” Ruhi Su kendisiyle ilgili bu değerlendirmeyi 1942 yõlõnda Radyo dergisinde yapõyor. Ay- nõ yõl Ankara Devlet Konservatuvarõ Şan Bö- lümü’nü, sonradan ünlü bir soprano olacak Saadet İkesus’la birlikte birincilikle bitiriyor. Opera yaşamõnõn yanõna şimdi türküler de ek- lenmiştir. Sesi, Ankara Radyosu’nda 15 gün- de bir yayõmlanan bir izlencede bütün Türki- ye’de yankõlanõyor. Ama söylediği türküleri- ni Alevi nefeslerinden seçtiği ve komünizm propagandasõ yaptõğõ gerekçesiyle bir süre son- ra radyodaki işine son veriliyor. Bu uygula- manõn gerekçesindeki haksõzlõğõn nedenleri- ne inecek değilim. Ama Ruhi Su’nun sanat- sal yönü denli politik bir kişiliğinin de oldu- ğu tartõşõlmaz bir gerçektir. Nitekim 1951 TKP operasyonlarõnda gözaltõna alõnõr. 1952-1957 yõllarõ arasõnda 5 yõl cezaevinde yatar. İkinci eşi Sıdıka Su ile bu cezaevi günlerinde tanõ- şõr ve kaldõğõ hücrenin penceresinden kibrit ya- karak birbirleriyle iletişim kurarlar. Cezaevi ko- şullarõnda gerçekleşen bir nikâh sonunda ev- lenirler. İlginçtir, o günlerde aynõ yazgõyõ paylaşan Behice Boran ve Nevzat Hatko ni- kâh tanõklarõdõr. Cezaevlerinde törpilenmiş ömür Cumhuriyet Türkiyesi’nin yapõsal bir özel- liği midir ya da tarihsel bir rastlantõ mõdõr bi- linmez ama yüzyõllõk tarihimizin yetiştirdiği ni- ce yazar, düşün insanõ ve sanatçõnõn yaşamöy- küsünün bu bağlamda bir benzerliğinin bu- lunmasõdõr. Acõlarla, çilelerle dolu bir yaşam ve cezaevlerinde törpülenmiş bir ömür... Bu acõ gerçek seslendirdiği nice türkünün içinde de kendini duyurur. Örneğin Pir Sultan Ab- dal’dan alõp söylediği “Ben de Şu Dünyaya Geldim Sakinim” şiirinin bir dörtlüğünde bu şikâyetini şöyle dile getirir: “Ben de vekil ettim Bar-i Hüda’mı O da kulu gibi zulüm ede mi Orda söyletirler bir bir adamı Kalsın benim davam, divana kalsın.” Ruhi Su’nun trajedisi daha doğduğu gün baş- lamõştõr. 1912’de doğduğunda Doğu’da Osmanlõ - Rus savaşõ bütün hõzõyla sürüyor, savaşõn acõ- masõz ve yõkõcõ etkileri doğduğu kent Van baş- ta olmak üzere bölgenin tüm kentlerini yakõp yõkõyordu. Böylesi bir savaş ortamõnda yaşanan Ermeni tehciri nedeniyle ailesini yitirir. 1915’te, daha üç yaşõndayken yetim ve öksüz kalõr. Ço- cuksuz bir ailenin yanõna evlatlõk olarak sõğõ- nõr ve ilk adõ da Mehmet’tir. Van’da o yõllar diğer Doğu kentleri gibi aç- lõğõn, yoksulluğun ve umutsuzluğun pençesin- de kõvranmaktadõr. Bunlar yetmiyormuş gibi bir de ağõr ve çetin hava koşullarõ, karakõşõn kar ve ayazõ yaşamayõ zorlaştõrmaktadõr. Aile Meh- met’i de yanlarõna alarak Adana’ya göç eder. Ama ne yazõk ki Adanada Fransõz işgali altõn- dadõr. Çukurovalõlarõn “kaç kaç” olarak be- timledikleri böylesi bir işgal altõnda nice Çu- kurovalõ gibi bu aile de ovanõn üzerine kanat- larõnõ açmõş bir kartal gibi duran Toros Dağla- rõ’na sõğõnõr. Ve Mehmet’in dağlarla, ovalarla daha küçük yaşta tanõşõklõğõ böylece başlamõş olur. Belki de yaşamõn acõmasõzlõğõna karşõ bir Ölümünün25.YõlõndaRuhiSu’yuAnlamak Ruhi Su siyasal nedenlerle uzun yõllar yasakçõ bir sanatçõ olarak yaşadõ. 27 Mayõs devrimiyle gelen göreceli demokratik ortamda onun yeniden sahne aldõğõnõ görüyoruz. 1975’e gelindiğinde ise Sümeyra Çakõr’la Dostlar Korosu’nu kurarak çoksesli müziğe yöneldi. Birçok ürün “El Kapõlarõ” başlõğõ ile bir araya geldi. Alanlar, salonlar artõk onlarõndõ. Parti gecelerinde ve toplantõlarõnda dinletileriyle kitlelere eşlik ediyordu. ömür boyu yüksek bir di- renme gücüyle karşõ koy- masõnda böylesi bir or- tamda yetişmiş olmasõnõn da büyük etkisi olmuştur. Adana’ya döndüklerin- de Mehmet’i Öksüzler Okulu’na verirler. Eği- timsel müziğe burada baş- lar ve yöneldiği ilk müzik aleti kemandõr. Ama bu uzun sürmez. Dönemin Başbakanõ Recep Pe- ker’in yayõmladõğõ bir ge- nelge gereği, öksüz ço- cuklarõn askeri okullara alõnmasõ gerekmektedir. Mehmet de İstanbul Halõ- cõoğlu Askeri Okulu’na yazõlõr ve Ruhi adõnõ da bu- rada alõr. Burada da fazla kalamayacaktõr. Asõl öz- lemi olan sanat ve müzik dünyasõna kavuşmak için Ankara Müzik Öğretmeni Okulu’na yazõlõr. Burayõ bitirdikten sonra Ankara Cebeci Ortaokulu’nda, Hasanoğlan Köy Enstitü- sü’nde bir süre müzik öğ- retmenliği yapar. Bu süreç onun sanat dünyasõnda tõr- mandõğõ ilk basamaklardõr. Daha sonra Cumhurbaş- kanlõğõ Orkestrasõ, Devlet Operasõ’nda çalõşõr. Sol düşünce ve görüşlerle ta- nõşõklõğõ belki de böylesi bir ortamda gelişmiştir di- yebiliriz. Nâzım Hikmet’in şiir- de gerçekleştirdiği sanat ve siyaset ustalõğõnõ Ruhi Su da müzikte büyük bir ba- şarõyla denedi. Çünkü ezi- len, sömürülen, soyulan halkõnõn sesi olmayõ yeğ- lemişti. Yunus Emre, Köroğlu, Karacaoğlan, Pir Sultan Abdal gibi halk ozanlarõnõn yapõtlarõ onun sesinde ve sazõnda yeniden yaşam bulurken, Alevi-Bektaşi ekin ve ge- leneğinin ürünleri de da- ha geniş toplum kesimle- riyle tanõşma şansõnõ ya- kalamõştõ. Anadolu insan sevgisi- ni ve felsefesini türküler- le günümüze taşõrken ne demişti: “Benim kâbem insandır. / Kuran da kurtaran da / İnsan oğ- lu insandır.” Ruhi Su siyasal neden- lerle uzun yõllar yasakçõ bir sanatçõ olarak yaşadõ. 27 Mayõs devrimiyle gelen göreceli demokratik or- tamda onun yeniden sah- ne aldõğõnõ görüyoruz. 1975’e gelindiğinde ise Sümeyra Çakır’la Dost- lar Korosu’nu kurarak çoksesli müziğe yöneldi. Arkası 8. Sayfada Sönmez TARGAN
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle