22 Kasım 2024 Cuma Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
14 KASIM 2010 PAZAR CUMHUR YET SAYFA kultur@cumhuriyet.com.tr KÜLTÜR 21 Yıllardır Leman’da, şimdilerde de Habertürk’te çizen Mehmet Çağçağ ile karikatürün sınırlarını konuştuk ESİNTİLER ZEYNEP ORAL ‘Mizahta yandaşlık olmamalı’ Çağçağ, “Mazlumlar, engelliler, kadın cinselliği ve hüküm giyenler üzerinden mizah yapmıyoruz” diyor. Ünlü çizere göre mizahta yandaşlık borazancılıktan öte bir anlam taşımıyor. MELTEM YILMAZ Yaşar Kemal’in Şiiri Benim için her zaman “Yaşar Kemal’in Şiiri” diye bir şey vardı zaten… Tıpkı “Yaşar Kemal Müziği”, “Yaşar Kemal Renkleri”, “Yaşar Kemal Ritmi”, “Yaşar Kemal Bilgeliği” gibi “Yaşar Kemal şiiri” vardı… O şiiri, o müziği, o ritmi yıllardır romanlarında, öykülerinde, denemelerinde okuyor, içime sindiriyor ve tadını çıkarmaya doyamıyordum zaten! Bu nedenle Yaşar Kemal’in ilk kez bir şiir kitabının yayımlandığını duyduğumda hiç şaşırmadım. Şiirlerini daha önce hiç okumamıştım. Ama Zülfü Livaneli’nin bestelediği ve söylediği “Ulaş”ı ve “Merhaba”yı bol bol dinlemişliğim vardı. Geçen ay Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan “Bugünlerde Bahar İndi” adını taşıyan şiir kitabını bir solukta okudum. Yeniden yeniden okudum. Kitabın başında Güven Turan’ın “Gizlenen Bir Şairin İlk Kitabı” yazısından yararlandım… Uzun yıllar çizdiği Leman dergisinin ardından şimdilerde Habertürk’te de çizdiği karikatürlerle toplumun nabzını tutan Mehmet Çağçağ ile Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın geçenlerde yeniden, üstüne basa basa gündeme getirdiği “Karikatürün sınırı ne olmalıdır?” başlıklı, sitem dolu soruyu tartışıyoruz. Karikatür sınır tanımalı mıdır? “Elbette” diyor Çağçağ, “Hem de Türkiye’deki karikatüristler bu sınırı, özellikle Batı’daki meslektaşlarına kıyasla çok daha insaflı ve hakkaniyetle koruyor.” Peki ya açılan davalar? AKP’nin iktidarı süresince karikatüristlerin hiç olmadığı kadar çok sayıda tazminat davasıyla baskı altına alınarak sindirilmeye çalışıldığı sır değil... Çağçağ, karikatürlere açılan davalarda kamu yararı arandığını, buradaki kamu yararından kastın, “bir figürü ya da anıtı korumak değil, ona olan sevgi ve saygının rencide edilmesini önlemek” olduğunu anlatıyor ki, bu anlamda açılan davalara çok da kızgın gibi görünmüyor. Ama şunu da söylemeden geçmiyor: “Tazminatların ağırlığı ve yüksekliği, bir anlamda özgürce ifadenin önünü kapatıyor.” Peki, yeniden o soruya dönelim: “Karikatürün sınırı nedir?” Çağçağ, şöyle çiziyor o sınırı: “Türkiye’de mazluma saldırı torunlarıyız ve bu itibarı yok etmek istemeyiz. Bu toplum ezelden mizahçıları bağrına basmıştır. Aziz Nesin kitapları, en çok satanlardandır. Böyle bir bilinçaltı var belki de bizim çizerlerde. Biz, Danimarka karikatüristleri gibi İsa ile, Meryem ile uğraşmayız; en fazla Adem Baba ve Havva anamızdır bizim espri yaptığımız, o da Doğu, Batı, Hıristiyan, Müslüman, herkesin kültürüdür.” Hedef gösterilmekten korkar hale geldiğini anlatıyor Çağçağ ve şöyle devam ediyor: “Şu memlekette üç kuruş muhalefet yapabilen tek grup olarak mizahçılar kaldı. ‘Onları da yok edelim’ demek, çok tehlikeli bir yaklaşım. Bizi kimse topluma hedef göstermeye çalışmasın, Anadolu’ya gittiğimde ‘karikatüristim’ demekten korkar hale gelmek istemiyorum. ‘İleri demokrasi’ diye meydanlarda dil dökerken ortaçağa mı dönelim?” Yaşar’ın anasına âşık oldum En çok, en çok, yine kitabın başında Yaşar Kemal’in 1941’deki “Irgatlık Anılarına” vuruldum. Resmen vuruldum ve Yaşar Kemal’in anasına âşık oldum! “Ellerin sümüklü, hiç okumamış oğullarının eli ekmeğe yatsın de, Koca Sadığın oğlu böyle sersefil kalsın.” diye vahlanan…“Sen okudun yazdın kaleminden kanlar damlar. Herkes diyor ki, senin oğlun gibi akıllısı yok amma, Allah bir kere onu şaşırtmış. Dinsiz olmuş, hükümete karşı gelmiş…” diye yakınan; “Herkes sana kötü gözle baksın, dinsiz imansız desin… Urus olmuş desin, Urusla konuşuyor hergün dağa çıkıp desinler. Buna dayanamıyorum… Yalan, yalan, yalancılar” diye isyan eden… Ve sonra “Yavrucuğum” sözünü ilk olarak Türkçe söyleyen o anaya âşık oldum! çselleşmiş şiir Kitapta, 1940 ile 1943 yılları arasında yazıp yine o yıllarda “Görüşler” Dergisinde Kemal Sadık imzasıyla yayınlanan birçok şiiri var Yaşar Kemal’in. 50’li yıllarda Vatan gazetesinde yayımlanmış ve daha önce hiç yayımlanmamış şiirleri de var... Hepsi bir bütün. Unutmayın ki 1940’ta Yaşar Kemal henüz Yaşar Kemal değil. Unutmayın ki 1940’ta henüz Yaşar Kemal olmayan Kemal Sadık 14 yaşındadır. Kitabı okuyup, en sondaki uzun şiiri “Kırmızı Deynek” bittiğinde, bundan ne müthiş bir oratoryo, senfoni ya da bir oyun, performans çıkar diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Şiirlerin tümü Yaşar Kemal’in insan sevgisini, doğa sevgisini, isyanını, başkaldırışını, eleştirisini, umudunu, özlemini hasretini ortaya koyuyor. Tümü, Yaşar Kemal’in içselleştirmiş olduğu şiirini ve “Yaşar Kemal büyüsünü” bir kez daha bizlere sunuyor. Teşekkürler Yaşar Kemal, teşekkürler Yapı Kredi Yayınları. Sevgili Okurlar, önümüz bayram: Bayram armağanı niyetine Yaşar Kemal’in “Hannaya Şiirler”inin ilkini sizlerle paylaşıyorum: HANNAYA ŞİİRLER “Dört bulut salıverdim gökyüzüne Gökyüzünün en yücesine, ucuna Biri turuncu, biri yeşil, biri al, birisi apak Dört top bulut yolladım gökyüzünün en ucuna Dört top ışıktan, koskocaman Turuncusuna sevgi yükledim Yeşiline dostluk Arkadaşlık yükledim alına arkadaşlık Apak buluta barış yükledim, Ne kadar çok özlemişsek barışı o kadar çok Gidin dedim bulutlarım yeryüzünün üstüne Yağın dedim bulutlarım yeryüzüne Yağmadık hiç bir yer bırakmayın, hiç bir yer, hiç bir yer Ama hiç bir yer, hiç bir yürek, hiç bir göz, hiç bir kulak Hiç bir ova, hiç bir çiçek bırakmayın Her yere, her yere, her yere yağın, Yağın ha yağın, Yağın ha yağın, yağın ha yağın yağın ha yağın ha yağın Yağın insan yüreklerine” Hepinize mutlu ve umudunuzu diri tutacak bir bayram diliyorum. zeynep@zeyneporal.com faks: 0212 257 16 50 Yandaş karikatürist olamaz Sabah gazetesinde, “muhalefete yaptığı muhalefetle” gündeme gelen karikatürist Salih Memecan’a uzanıyor konu. Geçen günlerde CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nu dansöz kıyafetleri içinde çizmesinin ardından birçoğumuzun kafası iyiden iyiye karışmaya başladı: “Mizahın doğasında yandaşlığa yer var mı gerçekten?” Çağçağ şöyle noktalıyor sözlerini: “Mizah muhalefetse, kötü olan her şeye muhalefet edersiniz, muhalefete de muhalefet edersiniz. Ama iktidara, iktidarda olduğu sekiz yıl süresince hiçbir şekilde dokunmayıp, yalnızca ona muhalif unsurlara saldırmak yandaşlıktan ileri gitmez, ki bu durum borazancılıktan öte bir anlam ifade etmez.” yapılamaz, mazlum korunur, yanında durulur. İyi mizahçılar engelliler ile ilgili espri yapmaz, hapse girmiş kişilerle dalga geçmez, çünkü mizah, hapisaneden içeri girmeyi de sevmez. Toplumsal ve kutsal değerlerse en dikkatli olunması gereken andır; kaş yapayım derken göz çıkarabilirsiniz. Bir başka sınır da belden aşağıdır. Örneğin tecavüze uğrayan bir kadın üzerinden mizah yapmak, ahlaki değildir. Batı’nın aksine, Türkiye’deki karikatüristlerin başvuracağı son yol kadının istismarıdır. Tüm bunların dışında ‘hakkaniyet sınırı’ vardır. Kimseye hak etmediği eleştiri yöneltilmez Türkiye’de, en azından benim gördüğüm kadarıyla. En önemli sınır ise adalet duygumuz ve vicdanımızdır.” Toplumsal nedenlerle vicdanlıyız Peki, Türkiye’de karikatüristler neden bu kadar “vicdanlı”? Çağçağ’ın yanıtı çok net: “Bizi vicdanlı olmaya zorlayan bu toplum. Biz Nasrettin Hoca’nın İKSV Salon’da Doğan Hızlan’la edebiyat buluşmaları Doğan Kuban’la İstanbul üzerine... Kültür Servisi Doğan Hızlan’ın Salon’da her ay farklı konuklarla farklı konuları tartıştığı edebiyat buluşmalarının önceki akşamki ikinci konuğu, aynı zamanda 39. İstanbul Kitap Fuarı’nın da onur yazarı olan mimar Prof. Dr. Doğan Kuban’dı. Hızlan, bu edebiyat buluşmasında Kuban’la, özellikle Yapı Endüstri Merkezi (YEM) tarafından kısa süre önce yayımlanan “Cennetin Kapıları” ile TÜYAP tarafından hazırlanan “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Bir Kültür Çınarı” kitabı ve İstanbul üzerine sohbet etti. Sohbete YEM Başkanı, Kuban’ın öğrencisi ve yayıncısı Doğan Hasol da katıldı. Kuban, 30’dan fazla sanat ve sanat tarihi kitabı yazdığını, ama son üç senede Cumhuriyet Bilim Teknoloji dergisinde yazmaya başlamasıyla tanındığını biraz da sitemle vurgulayarak, “Ben Türkiye Cumhuriyeti’nin yetiştirdiği, Osmanlı kökenli mimar ve tarihçiyim, ikisini bilmeden mimarlık tarihçisi olunamaz. ‘Cennetin Kapıları’ kitabım ise 45 senelik bir birikimin ürünü” sözleriyle Selçuklu döneminin başlangıcına dayanan eserinden bahsetti. Kuban, “Ne kadar Bizanslısınız” sorusunu yanıtlarken de “İstanbul tarihinden dolayı Bizanslıyım. Çok araştırdım. İstanbul’da 2100 yıllık, göz ardı edilen bir Bizans tarihi var, yapılan koruma çalışmaları da sistematik değil” dedi. Birçok koruma kurulunda görev almış olan Kuban, Ressam İbrahim Balaban’ın Nâzım Hikmet’le cezaevinde geçirdiği günleri anlatan romanı ‘Şair Baba ve Damdakiler’ Ayşe Emel Mesci’nin rejisiyle Cüneyt Gökçer Sahnesi’nde. Ayşe Emel Mesci’nin yönettiği ‘Şair Baba ve Damdakiler’in prömiyeri 17 Kasım’da Bursa Cezaevi’nden bir Türkiye manzarası SELDA GÜNEYSU bugün dünya enerji krizine girerken İstanbul’da ise geleceğe iskelet olarak kalacak gökdelenler dikildiğini, ulaşımın kamuya değil özele göre düzenlendiğini, şehrin kontrolsüz, plansız yayıldığını, 3. köprünün de hiçbir veriye dayanmadan planlandığını belirtti ve “Politikacılar uzman değil ama uzmanları da dinlemiyorlar” diyerek önemli olanın plan yapmadan önce planı uygulayanın bulunması olduğunun altını çizdi. ANKARA Biri dünyaca ünlü bir şair, Nâzım Hikmet; diğeri Nâzım’ın yetiştirdiği, Türkiye’nin en önemli ressamlarından İbrahim Balaban. Yolları 1940’ta Bursa Cezaevi’nde kesişen bu iki ismin buluşmasının, büyük bir arkadaşlığa, dahası “kader birlikteliğine” dönüşmesinin hikâyesi şimdi Ankara Devlet Tiyatrosu (ADT) tarafından bir tiyatro oyununa konu ediliyor. Gazetemiz yazarı, tiyatro yönetmeni Ayşe Emel Mesci’nin rejisiyle sahneye taşınan hikâyenin kaynağı ise Balaban’ın “Şair Baba ve Damdakiler” adlı romanı. Ressam İbrahim Balaban’ın her fırsatta, “O benim şair babam” diyerek anlattığı Nâzım Hikmet’in Bur sa Cezaevi’nde geçirdiği yılları, Balaban ile olan dostluğunu anlatan eser, Haldun Çubukçu tarafından tiyatroya uyarlandı. Oyunun prömiyeri ise 17 Kasım’da Çayyolu Cüneyt Gökçer Sahnesi’nde gerçekleşecek. Bir buluşmanın yanı sıra oyunun acı ve özlemleri de konu edindiğini belirten Mesci, “O yıllar, İkinci Dünya Savaşı’nın yaşandığı en korkunç yıllar. Atatürk’ün, 1938 yılında yaşamını yitirmesinin ardından Türkiye’deki politik konumun değişmesini de konu ediniyor oyun. Yani hem ekonomik, sosyal ve tarihsel olayların süreci işleniyor oyunda, hem de Orhan Kemal’i edebiyatta; İbrahim Balaban’ı resimde ilerleten Nâzım Hikmet görülüyor. Bu hapishane, Bursa Ceza evi bir Türkiye manzarası aslında. İşte biz oyuna bu manzarayı taşıdık” diyor. “Şair Baba ve Damdakiler”in aslında bir senaryo akışı içinde yazıldığını, bu nedenle 3 perdelik bir oyun olduğunu, ancak bunu, oyunun dramaturgu Özcan Özer’le birlikte çalışarak iki perdeye indirdiklerini anlatan Mesci, böylece oyuna “daha bir tiyatro tadı kazandırdıklarını” söylüyor. Mesci, oyunda müziklerin de çok önemli bir görev üstlendiğinin altını çiziyor: “Oyuncular sahnede müzikle hareket ediyor. Yani arkada görünmeyen kahramanlarla birlikte, bir ekip ruhuyla çalıştık bu oyun için.” (“Oyun, 1726 Kasım tarihleri arasında, Çayyolu Cüneyt Gökçer Sahnesi’nde.) C MY B C MY B
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear