28 Kasım 2024 Perşembe Türkçe Subscribe Login

Catalog

Nezihe Meriç’ten ‘Oradan da Geçti Kara Leylekler’ Sözcüklerle oluşturulmuş yepyeni bir dünya Malzeme: Anadolu’nun ıssız bir köyü. Çok genç, çok güzel, çok yalnız, aklı köye sığmayacak denli ışıltılı olan bir fidan kız. Büyük bir kent. Göç Bodrumdaki kapıcı odası. Üst katlardan aydınlık bir ev. Nezihe Meriç’in 1985’te bu malzemeyi kullanarak yazdığı metin, iki ay önce İş Bankası Kültür Yayınları tarafından ‘Oradan da Geçti Kara Leylekler’ adıyla yayımlandı. Nezihe Meriç kitabın başında yer alan “Bu Kitap İçin Söyleyeceğim Birkaç Sözüm Var” bölümünde metnin nasıl oluştuğunu anlatıyor. Başar Sabuncu o yıllarda bir senaryo yazmasını istemiş Nezihe Meriç’ten. Yazardın, yazmazdım, derken elimizdeki metin ortaya çıkmış. “Attım dosyayı ötekilerin yanına unuttum” diyor Nezihe Meriç. Aradan yirmi yıl geçiyor, Tahsin Yücel’in ‘Kumru ile Kumru’su yayımlanıyor (Can Yayınları, 2005). Türk edebiyatının iki önemli kalemi, birbirlerinden tümüyle habersiz olarak, benzer malzemelerle yola çıkmışlar. Nezihe Meriç, ‘Kumru ile Kumru’nun anımsatmasıyla, yirmi yıl önce çekmecesine koyup, sonra da unuttuğu dosyayı bulup yeniden okuyor, “bir sevdim, bir sevdim” diyor, böylelikle kitap, raflardaki yerini alıyor. Kapakta, Haliç üzerinden uçan, kanadı kararmış kuşlar var; bir solukta okudum ‘Oradan da Geçti Kara Leylekler’i. Tahsin Yücel’in romanı ‘Kumru ile Kumru’yu geçen yıl okumuştum, yeniden açıp baktım, kitabın sağını solunu notlarla doldurmuşum. Aslında mükemmel bir edebiyat çalışması gibi oldu bu, aynı konunun iki ayrı yazarın dil, anlayış, duyuş ve zihinsel mekanizmasında nasıl farklı dönüşümlere uğradığını gözlemlemek açısından, hiçbir edebiyat araştırmacısının bu fırsatı kaçırmamasını dilerim. ‘Alacaceren’ için kullandığım ‘Kök Roman’ tanımı, bir kez daha geçerliliğini kanıtlıyor bu kitapla. Metnin çıkış noktasının bir senaryo çalışması olduğu daha ilk sahneden belli: kente tepeden bakan ağacın altındaki bankta başına bağladığı parlak eşarbın çiçekleri göz alan bir kadın oturuyor. Sözcükler kamera işlevini üstlenmiş, kâh uzak çekimde kentin, yaşamın içinde konumlandırıyor ana figürü, kâh gözünün kenarında beliren çizgide onun iç dünyasının izini sürüyor. ÇOK BOYUTLU DEĞİŞİM Nezihe Meriç, kitabın başında yer alan “Bu Kitap İçin Söyleyeceğim Birkaç Sözüm Var” bölümünde metnin nasıl oluştuğunu anlatıyor. Başar Sabuncu o yıllarda bir senaryo yazmasını istemiş Nezihe Meriç’ten. Yazardın, yazmazdım, derken elimizdeki metin ortaya çıkmış. “Attım dosyayı ötekilerin yanına unuttum” diyor Nezihe Meriç. SAYFA 8 ? Birsen FERAHLI aroluştan bu yana insan, “ben neyim, içinde yaşadığım evren ne, nereden geldim, nereye gideceğim” sorusuna yanıt arıyor. Bu arayış, sanat, bilim, inanç sistemleri gibi farklı zihinsel yollarda sürüp gitmekte. Bilimde, benzer verilerle oluşturulan tepkimeler her zaman aynı sonuca varırken, sanatta bunun tam tersi geçerli. Örneğin, üç ressamdan, yeşil, mavi ve sarı boyaları kullanarak aynı manzarayı resmetmelerini istesek, üç ayrı tablo çıkacaktır ortaya. Formülü edebiyata uygulayalım: V Kızın adı İsmidal, ad, kente gelince Gül’e dönüşüyor. Çok boyutlu bir dönüşümün öyküsü bu: görüntüde, algıda, bilinçte bireyden yola çıkıp toplumu kapsayan bir irdeleme ile karşı karşıya kalıyoruz. Kapıcı dairesinden çok yukarılarda oturan tiyatro sanatçısı Ayla, kocası senarist Seyfi, duyguları, sevinçleri yaşam tarafından hep askıda bırakılmış sevecen oyuncu Ayça, sosyolog Seyhan gibi karakterlerle çizilmiş ‘aydın’ düzlemindeki sancılar, en az İsmidal’ın değişim sancıları kadar iç burkucu. Toplumdaki hiçbir katmanın bir diğerinden bağımsız olmadığı apaçık ortaya çıkıveriyor. Kurgu, Ayla Hanım’ın, Ayça ve Seyfi’nin, Gül’e dair gözlemleri, gözlerinin önünde beliren kimi sahneler, çağrışımlar, anımsamalarla biçimlenmiş; dünbugün iç içe, düşüncenin zamansız, mekânsız gezisi denilebilir kurgu için. Konuya bir sahneden girelim: Muhtar Emmi, İsmidal’la Hüseyin’i evlendirir. Kimsesiz iki gariptir bunlar. (Kitapta o kimsesizlik, o gariplik, köyün dünyadan soyutlanmış uzak yalnızlığı, duvar, toz, dere, dam üstünden seyredilen evren, düşü barındıran simgesel cam boncuklar aracılığıyla şiirleşiyor). Kente gelirler, “yedi kat yerin altı” der İsmidal, işte oraya, bir göz odaya girerler. Ayla Hanım, kocası Seyfi Bey, Ayça filan kol kanat gererler yeni kapıcılara. Kızın adına Gül deyiverirler, “Vallahi ne güzelmiş İsmidal. Şuna bak, kıza hiç sormak falan yok. İster mi, istemez mi. Ay ne biçim iş yahu! Hemen orada kızın adını Gülkız yaptık. Ardizliğe bakar mısınız!” Gül evlerde gündelikçi kadın olarak çalışmaya başlar. Her ev ayrı bir dünyadır. Kafası karışır. Değişim öncesi kargaşada dumanlıdır zihni. Hüseyin, kendisi gibi köyden gelen diğer kapıcılarla görece korunaklı bir konumdadır. ‘Kadın’ın dünyası ise gün be gün değişmektedir. Tattığı yemekler… Üstüne başına verilen şehirli giysiler… Gittiği evlerdeki eşyalar… İnsanlar… İnsanların konuşmaları… Yazar bunların her birisini birer öykü, birer film sahnesi olarak capcanlı duyuruyor okuruna. Satırlar soluk alıp veriyor; çünkü, kaç türlü yaşam ? KİTAP SAYI 879 CUMHURİYET
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear