22 Kasım 2024 Cuma Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
CMYB C M Y B SAYFA CUMHURİYET 9 OCAK 2010 CUMARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL Özlem Gecesi GEÇEN çarşamba gecesi ilginç bir gece yaşandı Ankara’nın Opera binasında. Aslında koskoca bir sanat yılının başlangıcında Ankaralı müzikseverlere hoşluk olsun diye Devlet Opera ve Balesi Müdürlüğü’nce düzenlenmiş bir programdı bu. Benzerleri Viyana başta olmak üzere büyük başkentlerde tertiplenen ve çoğu zaman bizdeki televizyon kanallarınca da sunulan bir etkinlik. Genellikle yıl sona ererken yapılır ama, bizimki yeni yıla sarkmıştı, önemli değildi. Geç olsun da iyi olsun, o önemliydi. İyi, hatta çok iyi de oldu. Önce fuayede hafif içkili kokteylimsi bir buluşma, sonra yine ağır olmayan, Viyana’da olduğu gibi Johann Strauss’la başlayıp onunla biten bir müzik şöleni. Ama, ikisi arasında hepsi Türkiye’nin konservatuvarlarıyla sahnelerinde yetişen ve dünyanın iddialı herhangi bir köşesinde yarışabilecek sanatçıların sunduğu şan parçaları: Artık birlikte bir “üçlü” oluşturmuş olarak çalışan sopranolar Çiğdem Önol, Funda Ateşoğlu ve Esin Tanıllı ile mezzo soprano Ferda Yetişer; tenorlar Şenol Talınlı, Tuncer Tercan ve Serhat Konukman ile bas Cem Beran Sertkaya. Kısacası, ses gücü ve düzeyi açısından gurur verici bir ortak nitelik. Ama, asıl düşündürücü olan o gecede esen genel havaydı. Sanki 1940’ların ve 1950 başlangıçlarının cumhuriyetçi Ankara’sı geri gelmiş gibiydi. Çoksesli Batı müziğinden hoşlanan, Türkiye’nin eriştiği düzeyle gurur duymak isteyen, çağdaşlıktan uzaklaşmak istemeyen bir başkent. Dikkati çeken nokta, bugünkü “devlet ricali”nden hiç kimse yoktu ortalıkta. Eskiden, cumhurbaşkanı ve hiç değilse sanattan, kültürden sorumlu siyasiler görünürdü o kalabalığın içinde. Hayır, onlardan hiç kimse yoktu. Belki tek istisna olarak şimdiki Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’ndan söz edilebilirdi ama, o da herhalde “cumhuriyet karşıtları benim yokluğumda bir şeyler yapmasınlar” endişesinden olacak, etkinliğin yarısında ayrılmak gereğini duymuş olmalıydı. Kısacası, yılın başındaki bir müzik şöleninde bile, uzaklara gitmeye gerek yok; ülkenin içinde de yaşanan bir “uygarlıklar çatışması” sergilenmekteydi. Özlemlerin depreştiği, ama umutların da yeniden yeşerdiği bir geceydi o gece. mumtazsoysal@gmail.com PENCERE Alevi Nasıl Düşünür?.. Sağda, solda, basında, televizyonda, siyasette, şurada burada Alevilere ilişkin çok yayın yapılıyor... Alevi - Bektaşi kesimini birbirine düşürmek için elinden geleni ardına koymayanlar var... Tüm oyuncular sahnede... Peki, bunların çürüğünü temizinden ayırmak için elde bir ölçüt, Frenkçesiyle ‘kriter’ yok mu?.. Var!.. Alevi - Bektaşi her şeyden önce kendi kendisine bir soruyu sorup yanıtlayacak: - Bu durmadan konuşan ya da yazan kişi Atatürk’ten yana mı?.. Ya değilse?.. O zaman çekiver kuyruğunu!.. Alevi Osmanlı’dan çok çekti... Neden?.. Osmanlı kötü müydü?.. Yok canım... Osmanlı İmparatorluğu bir din devletiydi; şeriatçıydı, Sünniydi, bu yüzden Alevi’ye düşman gibi bakardı... Bu iş bu kadar ‘basit!..’ Ve de Türkçesiyle yalın. Peki, sonra ne oldu?.. Başta İngiltere, Avrupalılar Türk’ü tepelemek için ülkemizi 1919’da işgal ettiler... Mustafa Kemal Atatürk, Milli Kurtuluş Savaşı’nın bayrağını açtıktan sonra Hacıbektaş’a geldi... Alevi - Bektaşi önderleriyle anlaştı... Söz kesiştiler.. Bir: Ulusal Kurtuluş Savaşı, elbirliğiyle yürütülecek... İki: Zaferden sonra Cumhuriyet ilan edilecek... Cumhuriyet’in ilanı, Sünni şeriatını devlet düzeni olmaktan çıkardı.. Sünni halifesini ve padişahını tasfiye etti.. Aleviliğin tepesindeki zulüm kalktı.. Laiklik Alevi - Bektaşileri özgürlüğe kavuşturdu.. Alevi misin? Bektaşi misin? Atatürk’le birsin!.. Mustafa Kemal’le birlikte hem Milli Kurtuluş Savaşı vermiş, hem laik Cumhuriyet’i kurmuşsun.. Evet Alevi kardeş, Atatürk’e ilişkin sözlerinde, konuşmalarında, yorumlarında kem küm eden birini gördün mü çekiver kuyruğunu... Üstelik bugünkü durum vahim.. Laik Cumhuriyetin köküne kibrit suyu ekmek isteyenler iktidara geçtiler; Amerika ile anlaştılar... Ne yapacaklarmış?.. “Ilımlı İslam Devleti modeli” kuracaklarmış... Peki, bu Ilımlı İslam Devleti nasıl bir ‘model’ olacak?. . ‘Hanefi - Sünni modeli’ mi olacak?.. ‘Alevi - Bektaşi modeli’ mi olacak?.. Alevi - Bektaşi inancına bağlı yurttaşların şu günlerde gözlerini dört açması gerek!.. Birlik ve bütünlük içinde Anadolu’yu, Türkiye’yi, laik Cumhuriyeti korumak için elden ne gelirse yapmak, geçmişten geleceğe yürüyüşte Aleviliğin özgünlüğüne alınyazısı olmuş... (18 Ağustos 2006 tarihli yazısı) T aksim adõ, Pera ve çevresinin ih- tiyacõnõ karşõlayan su deposu, maksemden gelir. Biraz ileri- sinde, Osman Bey’in bir gazi- nosu vardõ eskiden, sonrasõnda bölgenin adõ oldu. Daha ileride ise Abdül- mecit zamanõnda kurulan Mecidiyeköy. Yüzyõl öncesine inersek, kõş mevsiminde kurtlarõn da indiğini görürüz. Günümüz İstanbulu’nu, Fatih Sultan Mehmet gelse, zor tanõr. Çünkü İstanbul- luluk, 450 yõl boyunca, Sarayburnu ile Top- kapõ surlarõ arasõnda yaşandõ. Dõşarõda ka- lan üç belde ise; Üsküdar, Pera ve Eyüp. Ad- rese dayalõ nüfusu, hiçbir zaman milyonu bulmadõ. Bugün, Türkiye’nin 6’da 1’i İs- tanbul’da yaşõyor. Uygarlıklar yarışır Uygarlõklar çatõşmaz, yarõşõr. Bizans İm- paratoru Justinyen, 557’de Ayasofya’yõ tamamladõğõnda, sevinçle kadeh kaldõra- rak, “Şimdi seni geçtim Süleyman” de- miştir. Onun zaferi, Hz. Süleyman sara- yõndan daha yüksek bir mabet yapmasõdõr: 55.60 metre. Ayasofya’nõn, taş atõmõ uza- ğõnda yükselen Sultanahmet ise öteki de- ğerleri bir yana, 20 bini aşkõn İznik çinisi ile Türk rengini yansõtõr: Mavi Cami. Avrupa Kültür Başkenti kavramõ, 1980’le- rin başõnda ortaya atõldõ. İlk modern olim- piyatlar, nasõl 1896’da Atina’da yapõldõysa, bu unvan da yine ilk kez 1985’te Atina’ya verildi. Türkiye bir AB üyesi olmadõğõ hal- de, 2010 için de, İstanbul seçildi. Neden İs- tanbul sorusunun gerekçeleri, doğrusu pek inandõrõcõ değil. Bu konudaki süslü sözler, şöyle bitiyor: “2010 Avrupa Kültür Baş- kenti olması ile Avrupa, İstanbul’da ken- di kültürünün köklerini keşfedecek ve bir- birini anlama yolunda, önemli bir adım daha atacaktır.” Deprem tehlikesi Büyük bir deprem tehlikesi varken, eğer amaç yalnõzca bu ise kimse boşuna kaygõ- lanmasõn. Çünkü Avrupa, İstanbul’daki sa- yõsõz köy derneği üyesinden, çok daha iyi bi- liyor İstanbul’u. Birkaç gün önce, İstanbul’u Avrupa Kül- tür Başkenti yapacak olan, 2010 yõlõna gir- dik. Taksim ve çevresindeki yeni yõl kutla- masõ için 5 bin polisimiz görev aldõ. Tüm dünya güle oynaya eğlenirken, biz “taciz” gibi bir ilkelliğin önünü almaya çalõşõyorduk. Türkiye haritasõnda, İstanbul’un yerini gös- teremeyen bir kuşağõn, çocuklarõna karşõ. Bir Roma sözü, “Roma’da Romalı gibi yaşayacaksın” der. Biz niçin esirgeriz İs- tanbul’a, İstanbullu olmayõ? Osmanlõ İmparatorluğu’na en büyük dar- be, 1878’de vuruldu. Bu politikanõn İngiliz elçisi Henry Layard, İstanbul’u ilk gördü- ğünde şöyle tanõmlar: “Şehir, şimdiye ka- dar okumuş olduğum bütün tasvirlerden daha güzel. İnsan hayalinde, ancak İs- tanbul kadar güzel bir şehir kurabilir. Bu- rası Avrupa devletlerinden birisinin ol- saydı, dünyanın en kuvvetli şehri olurdu. Türklerin elinde ise dünyanın en man- zaralı şehri olmuştur.” 12.5 milyonluk İstanbul Bugün 12.5 milyonluk İstanbul’un, 39 il- çesi var. İnternet üzerinden bir “İstanbul tu- ru” aramasõ, ana ölçekte karşõmõza şu me- kânlarõ veriyor: Topkapõ Sarayõ, Ayasofya, İbrahimpaşa Sarayõ, Yerebatan Sarnõcõ, Sul- tanahmet Camii, Hipodrom ve Kapalõçarşõ. Yani, yalnõzca Fatih Belediyesi’nin yetki ala- nõnõ. İyi de, öteki 38 ilçemiz nerede? Yok- sa onlar, Avrupa Kültür Başkenti projesi dõ- şõnda mõdõr? Kaygõmõz o ki, İngiliz elçinin dediği gi- bi, İstanbul konusunda bize, yine “işin manza-rası” kalmasõn. Çünkü İstanbul’un Batõ’ya ilişkin anõlarõ, sosyolojik travma- larla dolu. Fethin üzerinden yarõm milen- yum geçtiği halde, bugün olmuş belgesel filmler, “İstanbul’un Türklerce işgalin- den” söz eder. Ve şehirler kraliçesi, iki iş- gali de, Batõ’dan yedi: 1204 ve 1918’de. Güvenlik gerekçesi ile gelen ikincisi, gü- venliğin canõna okudu. Bir günlük vukuat sayõsõ, gün oldu 80’leri aştõ. Beş yõllõk top- lam sayõyõ, 35 bin üstünde belgeliyoruz. Ekonomik fatura ise yalnõzca Bahriye Ne- zareti için 10 milyon lira. 1923 Türkiye- si’nin bütçesi 110 milyon iken… İstanbul’a bir değeri de Nedim biçer: “Bu şehr-i Stanbul ki bî-misl ü bahâdır / yek-pâre sengine Acem mülkü fedâ- dır.” Biraz da Lale Devri’nden esinlenmiş olarak, onun bir taşõnõ, İran ülkesinden de- ğerli bulur. Elbet yakõşõr İstanbul’a Avru- pa Kültür Başkenti olmak. Ama yakõşma- yan ve çõğ gibi büyüyen bir sorunu var İs- tanbul’un: Kültürsüzlük. ‘Kültür Başkenti’ Prof. Dr. Mahir AYDIN İstanbul’a bir değeri de Nedim biçer: “Bu şehr-i Stanbul ki bî-misl ü bahâdõr / yek-pâre sengine Acem mülkü fedâdõr.” Biraz da Lale Devri’nden esinlenmiş olarak, onun bir taşõnõ, İran ülkesinden değerli bulur. Elbet yakõşõr İstanbul’a Avrupa Kültür Başkenti olmak. Ama yakõşmayan ve çõğ gibi büyüyen bir sorunu var İstanbul’un: Kültürsüzlük. U lusça neredeyse “Faz- lası sizin olsun, biz da- ha azına razıyız” deme noktasõna gelmişsek nedeni, daha fazlasõna giderken elde- kinden de olma korkusuna ka- põlmõş olmamõzdõr. Söz konusu olan, hemen anla- şõlacağõ gibi, iktidarõn “daha fazla demokrasi” ve “daha faz- la özgürlük” vaatleridir. Oysa yaşanan olaylar, savaş alanõna dö- nen sokaklar göstermiştir ki, el- deki demokrasi, daldaki demok- rasiden daha demokrasidir. Bu- nun somut kanõtõ, haklarõnõ ara- yan binlerce TEKEL işçisinin “Provokasyon tehlikesi var” denilerek “demokratça” dövü- lüp “özgürce” Abdi İpekçi Par- kõ’ndan denize (havuza) dökül- müş olmalarõdõr. “Vurun” em- rinin daldaki demokrat ve öz- gürlükçülerden geldiğinden asla kuşku yoktur. İnsanõmõz, eldeki demokrasi ile yetinme noktasõna gelmişse, nedeni, daldaki de- mokrasinin ürküntü veren gö- rüntüsüdür. İşçiye dayak Dünyanõn hiçbir yerinde, hiç- bir demokratik devlet, “provo- kasyon” olacak diye işçisini dövmez, provokasyonu önler. Aksi halde devlet, en büyük pro- vokatör olarak görülme zaafõndan kurtulamaz. Bunu yapan devlet, üstüne üstlük bir de daha fazla de- mokrasiden, daha fazla özgür- lükten dem vuruyorsa, el adama (devlete) güler, ünlü Fars özde- yişindeki gibi “Sen ne söylü- yorsun, tanburun ne çalıyor” diye de sorar. Ülkemiz, “kanun kanun diye kanunun tepelen- diği” istibdat günlerine benzer bir süreci bugün “demokrasi” ve “özgürlük” diye diye yeniden yaşamaktadõr. Bunu görebilmek için TEKEL işçilerinin başõna ge- lenin dõşõnda iki somut gelişme- ye daha bakmak yeterlidir. Birisi, Telekomünikasyon İle- tişim Başkanlõğõ’nda (TİB) ya- şananlardõr. Sincan Ağõr Ceza Mahkemesi Başkanõ’nõn kararõ doğrultusunda TİB’de yapõlan araştõrmalar göstermiştir ki TİB, bugünkü işlevi ile meşruiyetini Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 135. Maddesi’nden alan bir “tek- nik takip” istasyonu olmaktan çõkmõş, dijital/elektronik casusluk birimine dönüşmüştür. TİB’de yapõlan araştõrmadan elde edilen bilgiler, Türkiye’de bi- rilerinin, canõnõ sõkan herkesi, hâkim kararõ olmaksõzõn ya da içinde kendi telefonu da bulunan listeye ilişkin “dinleme” kararõ- na imza koyma garabetine düş- müş traji-komik hâkim kararlarõ ile rahatça dinleyebildiğini orta- ya koymuştur. TİB’de yapõlan araştõrmada elde edilen veriler üzerinde inceleme yapan bilirki- şi, Yargõtay 1. Başkanlõğõ’nõn, usulünce verilmiş bir karar ol- madan dinlendiğini saptamõştõr. İletişim Daire Başkanõ ise “Yargıtayı teknik nedenle din- leyemedik” diyerek, “Bir bı- raksalardı bizi, daha kimleri dinleyecektik” demeye gelen bir psiko-drama ile, baskõ yü- zünden açõğa vuramadõğõ duy- gularõnõ özlü bir şekilde ifade et- miştir. Yasadõşõ dinlemelerle el- de edilen bilgilerin “entelijan” bilgisine dönüştürüldüğünden ise kimsenin kuşkusu yoktur. Bu yöntem, “Büyük Birader”den (ABD’den) mülhemdir. ABD’de soğuk savaş sõrasõnda Doğu Blo- ku’na karşõ korunmak için oluş- turulan Echelon (küresel elek- tronik bilgi toplama) sistemi, sa- vaştan sonra McCharty’ci amaç- lar (korku toplumu yaratma) doğ- rultusunda kullanõlmõş, bu yolla binlerce kişinin ve şirketin elek- tronik iletişimi, internet trafiği iz- lenmiştir. TİB’nin de; yasal gö- revi yanõnda, Türkiye’yi bir “kor- ku toplumu”na dönüştürme gör- evine soyunduğu görülmektedir. Bu yüzden, Sincan Ağõr Ceza Mahkemesi, bu kurumla ilgili olarak verdiği araştõrma kararõ ile hayõrlara vesile(!) olmuştur. Yok- sa bütün bu yasadõşõ ve anti de- mokratik uygulamalardan habe- rimiz olmayacak, kös dinler gibi “daha fazla demokrasi”, daha fazla özgürlük nutuklarõ dinle- meye devam edecektik. Bir başka gelişme İktidar çevrelerinden yayõlan ve “artan demokrasi”yle “artan özgürlük” konseptine uymayan bir diğer gelişme, 5510 sayõlõ Sosyal Güvenlik ve Genel Sağ- lõk Sigortasõ Kanunu’na dayalõ olarak çõkarõlan tebliğlerdir. Bu tebliğlerde dikkati çeken, “sağ- lık sigortası primlerinin tahsi- lini takip” gibi bir yasal görün- tü içinde, kişilerin ekonomi, sağ- lõk, tarõm, eğitim gibi gündelik ya- şam ilişkilerinin ayrõntõlarõna iliş- kin bütün bilgilerinin Sosyal Gü- venlik Kurumu’nun bilgisayarõ- na taşõnarak zapturapt altõna alõn- mak istenmesidir. Böyle bir uygulamanõn salt prim alacağõnõn tahsilini takip ol- maktan çõkõp bir çeşit “üst ara- ması(!)”na dönüşeceği ve bu aramada ele geçenlerle yeni bir fişleme yolunun açõlacağõ konu- sunda uzmanlarca dile getirilen ciddi endişeler vardõr. Anayasa- nõn 20. maddesine açõkça aykõrõ olan bu düzenlemenin daha faz- la demokrasi ve daha fazla öz- gürlük konseptinin neresinde du- racağõ ayrõ bir merak konusudur. Bölücüden “demokratik hak” ve “özgürlük savaşçısı” denilip esirgenen, “emek” ve “ekmek” kavgasõ verenlerin ise başlarõndan eksik edilmeyen coplar göster- miştir ki, bu ülkede yalnõz şehit cenazelerinde değil; tarlada, bağ- da, mezrada kom’da, fabrikada, okulda, metrobüste yol’da daha çok analar ağlayacak, “Vatan bi- zim anamızdır” denilerek, ana- larõ bellenecektir. Bu ülkede ana- larõn gözyaşlarõ hiç dinmemiştir. Meksikalõ ozan Octavia Paz, her ulusun kimliğinin ve tarih bi- lincinin temelinde bir “ana mit’i” (efsanesi) vardõr, der. Meksika ulusunun tarih bilin- cinde “işgalci İspanyolun ırzı- na geçtiği yerli Aztek ananın oğulları olma” duygusunun yat- tõğõnõ, bu yüzden boğa güreşi ya da futbol maçõ izlemek için bir araya gelen Meksikalõlarõn, “Vi- va Mexico! Hijas de la chinga- da” (yaşasõn Meksikalõlar, õrzõna geçilmiş analarõn oğullarõ) diye haykõrdõğõnõ söyler(1). Ulusu- muzun tarih bilincinin temelinde de bir “ana” efsanesi yatmakta- dõr. Bu efsane, bizi mahvetmek is- teyen emperyalizmin ağa, bey, şeyh, şõh desteğiyle bu toprak- larda çõkardõğõ isyan ve iç savaş kargaşasõnda gönlünün yasõnõ gözünden yaş olarak döken “ana” efsanesidir. Bu yüzden bu topraklar, dün- yada başka hiçbir toprak parça- sõna verilmemiş bir adla, “Ana- dolu”dur. Duygularõmõz bizi se- simizi yükseltme yönünde zor- ladõğõ zaman tek bir cümlede yo- ğunlaşõrõz: “Burası Anado- lu’dur.” Şimdi “Ne yaparsak analar ağlamaz” sorusunu ya- nõtsõz bõrakõp yalnõzca “Analar ağlamasın” sloganõnõn duygu- sal gücünden yararlanmak iste- yenler, Cumhuriyet tarihinin trajik bir gerçeği olan isyanlar- dan, ayaklanmalardan, bütün o eski yaralardan kan sõzdõrmak için, ele bõçak alõp Cumhuriye- tin köklerine insafsõzca sapla- makta, isyancõya hak ve özgür- lük savaşçõsõ, Cumhuriyete “eş- kıya” diyebilmektedir. Böylece “daha fazla demokrasi”, “da- ha fazla özgürlük” söyleminin temelinde “Cumhuriyet kar- şıtlığı”nõn yattõğõ bir kez daha kanõtlanmõş, tarihin çok gerile- rinden beslenip gelen bir kin, bi- linçaltõnõn derinliklerinden bir kez daha su yüzüne çõkmõştõr. Ulusça “Fazlası sizin olsun, biz azına razıyız” deme nok- tasõna gelmişsek, nedeni budur. Daldaki Demokrasi! İbrahim TÜRKEŞ Hukukçu, Felsefeci Y õllardõr evimde Büyük Saatli Maarif Takvimi kullanõrõm. Geçen gün- lerle yapraklarõnõ teker teker yõr- tarõm. Bunun tatlõ bir zevki de olur! Ayrõmõnda olduğum, yõr- tõlan ya da tükenen yaşamõn yapraklarõdõr. Bunlardan ya- rarlanõr ve kimi zaman yazõla- rõmõ oluştururum. Bir bakõma el altõ başvuru kaynağõdõr da... Adõ geçen yapraklardan edin- diklerim; 25 Aralõk 1973, Cum- huriyetimizin kurucularõndan ve Atatürk’ün en yakõn silah arkadaşõ İsmet İnönü’nün 36. ölüm yõldönümüdür. Ne ki beyaz ata binip giden o güzel insanlar, güzel ülkenin esenliğe kavuşmasõ uğruna sağ- lõklarõndan ve canlarõndan ol- dular. Horasan’dan Anadolu’ya ge- lerek Sulucakarahöyük’ü yurt edinen ve “Eline, diline, beli- ne...” diyen Hacı Bektaş Veli, vatan şairi Namık Kemal, va- tanõ düşmanlardan kurtarõp Tür- kiye Cumhuriyeti’ni kuran Mustafa Kemal Atatürk, ilk akla gelenler olmaktadõr. Selanik’te 1908 devrimini hazõrlayanlar, gizlice Tevfik Fikret’ten bir millet (ulus) şarkõsõ isterler. Şair, ülkenin o günkü durumundan devinimle umut yüklü dizelerini kaleme alõr. Kõsa süre sonrasõnda Ru- melihisarõ’nõn gölgesinde ‘Mil- let Şarkısı’nõ arkadaşlarõyla paylaşõr: “Zulmün topu var, güllesi var, kal’ası varsa, / Hakkın da bükülmez kolu, dönmez yüzü vardır. / Göz yumma güneşten, ne kadar nûru kararsa / Sönmez ebe- dî her gecenin gündüzü var- dır. / Millet yoludur, hak yo- ludur tuttuğumuz yol, / Ey hak, yaşa... ey sevgili millet, yaşa, varol!” Dünden bugüne õşõk veren, güç veren duygu yüklü dizeler; kimi zaman dillerde dolaşõr. Bir bakõma haksõzlõğa başkaldõrõ olur. Karamsar gönüllere ay- dõnlõk ve gönül gücü (moral) olur. Üstelik her gecenin bir gündüzü olduğunu muştular! ‘Ülkemi seviyorum’ diyen gerçek vatanseverler, Cumhu- riyete yürekten bağlõ kalanlar ve kişilik sahibi adam gibi adam- lar; deneyimli devlet adamõ İs- met İnönü’nün o anlamlõ özde- yişinin de elbette bilincinde olurlar: “Bir memlekette na- mus erbabı, lâakal (en azın- dan) namussuzlar kadar ce- sur olmadıkça, o memleket için kurtuluş yoktur.” Gelecek kuşaklara erdem ve güzel bir vatan bõrakmak asõl görevimiz olmalõdõr. Gerçek Vatanseverler Muhsin DURUCAN Eğitimci yazar
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear