Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
? deki analizlerine göre, ilkel toplumda üretim ilişkileri, bireysel değil toplumsal mülkiyete dayalıydı. O dönemde insan emeği artı ürün vermiyordu; dolayısıyla ürünler muhtaçlara eşit üleştiriliyordu. Servet yönünden bir ayrıcalık olmadığı gibi zaten ortada servet diye bir değer de yoktu. Dolayısıyla topluluklar sınıflara bölünmüyor ve bugünkü manada sömürü ortaya çıkmıyordu. Fakat bulunulan coğrafyanın; otlaklarda, ormanlarda avlanan ve yiyecek toplayan insanlara yetmemeye başlaması üzerine insanlar bir yandan üretici yönlerini geliştirmeye koyulmuş, bir yandan da komşu kabilelerle savaşa tutuşmuş olmalıdır. Görüldüğü gibi ilkel topluluklardaki çatışmaların nedenleri, günümüz savaşlarının nedenlerine benzememektedir. Nihayet Veysal şunun altını çiziyor: “Her iki tarafa da yeteri kadar ürün verilse, savaş olmayacağı kesindir; ya da savaş çok sınırlı, yani seremonik kalacaktır” (s.105). Birinin yerken birinin baktığı koşullarda sürekli barışın mümkün olmayacağı açıktır. Yiyen kişinin, çalışmadığı halde bunu yaptığı düşünülürse sorunun kaynağı daha belirginleşmektedir. Kuşkusuz ki çalışmadan yiyebilmenin temelinde de artı değer yatar. Dolayısıyla savaş artıdeğerin gaspı üzerine kurulmaktadır. Özgürleşme girişimleri Veysal'ın savaşla doğrudan ilgili birçok kavramı ele alarak kavramın çerçevesini geniş tuttuğu görülüyor. Ona göre savaş, barış olmama durumuysa, barışın olduğu yerde savaş ve savaş riski ortadan kalkmış mıdır sorusu ortaya çıkmaktadır. Burada yazarın iki kavram kullandığı görülüyor; geçici barış, ebedi ya da kalıcı barış. Ona göre geçici barışı ya emperyalistler kendi aralarında ya da güçlü ve zayıf devletler kendi aralarında yapıyor. Bu anlamdaki barış geçici barıştır, yeni savaşlar için fırsat kollama, sıra bekleme anlamındadır; bir bakıma ateşkesten başka bir şey değildir. Bu durumda toplumlar bugün olduğu üzere sürekli savaş riski altındadır. Çünkü savaşı ortaya çıkaran koşullar ortadan kaldırılmamıştır. Veysal'ın söylediği, haklıhaksız tüm savaşların sona erebilmesi için bu savaşları ortaya çıkaran koşulların ortadan kaldırılması gerekir. Ebedi barışı sağlamanın yolları tartışılırken yazar, Spartaküs'ün özgürlük mücadelesine, Paris Komünü'ne ve Bolşevik Ekim Devrimi'ne göndermelerde bulunuyor. Dolayısıyla “Bütün savaşlar kötüdür!” biçimindeki bir söylem ebedi ya da sonsal barışa hizmet etmeyecektir. Yazarın belirlemesinde barışı sağlamanın yolları yalnızca barış dernekleri kurmaktan, her türlü savaşa karşı çıkmaktan, çatışmaları durdurmaya çalışmaktan ibaret olmamalıdır. Savaş karşıtı tutumlar Alman filozofu Kant'ın “ebedi barış”ı savunduğu, bunun için profesyonel orduların terhis edilmesini önerdiği ve federasyon istediği de biliniyor. Günümüzde de silahlanma yarışlarının durdurulmasıyla ebedi barışın sağlanacağını düşünenler bulunmaktadır. Gerçekten de bugün silahlara ayrılan paranın insan ve toplumların eğitimine, sağlığına, beslenmesine... harcanması durumunda dünyanın sorunlarının büyük yükünün azalacağı çeşitli hesaplarla kanıtlanmaktadır. Oysa bu reformcu denebilecek çözümlere bile SAYFA 30 savaş ağalarınca yanaşılmadığı bugün dünya gözleminden anlaşılabiliyor. Tersine, savaşlara daha çok bütçe ayrılarak savaşın önüne geçileceğine inanan çok büyük bir kesim var. Rambo, Kurtlar Vadisi misali filmler, savaş kışkırtıcılığı yapan yayınlar, medya kuruluşlarının ürettiği ve yaydığı savaş malzemeleri; öldürdükleri kimselerin kulağını, memesini, parmağını kesmenin erdem olduğunu düşünen askerlerin varlığı, milliyetçi söylemlerin geliştirdiği kahramanlık hikâyeleri savaş ağalarının bu konudaki tutumlarını açıkça kanıtlar niteliktedir. Tüm bu düşünüş ve davranışlar belli bir kesimin savaşa karşı söylem oluşturmasını bile engellemektedir. Savaşın acılarını, sıkıntılarını çeken büyük kitlelerin, bu arada bilim ve düşün insanlarının bu korku karşısında sessiz kaldığı ve savaşın sonuçlarına katlandığı gözlerden kaçmamaktadır. Veysal, bu konularda da çok çarpıcı veriler, istatistikler ortaya koymaktadır. Bu yüzden savaş karşıtı her tutumun gerçekte desteklenmesi gerektiği açıktır. Fakat çoğu zaman savaş karşıtı tutumların içtenlikli oldukları da ne yazık ki kuşku taşımaktadır. Çünkü aynı kesimler, savaş tüccarları, sermaye sahipleri askeri politikalar geliştirmeyi, savaşları caydırma amaçlı kullandıklarını söylerken, dünyadaki her insana karşılık üç dört tane dinamit ürettiklerini söylemeyi gizlemektedirler. Savaş tüccarlarına ilişkin “Savaş ve Barış” romanının yazarı Tolstoy, “Halka hükmedenler” diyor, “genellikle en kötü, en değersiz, en acımasız, en ahlaksız ve her şeyden önce en yalancı kimselerdir ve bu bir rastlantı değildir” (s.239). Dolayısıyla köklü çözümün bu noktalarda, reformlarda aranması realiteye uygun görünmüyor; çünkü sadece reçete okumakla hiçbir hastalık iyileşmiyor. Bu yüzden Veysal'a göre felsefenin asıl amacı çatışma ve savaş koşullarının nasıl ortadan kaldırılacağının araştırılması olmalıdır. Mülkiyet özgürlüğü ve bunu korumakla ilgili ve geçici barış anlaşmalarını yapmak üzere oluşturulmuş kurumlar (baskı aygıtları) olduğu sürece sonsal barış hayaldir, barış kültürünün geliştirilmesi olanaksızdır. Özel mülkiyet ve egemen sınıfların baskı aygıtları olduğu sürece birilerinin başka toplumlara “barış ve demokrasi götürüyorum” düşüncesi barbarlığa yol açan bir emperyalist yalandan başka anlama gelmemektedir. Bu yüzden Veysal'a göre “sonsal barışı kurmak amacıyla özyönetimler için örgütlenmek ve evrensel barış için mücadele etmek” gerekir (s.170). Ancak özyönetimlerin etkin olduğu bir dünyada savaşçılar ve savaşları çıkaranlar da dahil tüm insanlar acı çekmeyeceğinin garantisi olabilir. Özel mülkiyet, devlet ve ordu Devlet kurumunu dışta tutarak savaşı analiz etmek Veysal'a pek gerçekçi görünmüyor. Bu yüzden o özellikle Marx, Engels ve Lenin'in yaklaşımlarından hareket ederek rasyonel görüşler ileri sürüyor. Sınıflı topluma geçilirken bir yandan emeğin üretkenliği artmaya başlamıştı, bir yandan da kölecilik sistemi kuruluyordu. Köleler başlangıçta komşu kabilelerin yenilmesi üzerine elde ediliyordu. Zamanla kabile ve gens içinden de köleleştirmeler başladı. Bu gidişat önceleri doğrudan zorunlu gereksinmeler için; yiyecek ve temel ihtiyaçlar için oluşan savaşlar biçiminde görüldü. Fakat zamanla daha fazla mal, ürün ve servet elde etmek amacıyla gerçekleşmeye başladı. Sürü hayvanları, köleler, hazineler kazanmak için bitmek bilmeyen savaşların yolu açılıyordu. Bu da yeni bir duruma yol açtı: sınıf savaşları. Spartaküs misali kölelik karşıtı mücadeleler, Thomas Münzer gibi feodal despotizm karşıtı ayaklanmalar tarihe damgasını vurdu. Köleci ve feodal iktidarlar zor anlar yaşadı. Köle mücadeleleri modern dönemde yaşanan proletarya ile kapitalistler arasındaki mücadelelerin belki de ilk biçimleriydi. Fakat bu arada eksik olan kurum kendini ortaya koymaya çalıştı: Devlet. Konumuz açısından militarist değerleri temsil eden devlet, iktisaden güçlü olanın çıkarını savunmak, korumak, özellikle de güçlü sınıfın meşruiyetini topluma kabul ettirmeye çalışmak üzere kurulmuştu. Veysal'ın değerlendirmelerine bakılırsa gerçekte hiçbir toplumun ve ulusun devleti de, ordusu da olmamıştır. Bu kurumlar iktisadi gücü elinde tutanların denetimindedir. Halk kesimlerinin bu kurumları kendilerine ait olarak algılaması büyük bir yanılsamadır. Çünkü devlet de, ordu da kısmen halkla ilgili olsa da esasen egemen sınıflara hizmet etmektedirler. Yazar, savaş ve barış olgusuna üretim ilişkilerinin durumundan baktığı için şu saptamayı yapıyor: “Uygarlığın gelişmesiyle birlikte ortaya çıkan mülkiyet ilişkileri beraberinde profesyonel orduların kurulmasını zorunlu hale getirmiştir. Zorunlu askerlikle birlikte ordular kitlesel nitelik kazanmakta ve bütçe içindeki payları 1/3'e varmaktadır” (s.52). Her geçen gün karmaşıklaşan mülkiyetdevletordu mekanizması egemen sınıfların kendi sömürücü emperyalist çıkarlarını herkesin çıkarıymış gibi gösteriyorlar; bu süreçte savaş ağaları en çok düşman kavramı üzerinde durmakta ve sürekli “düşmanlık”lar üretmektedir. Savaşanlar, düşman diye ötekileştirilen kimselerin gerçekte kendileri gibi acı çeken, aşağılanan, sömürülen, seven, sevilen, üzülen bir düşünüşe ve davranışa sahip olduklarını unutuyorlar. Düşman diye üretilen kavram gerçekte savaşanların değil savaştıranların ürettiği bir kavramdır ve bir uydurmadan başka bir şey değildir. Veysal açısından “Düşman kavramı bilinçli bir şekilde canlı tutularak; diyalog, kardeşlik ve sevgi ilişkileri ortadan kaldırılmakta, bunların yerine düşman merkezli saldırganlık, şiddet, intikam, ölüm vb. içerikli duygular yaratılmakta ve beslenmektedir” (s.285). Doğaldır ki savaşın nedeni özel mülkiyet ilişkilerinin ortaya çıkmasında aranırsa onun karşıtı olan barış da özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasında aranır. “Herkese yeteneğine göre iş, herkese gereksinmesi kadar ürün” İlkel topluluklarda kendini savunma amaçlı yapılan silahlar, günümüzde modern nükleer silahlara, füzelere, kimyasal bombalara dönüşmüş durumdadır. Veysal'ın ileri sürdüğü verilere göre şu anda insanlar, belki de dünyayı birkaç defa yok edecek hacimde ve nitelikte silah üzerinde yaşamakta. Bu silahlarla halihazırda eşi benzeri görülmedik katliamlar gerçekleştiriliyor. Yalnızca 20. yüzyıldaki dünya savaşlarında tüm tarih boyunca, savaşlarda ölenlerden daha çok insan öldürülmüştür. Bu yüzden kapitalistemperya listlerin, sınıf mücadelesini öneren sosyalist teorileri savaş kışkırtıcılığı olarak göstermeleri ne denli ikiyüzlü olduklarını açıkça ortaya koymaktadır. Veysal'a göre savaşın önlenmesinin imkânsız olduğu görüşü de geçersizdir. Kitapta sıklıkla değinildiği üzere savaşın temelini özel mülkiyet ortamı oluşturuyor. Veysal, konuyu Marx'ın yabancılaşma tezinden giderek açıklamaya çalışıyor. Sömürü ortamında emekçilerin yalnızca hayvani denecek ihtiyaçlarının karşılanmasına izin veriliyor: Yemek, içmek, çoğalmak… Emekçilere kendilerini gerçekleştirecekleri, bilinçlenip özgürleşecekleri ortam verilmiyor. Bu durumda onlar ürettiklerine ve insan türüne yabancılaşıyorlar. Buna göre ancak ve ancak sömürü sisteminin ortadan kaldırılması ve yabancılaşmanın tersine çevrilmesiyle insan kendini gerçekleştirebilecektir. Kendinin ve kendi sınıfının bilincine ulaşan toplum hangi savaş haklı, hangisi haksız bunu ayırt edebilecektir. Savaş gerçekliğinin farkında olan kitleler haksız savaşlara katılmadığında ve o savaşları kendi sınıf çıkarlarına göre dönüştürdüklerinde savaşların son bulacağı, devletin buharlaşacağı, sonsal barışın sağlanacağı düşünülebilir. Ancak o zaman hayatta olanlar savaşsız bir dünyada yaşama olanağı bulacaklar, yeni doğanlar da savaşsız bir dünyaya doğma imkânına sahip olacaklardır; açların ve felaketlerin olmadığı bir dünyada sürekli barış sağlanabilecektir. Nihayet herkesin yeteneğine göre iş, herkese gereksinmesi kadar ürün ilkesi yaşama geçme olanağı bulabilecektir. Savaşsız bir dünya olası mı, düşmansız bir toplum mümkün mü? “Bir bireyin” diyor Marx, “başka bir birey tarafından sömürüsü ortadan kalktığı ölçüde, bir ulusun başka bir ulusça sömürüsü de aynı ölçüde ortadan kalkacaktır. Ulus içindeki sınıfların birbirine karşı olan düşmanca tutumları ile ulusların karşılıklı düşmanlıkları da kaybolmaktadır” (s.280). Veysal'ın çalışmasında savaş sorununun tüm felsefe tarihi boyunca hangi koşullarda ortaya çıktığı, nasıl boyutlar kazandığı, savaşa hangi çözüm önerileri getirildiği tüm ayrıntılarıyla ortaya konuyor. Yazılanlara yakından bakıldıkta en radikal çözümlemelerin felsefenin içinden geldiği de gözlerden kaçmıyor. Ufuk açıcı, seçenek artırıcı tutumuyla yazar, bir felsefeci olarak felsefenin hayatın hiçbir alanını ihmal etmeyeceğini göstermiş oluyor. Unutulmasın ki her felsefe bir çağın özelliklerine denk düşmektedir. Felsefe, kendi tarihinde olduğu gibi günümüzde de çağın sorunlarına, acılarına, kavgalarına sessiz kalamaz. Zira felsefe, bir bakıma Althusser'in abartılı yaklaşımıyla söylediği gibi, sınıf savaşlarının kavramsal çerçevede sürdürülmesidir, denebilir. Sonuç itibarıyla Veysal'ın araştırmaları dikkatle incelendiğinde, bu araştırmalarda savaşsız bir dünyanın mümkün olduğuna, sonsal barışın gerçekleşeceğine ilişkin önemli ipuçları bulunuyor. Buna Veysal'ın umut yüklü eğilimi de eklendiğinde okur, temel yanlarıyla iyimser bir tutum almadan edemiyor. Onda özel mülkiyetin ve devletin son bulacağı inancı var. Sömürüye, haksızlığa ve eşitsizliğe karşı mücadele etmek ise savaşsız ve özgür bir dünyanın kurulmasının önkoşulu olarak görünüyor.? (*) Savaşın Felsefesi, Çetin Veysal, Etik Yayınları, 2007, İstanbul, 390 s. KİTAP SAYI 920 CUMHURİYET