28 Aralık 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

2C DÜNYADA BUGÜN ALİ SİRMEN olaylar ve görüşler ‘Derin Devlet’i Bırak! ‘Sığ Devlet’e Bak Sen! Derin devleti engellemenin yolu devleti şeffaflaştırmak, görünen devletin hesap vermesini sağlamaktır. ??? Türkiye’den örneklerle açayım konuyu. Türkiye’de anayasanın öngördüğü, laik demokratik sosyal hukuk devleti yapısını, İran’dakinin tıpatıp aynısı olmasa bile benzeri İslami cumhuriyete çevirmeye çalışan bir sivil darbe yürürlüktedir. Bu derin devlet ile değil, görünen devletin içinde herkesin gözü önünde cereyan etmektedir. Örneğin, geçen dönem hükümetinin Milli Eğitim Bakanlığı Müsteşarı, mahkeme kararlarını uygulamamaktan tam dört kez, yargı tarafından mahkum edilmiştir. Bir milli eğitim bakanlığı müsteşarı derin devletin değil, göze görünür devletin üyesidir. Rejim derin değil, sığ devlet tarafından çiğnenmekte, bozulmaktadır. Hemen belirteyim bu zat şimdi AKP’den milletvekili olmuştur. Ergenekon iddianamesinin derin devletin üzerine gittiğini söyleyen, Star gazetesi başyazarı Mehmet Altan ile CNN’de tartışıyorduk. Altan, Hrant Dink cinayetini derin devletin bir örneği olarak ileri sürdü. Doğrusu bu iddiaya elimde olmadan, herkesin gözü önünde güldüm. Hırant Dink cinayetinden devletin kasta varan kusuru yüzünden birinci derecede sorumlu olduğuna tabii ki, katılıyorum. Ama hangi devletin? Derin devletin değil, “sığ devlet”in! Dönemin İstanbul Valisi, İstanbul Emniyet Müdürü, Trabzon Emniyet Müdürü, o andaki ve şimdiki Emniyet İstihbarat Daire Başkanı... bunlar derin devlet midirler? Bunlar herkesin gözü önündeki yetkililer değiller mi? Bunların olaydaki sorumlulukları gün gibi ortada değil mi? Peki bunlara bir şey yapmayıp, seyirci kalıp, Hrant Dink cinayetini “derin devlet”e yüklemek, ayıp değil mi? Derin devlet diyenler, işbaşındaki iktidarların sorumluluklarını gözden kaçırıp onları aklamaya çalışanlardır. Siz siz olun bunlara kanmayın, derin devleti bir yana bırakın, “sığ devlet”e bakın. Ziya Paşa diyor ki: “Yıldız arayıp gökte nice turfa müneccim Gaflet ile görmez kuyuyu rehgüzerinde” Gidinin turfa müneccimleri sizi! asirmen?cumhuriyet.com.tr 1 AĞUSTOS 2008 CUMA rgenekon operasyonu” dehşet ile kahkahanın kesiştiği noktada yer alıyor bence. Dikkat buyurunuz, henüz delilleri ortaya çıkmamış olan Ergenekon iddianamesinden söz etmiyorum. Onun görüşülmesine üç ay sonra başlanacak. Ama bu üç ay içinde, bana inanılması güç ve bir sürü tutarsızlıkla malul görünen iddianame çerçevesinde, sanki her şey gerçekmiş ve ispatlanmışçasına yapılan yayınlar sürecek. Bu davadan tutuklu sanıkların (ki bir bölümü bir yıldan fazla süredir içerdeler) bulunduğu bir davanın duruşmasının bu kadar ileri bir tarihe atılması hukuka uygun görünmüyor. Daha da vahim olanı, bu süre zarfında, kimileri bütün bu iddiaları kesinleşmiş yargı kararıymışçasına topluma kabul ettirmeye çalışacaklar. Ergenekon operasyonundan medet umanlar, Türkiye’de uzun süredir sözünü ettikleri “derin devlet” olgusunu gündemin baş maddesi haline getirerek, toplumun dikkatlerini göz önündeki gerçeklerden başka yerlere kaydırmaya çalışacaklar. Oysa Türkiye’de ne olduğunu anlamak için, her şeyden önce, göz önündeki devlete bakmak gerek. ??? “Derin devlet”ten kasıt nedir? Ne olabilir? Devletin içinde, önde görünmeyen, yasal yetkilerinin ötesinde yetkilerle donatılmış olan ya da donatılmasa bile böyle yetkileri fiilen kullanan kişiler, bazı gizli saklı işler yapıyorlar ve devletin yasal işlemesini engelliyorlar ya da yolsuzlukların usulsüzlüklerin ortaya çıkmasını engelliyorlarsa, derin devletten söz edilebilir. Yahut da, kimileri devletin erkini perde arkasından kullanarak, yasadışı girişimlerde bulunuyorlarsa derin devlet var demektir. Birçok ülkede, derin devletin varlığından söz edilir, birçok demokraside de meydana gelmiş olaylar, derin devletin varlığı kuşkularını güçlendirir. ABD’de, Başkan Kennedy’nin 1963 yılında öldürülmesi, cinayetin gerçek faillerinin ortaya çıkarılmaması gibi, buna bağlı olduğu ileri sürülen diğer cinayetler derin devlet kuşkusunu derinleştirmiştir, tıpkı Fransa’da 1936 yılında işlenen Stavinsky cinayeti ve 1965 yılındaki Ben Barka’nın kaçırılması olayları gibi... Ama genelde, devlet mekanizmasındaki bozukluklar, daha çok derin ya da görünmeyen devletten değil, görünen göz önünde olan “sığ devlet”ten kaynaklanır. “E 85. Yıldönümünde Lozan... Lozan’da elde edilen kazanımlar teker teker elimizden alınıyor. Büyük emeklerle gerçekleştirilen fabrikalar, limanlar, bankalar, sanayi kuruluşları, teker teker elden çıkarılıyor. Türkiye 85 yılın en büyük borçlanmasıyla karşı karşıya bulunuyor. Lozan’dan 85 yıl sonraki Türkiye’de, günümüzde büyük bir savaş yaşanıyor. Aslında savaş Sevr yandaşlarıyla Lozan yanlıları arasında gerçekleşiyor. PENCERE Türkiye Kuşatıldı... üngören katliamını bizim gazete şöyle vurguladı: “Çifte bombalı saldırıda biri henüz doğmamış bebek olarak 18 kişi yaşamını yitirdi. 7 yaralının durumu ağır. 115 yaralının çoğu taburcu edildi. 50’ye yakın kişinin tedavileri sürüyor.” Çoluk çocuk, kadın, erkek, genç yaşlı... Hepsi de canavarlığın kurbanı oldular... ? Peki, bu akıl almaz cinayetin, havsalaya sığmaz katliamın sorumlusu kim?.. Kimisi El Kaide diyor.. Kimisi PKK.. Soru kesinlikle aydınlatılmalıdır... Gerçi bu kadar iğrenç, bu kadar alçakça bir eylemi hiçbir örgüt üstlenemez... Hangi örgüt terörist de olsakalkıp “ben bebek katiliyim” diyebilir?.. Böyle bir şeyi söyleyebilen örgüt, kendi kendisini insanlığın ve dünya kamuoyunun gözünde mahkum etmiş demektir... ? Türkiye’de öteden beri particilik, siyaset, kulisçilik, üçkâğıtçılık iktidarın Emniyet güçlerine yaklaşımını belirlemiştir... Yeni bir parti iktidara geldi mi, gözü polistedir... Hemen eski kadrolar temizlenir... Kilit noktalarına iktidarın adamları yerleştirilir... Siyasetle uğraşmaktan güvenliğe zaman ayırmaya vakit kalmaz... AKP iktidarı bu yolda şampiyon... Fethullah Gülen de cabası... Oysa polis, hele bu süreçte, devlet güvenliğinin can damarı... ? Güngören katliamına bir göz atmak, Türkiye Cumhuriyeti’nin hangi tehdit ve tehlikelerle kuşatıldığını anlamak için yeterli... Ama, Türkiye’de rejim çağdaş demokrasiden ve ülkenin varoluş kaygılarından çok uzaklara düştü... Acaba Güngören katliamı gözümüzü açar mı?.. Sanmıyorum... Devletin varoluşunu değil, kendi iktidarının önyargılarını önde tutan kafalar bugün Türkiye’nin başında... Sorunlar da bu noktada çözümsüzlüğe kilitleniyor... ? En yakın olasılık ne?.. Uzmanlar diyorlar ki: Katliamın arkasında ya El Kaide var... Ya da PKK... Biri dinci... Öteki bölücü... Türkiye kuşatılmıştır... G Alev COŞKUN II. Meşrutiyet’in 100. yıldönümüydü, Lozan Anlaşması’nın imza altına alınmasının 85. yıldönümüdür. Bu tarihler Türk’ün uluslaşma tarihinin iki önemli günüdür. Lozan, son derece önemlidir, çünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası bir anlaşma ile kabul edilişidir. Lozan aslında Anadolu coğrafyasından Türkleri söküp atmak isteyen güçlerin ve bu girişimleri uluslararası bir belgeye bağlayan, Sevr Antlaşması’nın yırtılıp atılmasının yıldönümüdür. Lozan’ı iyi anlayabilmek için Sevr’i anımsamak gerekir. Kısaca özetleyelim, Sevr’de ne isteniyordu? Sevr Antlaşması’na göre Türkler Trakya, İstanbul, Ege Bölgesi, Marmara Bölgesi ve Doğu Anadolu’dan sürülüp atılıyordu; böylece Türklerin Konya, Ankara, Çankırı gibi illerin içinde bulunduğu bölgede, denize çıkışı olmayan ufak bir köylü devleti olarak kalması isteniyordu. Kuşkusuz bir süre sonra da tamamen bitirilmesi planlanmıştı. Sevr Antlaşması ile Türklerin bin yıldır vatanı olan bu topraklar ellerinden alınıyor, Yunanlılara, Fransızlara, İngilizlere, İtalyanlara ve Ermenilere bölge bölge dağıtılıyordu. Ama Türkler, tarihlerinin en büyük imtihanlarından birisini Atatürk’ün önderliğinde bütün dünya önünde veriyordu. Bu mücadele sadece o dönemin en büyük devletlerine karşı değil, aynı zamanda kendi padişahına ve içerdeki satılmış işbirlikçilerine karşı da veriyordu. Bu cehennemi andıran bir ölüm kalım mücadelesiydi. Ateş ve ihanet yaşanıyordu. Büyük şair Nâzım Hikmet’in dediği gibi: “Yaralıydı, yorgundu, fakirdi millet, En azılı düvellerle (devletlerle) dövüşüyordu. Fakat dövüşüyordu. Köle olmamak için iki kat, iki kat soyulmamak için...” Ulusun 30 Ekim 1918’de Mondros Ateşkesi ile başlayan kötü yazgısı tersine döndü, 9 Eylül 1922’de zaferle sonuçlanan Atatürk’ün önderliğindeki antiemperyalist savaşla değişti. Ama bu yetmezdi; askeri alanda kazanılan başarının Lozan’da diplomasi zaferi ile taçlandırılması gerekiyordu. Lozan görüşmeleri 20 Kasım 1922 günü başlayacaktı. Her zaman olduğu gibi, o günün süper güçleri, çelişki yaratmak için Lozan Konferansı’na İstanbul ve Ankara hükümetlerini birlikte davet etmişlerdi. Osmanlı Sadrazamı Tevfik Paşa, milli mücadelede yayımlanan idam kararlarını, şeyhülislam fetvalarını, hilafet ordusu girişimlerini unutup, sanki Babıâli ile Ankara arasında hiçbir çelişki yokmuş gibi Ankara’ya telgraf çekerek “Osmanlı devlet ve milletinin başına daha büyük zararlar gelmemesi için” Lozan Barış Konferansı’nda birlikte hareket etmeyi önerdi. Utanmazlığın bu kadarı da olamazdı... Mustafa Kemal, sadrazama “Türkiye devleti, yalnız TBMM tarafından temsil olunur” diye yanıt verdi. Osmanlı sadrazamının başvurusu 30 Ekim 1922 günü TBMM oturumunda okunduğunda tepkilerle karşılandı. Bu bunalımdan önemli bir sonuç almayı Atatürk sağladı ve 1 Kasım 1922’de TBMM kararıyla Osmanlı saltanatı kaldırıldı. İşte Lozan görüşmeleri bu çok önemli gelişme ile başlamıştır. Lozan’da bütün dünyaya “Biz artık yepyeni çağdaş bir devletiz” mesajı verilmiştir. Lozan’a giden heyetin başkanlığına, Ulusal Savaş’ın Batı Cephesi Komutanı İsmet İnönü getirildi ve TBMM, Lozan’a giden heyete verdiği talimatta: Sınır ve toprak konusunun kesin çözümünü, Türk topraklarında bir Ermeni devleti kuruluşunun reddedilmesini, Türk Boğazları’nın yabancı askerlerden temizlenerek tamamen Türklerin denetimine bırakılmasını; Kapitülasyonların reddedilmesini, Azınlık sorununun mübadele (karşılıklı göç) ile çözümlenmesini, Türk yargısının tam olarak geçerliliğinin sağlanmasını istedi. ASIL KONU EKONOMİ Lozan Konferansı’nda temel tartışma, ekonomik konularda yoğunlaştı. Batı dünyası kapitülasyonların sürdürülmesini istiyordu. Konferansta müthiş bir dayatma vardı, ancak bu dayatmaları kabul etmeyen İnönü ve Türk delegasyonu, Lozan görüşmelerini terk etti (14 Ocak 1923). Daha sonra tekrar toplanan konferansta Batı devletleri Türk taleplerini kabul etmek zorunda kaldı. LOZAN’IN ÖZÜ ŞUDUR 1 Lozan ilk antiemperyalist savaşı yapan Türklerin varlığını tartışmasız kabul eden uluslararası bir belgedir. 2 Anadolu’yu bölen Sevr Antlaşması yırtılıp atılmıştır. 3 Lozan, kapitülasyonları kaldırmış ve bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığını kabul etmiştir. 4 Çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun kale kapısıdır. GÜNÜMÜZ TÜRKİYESİ Günümüzde Lozan’da elde edilen kazanımlar teker teker elimizden alınıyor. Büyük emeklerle gerçekleştirilen fabrikalar, limanlar, bankalar, sanayi kuruluşları, teker teker elden çıkarılıyor, babalar gibi satılıyor. Adeta kapitülasyonlar teker teker bizden geriye alınıyor. Türkiye 85 yılın en büyük borçlanmasıyla karşı karşıya bulunuyor. Lozan’dan 85 yıl sonraki Türkiye’de, günümüzde iç politikada büyük bir savaş yaşanıyor. Aslında savaş Sevr yandaşlarıyla Lozan yanlıları arasında gerçekleşiyor. Çok hukuklu toplum isteyenler var, Lozan Antlaşması’nın yarattığı “ulus bilincinin” törpülenmesini, hatta ortadan kaldırılmasını isteyenler var. Ulus bilinci yok edilip ümmet toplumuna dönüşüm isteniyor. Bölücüler, Osmanlıcılar, ümmetçiler, dönekler, liboşlar, şeriatçılar bir olmuşlar, Lozan’ı değil Sevr’i taçlandırıyorlar. Türkiye Cumhuriyeti’nin, anayasanın iki üç maddesinde belirtilen temel kuruluş ilkelerine karşı çıkılıyor. Bu ilkelere tam karşıt yayınlar yapılıyor, konuşmalar yapılıyor. Kendi kurtarıcısıyla ve kendi varlığının temel taşı olan uluslaşma süreciyle 85 yıl sonra hesaplaşmak amacıyla karşıt çalışmalar yapan hareketlere, dünyanın herhangi bir ülkesinde rastlamak çok güçtür. Lozan’ı tanımlayan birçok yapıt, birçok yazar vardır. Türk Ulusal Savaşı’na iyi gözle bakmayan İngiliz tarihçi Arnold Toynbee, sonunda gerçekleri kabul etmek zorunda kalmıştır. Lozan’ı şöyle anlatıyor: “... (Lozan’da) ... dünya, tarihte eşi olmayan bir olayla karşılaşmıştır. Yenilmiş, parçalanmış bir ulusun, bu harabe içinden ayağa kalkması ve dünyanın en büyük ulusları ile tam eşit koşullar içinde karşı karşıya gelmesi ve büyük savaşın galiplerini dize getirerek her istediğini kabul ettirmesi...” İşte, ulusal savaşa karşı olan Toynbee bile bunu kabul ediyor, ama bizim satılmışlar hâlâ Lozan’a saldırıyor. Yazımızı Atatürk’ün Nutuk’taki bu konu ile ilgili yargısıyla bitirelim: “Bu anlaşma, Türk ulusuna yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşması ile tamamlandığı sanılmış büyük bir suikastın önlenmesini bildiren belgedir.” Çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’ni kimse yıkamayacaktır. Laik, çağdaş ve aydınlık Türkiye Cumhuriyeti sonsuza dek yaşayacaktır..
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle