Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
1AĞUSTOS 2008 CUMA dizi SAĞNAK NİLGÜN CERRAHOĞLU C 11 Karaciç’e Kesilen Bilet İtalya’nın “Repubblica” gazetesi için Balkanlar’daki iç savaşı günü gününe izleyen Sırp yazar Biljana Sbrljanoviç de bunu ifade ediyor: “Karaciç’in yakalanması filan masaldır. İlk kareden son kareye dek politik bir karar bu. ” Politik kararın temelinde, AB başkentlerinde oluşan bir “siyasi irade” var: Sırbistan’a Brüksel yolunu açmak… AB’nin iç çekirdeğinde bir kez böyle bir “siyasi irade” oluştu mu, Brüksel kapısının aralandığı ülkenin başına bir sihirli değnek değiyor. Ve çözülmeyen sorun, halledilmeyen pürüz kalmıyor… Bunun örneklerini farklı biçimlerde geçmişte Avrupa’nın en azılı diktatörlüklerinden çıkan İspanya, Portekiz ve Yunanistan’da gördük. Konumuz Sırbistan olduğuna göre bu “sihirli değnek” şimdi Belgrad için nasıl çalıştı, onu görelim… İlk etap, geçen yıl Lahey Uluslararası Adalet Divanı’nın “Srebreniça soykırımına” ilişkin vermiş olduğu karardı. Divan; Srebreniça’nın teknik anlamda bir “soykırım” olduğunu, ancak bu soykırımın “Belgrad’ın bilgisi ya da kontrolü dışına çıkan unsurlarca işlenmiş olduğunu” karara bağladı. Belgrad’da bu karar düğün dernekle karşılandı, hatırlayacaksınız! Böylelikle çünkü, “Sırp devleti” soykırım suçundan “devlet” katında aklanmış oldu. Nerdeyse “naklen yayınla” izlenen ve çok uzun zaman öncesinden hazırlandığı bilinen Srebreniça soykırımı bu kararla zira “Belgrad’ın değil”, “Belgrad denetimi dışındaki birkaç serseri mayının sorumluluğuna” indirgenmişti. “Serseri mayınlar” da; Miloşeviç, Karaciç ve Mladiç’ten başkası değildi…. Miloşeviç, 2002’de gene Lahey’de eski Yugoslavya için kurulan Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne (YUCM) “tek yönlü bir gidiş biletiyle” teslim edilmiş, tiyatroya dönüşen bitmek tükenmek bilmeyen oturumlar sonunda hücresinde ölmüştü… Sırada Karaciç var. Karaciç’ ten sonra da Mladiç. “Sihirli değneğin” devamı pazartesiye… nilgun?cumhuriyet.com.tr Acil hemşiresi Ümmü Afrika savanlarından manzara, ağır bir görme sorunu yaşayan Zeynep kıpkırmızı bir kalp, kızı Emine limonla zeytin, Çiğdem bordo üzeri simli çiçekler, Sevilay da yarım bir portakal boyuyor. Selma yemyeşil ağaçlı, küçük damlı içinden su geçen köyünü anlatıp “bir de çizebilsem” diyor. Evdeki dolabı çizen Pamuk Göçen, bir de şiir yazmış: “Sana rastladığımda üzerinde kot pantolon ceket vardı / seni hâlâ o halinle hatırlıyorum / o anki heyecanımı daha önce hiç yaşamamıştım… / yürüdüm yürüdüm o halin hep gözlerime takılı kaldı / ve o gün bugün hâlâ ben orada kaldım / anladım ki seni çok sevmişim ama çok geçti artık / o ben çoktan evlenmiştim…” Sarma yapmışlar birlikte. Bingül Hanım (solda en başta) adaçayı getirmiş, Kıymet Hanım’ın anlattığını dinliyor Sultan ve Fatma Hanımlar. Kıymet Hanım çok gençmiş o vakitler, saçları belinde sarı başaklar gibi. “Öyle güzel gömlekler vardı ki Almanya’da” diyor, onlardan alıp giymiş, bir de kravat takmış modelli, sonra memlekete, Pertek’e gitmiş de turist sanmışlar. “Genç olsam yine giyer giderim ne güzeldi” diye anıyor bir yaz iznini… Göçte, erkekler geriye dönmedi lmanya’ya çağrılan ve gelenlerin çoğu erkekti. Bu nedenle de, erkeklerin, kadın ve çocuklarının yanına geriye dönmesi, burada kalışı uzun etmeyecek bir “makul ve makbul gerekçe” olarak öyküdeki yerini aldı. Kadın ve çocukların varlığı, dönüşün ana güvencesi oldu bir vakit. Oysa, hızlandırılmış büyümenin yavaşlayan dişlisinde dönüş beklentisi, Almanya’nın denetiminden çıkmaya başlayacak ve toplumsal uzlaşının feshine neden olacaktı. Bu beklenmedik bir durumdu. Oysa 19’uncu yüzyılın başlarında, Avrupa’dan Amerika’ya göçenlerin üçte ikisi geriye dönmüştü… Almanya’ya katılmaya değil, çalışmaya gelmiş bu geçici insanların proleterliklerinden de uzak algılanması, göz ardı edilmemesi gereken ciddi bir veridir. Diğer yanda, gelenlerde kitleselleşecek bir dalga öngörülmediğinden, ona dayalı herhangi geniş varsayımlı ve kavrayıcı tasarım, politik bir gündem veya dosya da yoktu ortada. Günlük aksaklıkları belki giderici, zaman zaman engelleyici, kapatıcı ve kıstırıcı yönerge ve kanunlar, dönemi tamamlamayı arzulayan bir anlayışın yansımalarıydı. Oysa o başında sözü edilen fotoğrafın duyguları, azmi ve olanakları, zincirleme göç ve kaymaların içine bırakacaktı kendini. Hayallerin kurulma şekli değişmişti. Göç eden öncü işçiler, emeğin yer değiştirme ruhunda yer alan işlevleri yerine getirdi. Gelinen ve terk edilen yerlerdeki her şey değişecekti artık. Bıraktıkları ülkede geriye dönme cesaretini sağlamlaştıracak her şeyi yığdılar. Bina, tarla, ev, arazi, minibüs, dövize çevrilebilir mevduatlar, merkez bankası başkanları çağrısıyla açılan yüksek faizli mevduat hesapları, süper emeklilik hüsranları… Bunlar, buralarda kurulup oraya yollanan hayallerdi. Filmler, hikayeler, şiirler, yuvarlatılmış sıfatlarla karşılaşma (gurbetçi, Almancı, Almanya acı vatan…) bir dönemin ağrısına alışmanın da yolu olabildi. Ne var ki o soru yine gizlide bırakıldı: Almanya’nın acılığı acıydı da, neden buradaydık? Bu soru kişisel bir kaderin içine sarılarak, kendi ülkesine sorulmaya kıyılamadı… Dönüş de, tercihten çok, hayal olarak kurulur bir şeydi artık. A bir alt söylemin izleriyle çevresel bir kuşatmayı taşıyacaktı. Emek, kendini çağıranların töhmetine verebildiği yanıtta, ne gönül acıları altında, ne hasretlerle yarattıkları artı değerin nasıl olup da küçümsendiğine şaşabildiğini söyleyebildi yalnızca ve o kadar da sessizce... Böyle efendi bir proletarya nerede bulunabilirdi ki? Göçmenler de bu kuşatmanın etkisiyle düşünsel hiyerarşiye itaat tablolarında kendi içine kapanarak, karmaşık üretim ve örgütlenme mekanizmalarından uzaklaşarak, ayrıksılaşmanın örneklerini vermeye başladılar. Dünyanın yoksul çöküntü merkezlerinden gelip, zengin kapitalist ülkenin kent ve ilişkilerindeki çöküntü merkezlerine itilme, toplumsal dilde “öncü göçmen misafir işçi” kimliğinin referansı, tarihsiz, kendi kendini dayatan yabancıya dönüşmesi oldu. işadamı, farklı mesleklerden çeşitli kanaat önderleri, yazar ve sanatçılar, siyasetçilere rağmen sözü dinlenen muhataplar yaratma için verilen suflelerin çoğu, beklenen derin ve hızlı etkileri yaratmakta pek de başarılı sayılmaz. İki ülkede birden yaşama gibi ciddi bir muammayı, hayatlarını bölerek gerçekleştiren, uzaklığın kendine göre hesap isteyen şeklini ulaşım ve iletişimdeki hızla yeniden ayarlayan, iyimser hayallerini dünyanın yaşadığı tutulma ve tıkanma eşliğinde popüler karmaşaya teslim eden bu eski göçmen, yeni yabancılar, Türkiye’nin canlılığında sosyal ve ekonomik dizimlerindeki yerlerini asla terk etmemektedirler. katsayılarının yüksekliği anahtar bir bilgidir her zaman. Arzu edilen entegrasyonun, ekonomik bir tasarımın dışında tutulmuş olması, üretim ve demokratik konumlanmanın ikinci sınıf hitabetle karşılaşmasını ve kendi kendini tıkayan seyrini de sürdürüyor. Bu haliyle bir yanıyla indirgemecilikle, diğer yanıyla ise yabancıları mazlum konumlarında tutma ve tanımlama, ikna edicilikten uzak veya dışarıdan tepeden bakan paradigmalar adına eleştirliyor. NTEGRASYONDA İLK KURTARILACAKLAR Bir anlamda iyi durumda olmayanın kurtarıcısı olarak tekrarlanan entegrasyon, o fotoğraftaki insanların nereden nereye itildiklerinin de kendi başına mutsuzluğunun dosyalanması gibi bir şey. Terk edilmemiş bir ülkeden geçici bir zaman adına gelip, burada çoğalıp hayat ve hayal kurarak bunları da yine o ülkeye gönderen, oradaki değişkenlere göre yaşayıp buradaki üretim süreçlerinden de ayrıksanmaya başlayan, model ve minyatür örneklerle dönüştürülmeye çalışılan, genişleyen bir kitlesellik oluşturan, tüketim tercihleriyle reklamların hedef kitlesi görülen, oylarıyla da siyasal dil dağarcığında menzile yerleşebilen, geçmişlerindeki ekonomik altyapıyla davranan, hayatta kalma ve gelecek oluşturma hüner ve başarısızlıklarıyla muazzam hikayeleri bağrında taşıyan yabancılar olarak göçmenler ve kuşakları, sosyolojik olgudan fazla, bir izdüşüme denk düşüyor… Almanya’da yeni söylemlere, yeni tanımlamalara ve kurumlara gerek duyurtan göçmen ve yabancıların, bu yeni dönemdeki uzlaşma ve özeleştiri arayışları olabilecek midir? Aidiyet, aradalık, ilham kaynakları, gerilim ve ikna oluş düzlemlerine ilişkin bu derlemede entegrasyonun asli vurgusu merak edilmektedir. İçe alınıp değiştirilecek bir arkaik asimetri midir bu göçmen yabancılar, yoksa değiştirilecek, terbiye edilecek ve ülkelerini terk ederek yabancı oldukları öğretilecek bir kitle midirler? Ait oldukları ülkenin demografik, siyasal ve ekonomik temsilcileri mi? Almanya, en başta sözünü ettiğimiz o fotoğraftaki emekçi kadın ve erkeğin kalbini kazanmak istiyor olabilir miydi acaba? Sonuçta huyunu iyi bildiğimiz bir dilin kollamasıyla, kendimize sorabiliriz: Bu göç, yolda düzelmiş midir? Ya da neden düzelmemiştir? E DÜŞTEN MEMLEKET Göç başladığında, Türkiye 27 Mayıs’ı yaşamıştı. Ardından faşist cuntalar, 12 Mart ve 12 Eylül’ü, arada göreli dönemleri, Ecevit, Kıbrıs, Erbakan, mülteciler, Kürt sorunu ve AKP, dini siyasal kavrayış ve AB üyelik beklentisi süreçlerinin tümü buradaki yaşamın asli günlük duruşunu belirledi. Siyasal ve ekonomik tüm kuruluş ve tasfiyelerin sonuçları, kendilerinin bu ülkedeki davranış biçim ve kültürünü doğrudan tayin eden değişkenler. Bu değişkenlerin taşıdığı canlılık ve öncelik, arabulucu sosyal proje ve talep edilen entegrasyonun ihtiyaç duyduğu önkoşulları boşa çıkarır olmasının diğer nedeni. İki Almanya’nın birleşmesi, neoliberal para ve ekonomi politikalarının Almanya’daki “örgütlü sosyal kapitalizmi” yeniden elden geçirten çevriminin yol açtığı hakları kısma, geri alma operasyonlarının eşliğinde, göçmenlerin yabancılar olarak, alt, paralel yaşam ve kültür mühürlenişleri de rastlantı değildir. Yerli işgücüyle kıyaslanamayacak “öncü göçmenlerin” ya da yaygın deyişle “birinci kuşağın” çocukları, yabancı sayılarının içinde alt başlıklar halinde eğitim, dil, işsizlik paragraflarının demirbaşları olarak yabancılar yasalarının ve entegrasyon derslerinin arasındadırlar artık. Aidiyet duygusunun başlıca makamı olan yerleşikliğin imkanı yok bilinenin dışındaki hüviyeti, yol açmakta son derece zayıftır. Toplumlarda dışlanabilme meşruiyeti yaratılmış kesimlerin kâr hesaplarındaki ENTEGRASYON CELBİ Ne ki, dünyanın çeşitli halklarından insanların denizlerde ceset ceset sayılmayı göze alarak Avrupa’ya gelişi zorlaması, kontrolu elinde tutacak tüm tasarımlarını devreye sokarken, kalıcı hale gelen “Gastarbeiter”lere de entegralist merkezi bir dil geliştirildi. Artık yeni izah ve arabulucular gerekiyordu. Yabancılar meclisleri, işbirliği konseyleri, kültür dernekleri, cami ziyaretleri, din derslerinin organizasyonu, ortak dualar, aile içi ilişkilerde model tekliflerle ablaya, kızkardeşe namus bekçiliğini kınayan afişler, sivil toplum projeciliğiyle ifadesini bulan bu arabulucu fonksiyonlarla, kalıcı olunacaksa bunun nasıl yapılacağı gösterilecekti artık. Yerleşik toplumsal formlar adına entegralist teorileri bu arabulucu zihin örgütleyecekti. Bunun adına örnek modeller yaratma çabası ise entegrasyon tasarısının en eklektik noktası olarak aşılabilmiş değil henüz. Kendisini bir homojenlikle ifade etmesine karşın, analitik bir açıklayıcılık taşımayan etnisist veya kültürel girişimler beklenen huzuru yaratamıyor. arınca ezmez “alternatif tıp gurusu” fotoğrafıyla kendisine yeni kimlik, yeni isim, yeni hayat ve şöhret edinen Dr. Dabiç/Karaciç’in Belgrad’ın göbeğinde, bir otobüste yakayı ele vermesi, dünya âlemi gafil avladı. Film gibi gerçekten. Başına 5 milyon dolarlık fidye konulmuş bir adam, plastik ameliyat filan yaptırmıyor. Birkaç kilo veriyor, saç sakal uzatıyor, yüzüne de iri bir gözlük yerleştiriyor. Tamam. Hepsi bu. Belgrad’da azılı Sırp milliyetçilerinin barı olarak tanınan “The Madhouse”aTımarhane! düzenli biçimde takılıyor. Kendi Karaciç versiyonuportresi başta olmak üzere duvarları Miloşeviç ve “Sırp kasabı” Mladiç’in resimleriyle bezeli olan barda, Allah’ın günü birkaç tek atıyor… Kendi fotoğrafı altında oturup megalomaniye bakın! bar müdavimleriyle koro halinde geleneksel Sırp şarkıları söylüyor. İnternette siteler açıyor, makaleler yayımlıyor, konferanslar veriyor, TV programlarına çıkıyor… “Dr. Dabiç” damgası taşıyan bu “ikinci hayat kimliğiyle” etrafında yeni bir “aura” ve yeni bir mürit kitlesi yaratıyor. Belli bir çevrede aranan, sevilen, sayılan yepyeni bir “new age” doktoru sıfatıyla, toplumda kısacası küllerinden yeniden doğuyor ve bir yer ediniyor. Bu kadar rahat. Bu kadar rahat olduğu için de bunca zaman 13 yıl! sonra durduk yerde yakalanmasına kendi de şaşıyor: “Allah Allah!” diyor eski cani/yeni doktor: “Karaciç olduğumu bilen yoktu ki, beni kim ele verdi?” Yeni teknolojiler marifetiyle sıradan insanların evlerinin gözlendiği çağda, Karaciç’in besbelli çok övündüğü ve güvendiği soğukkanlı dehasıyla (!) bağdaşmayan “naif” bir soru bu. Karaciç rastgele bir suçlu gibi “kıskıvrak yakalanmadı” tabii ki. “Reel politik”, fevkalade ilginç bir dizi gelişme ardından, kendisine bir “Lahey bileti kesildi”! “Dayton Anlaşması’nın” başaktörü Holbrooke’un ifadesiyle, tek yönlü ve geri dönüşü olmayan, “yalnızca bir gidiş bileti” bu. Belgradlı Dr. Dabiç’in Hollywood senaryolarına taş çıkartan, gerçek ötesi macerası üzerine söylenecekler bundan ibaret… K NE GÖNÜL ACILARI Ancak bu biçimiyle yeniden oluşan durum, beraberinde, gelinen ülkedeki sosyoekonomik, politik tutumlarda da negatif GÖÇ MEDARI İFTİHARLARI Göçmen yabancılara hep hatırlatılan binlerce market ve döner dükkanı sahibi ‘Üretim kooperatifleri bir çıkış olabilir’ kendi kaynaklarını kullanmasıyla mümkün. Geldikleri veya bulunduklaru yerlerde geçmişlerinde kendilerine sunulan bir özel donanım ve altyapı olmayınca, onlar da en iyi yapabildiklerini yapıyorlar, beklemiyorlar. Sohbetse sohbet ediyorlar, bahçeyse bahçe ile uğraşıyor, erkeklerden daha çabuk yerleşiyorlar. Kendi kaynaklarını fark etmede belki dinamizm ve ayrıştırmaya böyle kurumlar aracılığıyla ulaşmaları mümkün oluyor. Buradaki sosyalleşme önemli. Bir mekanın içinde birey olarak yer edinmek, güç veriyor.Dayanışmayı geliştiriyor. İmece yapıyorlar, arabası olamayan arkadaşlarının market alışverişine yardım ediyorlar, varsa zayıfın düşmesini önlüyorlar da. Dayanışma birbirinin yüzüne bakabilmenin hoşnutluğunu veriyor. Peki, erkekler kadınları engelliyor mu? Bu dayanışmayı değil ama, kadınların direniş noktalarındaki arayışları engelliyorlar. Reis hallerini aşıp bir yaratıcılık içine giremediler. Yere basamamış gibi bir ruhsal halleri var. Yerlerini bulabilmiş değiller, el yordamıyla sürdürüyorlar hayatı ve o yordam da kahveye çıkarıyor yollarını. Entegrasyon, söylemi nasıl yansıyor? Bu noktada farklı olanla yakınlaşmak önemli. Farklılıkların uyumlandırılması açısından bakmak gerek. Farkları reddetmenin işe yarayacağını düşünmüyorum. Buna bağlı olarak aslında yerel yönetimler , mahallelerde çocuk ve gençlerin durumlarını iyi tespit etmeli. Onların gelişimlerini sağlayacak çalışmalar organize edilmesine önayak olmalıdır ki, gençler, geleceğin yetişkinleri olarak kendilerinin bu ülkede yer edebileceğine ikna olabilsinler. Bu alandaki ciddi eksiklik nedeniyle çözümsüzlüğe itilip, kendilerini milliyetçi ya da dini oluşumlarda ifade ediyorlar. Kadınların Almanya’daki romanlara yansıyan öznelliklerinin yanı sıra, kendini dini bir ifadeyle tanımlamaları süreci de yaşıyoruz. Bu süreçte ne gibi gözlemleriniz oldu? Romanlarda genellemeler var, sosyolojik emeller ve onların üretim ilişkisindeki yansımaları yer almıyor, temellenemiyor. Bu kişisel bir kader ve çıkmaz. Neden öyle olabildiği konusunda fikir vermeyen, yüzeysel şeyler. Sosyolik bir anlam taşımadıklarını düşünüyorum. Ama görüldüğü kadarıyla da epey bir piyasası var. Bunlar düşünce geliştirici ve açıcı değıller. Kaldı ki genellemelerden kaçınmak gerekir. Sözgelimi Türkiye`deki siyasal sosyal etkinin yansıması olarak dini tutumlar var tabii, ancak kadınların arayış içindeki noktalarında kimi kez bunu görebiliyoruz, ne var ki homojen değil. Ulaşabildiğim alanlarda kadınlarla yaptığım çalışmalarda, vurgulanmasına özel önem verdiğim bir şey şudur: Kişisel gelişiminizi öne çıkarın; dil kursu mu olur, resim mi, meslek mi, neyse, gruba ait olma değil... Gruba ait olununca sınırlar o grubunki kadar oluyor, tıkanma başlıyor. O yüzden özkaynaklarını üretime aktararak dönüşüm önemli. Bu nedenle kadınların üretim kooperatifleri örgütlenmesinde yer almalarını hayal ediyor ve öneriyorum hep. Türkiye kökenli göçmenlerin yoğunlukla yaşadığı Stahlhausen mahallesinde IFAK e. V’ye bağlı olarak kadın çalışmaları yürüten Nejla UstaYıldız, kadınların bir üretim kooperatifi örgütlenmesi için modeller geliştirmesinden yana. Kadın çalışmalarında ne gibi çıkarımlardan söz edebilirsiniz? NEJLA USTAYILDIZ Göçün aidiyetsizliğinin kırılması kadınların ochum IFAK. e.V’de danışmanlık hizmeti veren sosyal pedagog Mustafa Çalıkoğlu dini cemaat ve tarikatların sosyokültürel etkinliklerine dikkat çekiyor. Çalıkoğlu “dini örgütlenmelerle artan ilişkiye paralel olarak. toplumla bağların kesildiğini, bundan da en çok çocuklar adına endişe duyduğunu” söylüyor. Yaptığınız çalışmalardaki gözlemleriniz nelerdir? MUSTAFA ÇALIKOĞU Genel gelişmeye bağlı olarak burada da dini yapılan tarikat cemaat örgütlenmelerinin varlığı biliniyor. Bizim çeşitli danışmanlık hizmetlerimizi almaya gelen göçmenler özellikle Türkiye kökenliler açısından bunun hissedilir etkilerini görmek mümkün. Değişen dil, hitap biçimleri, camilerdeki kurslardan etkilenip okullarda dini misyonla hareket etmeye çalışan çocuk ve gençlerin yarattığı sorunlar, çalışma dairelerine cuma günleri çalışamayacaklarını bildiren işsizler, dini inançları gereği eşlerinin çalışamayacağını belirten düne kadar dini inaçlarını kendi halinde yaşayan, ama bugün dini referanslarıyla hat çeken bir davranış var. Bunun doğrudan Türkiye`deki sosyoekonomik ve politik eğilimlerle ilgili olduğu açık: Buraya yansımalarını şimdilerde daha genişleyen hallerde görüyoruz. Mesela ciddi bir alan çalışması görülüyor. Türkiye’den aile birleşimi, üniversite öğrencisi ya da işyerinin talebiyle gelenlerin sohbet toplantıları, ders yardımları, seyahatler vs gibi biçimlerde giriştikleri faaliyetler biliniyor. Bunun yarattığı kapanma ve atalet elle tutulur halde. Öyle oluyor ki, kendilerini hayati olarak ilgilendiren bir mektup alıyorlar, ama onun önemi azalmış kafalarında. Sonra geliyorlar o mektupla, randevu zamanı geçmiş, sosyal hakkına ilişkin kaybı kesinleşmiş... “Neden bu gecikme?” sorusunu karşılayışından anlıyorsunuz, öyle bir kapanmış, öyle bir teslimiyet ve atalet içinde ki, cemaat ruhu gerçeklik İslamcı etki yayılıyor B le bağını zayıflatmış. Entegrasyon ne oluyor bu anlamda? ÇALIKOĞLU Bu moda bir kavram; her şeyi taşıyor. Herkes farklı şeyler anlıyor. Almanya, kendisinin yapması gerekeni erteliyor. Kendi bir şey katmadan yabancıların uymasını istiyor. Kadının ve erkeğin daralan alanlarına eğitim, iş, eşit haklar temelinde yaklaşılmamasının sonuçları ağır olur. Ben en çok çocuklara üzülüyorum. En çok onlar adına endişeleniyorum. Pedagogların yapması gereken işleri camilerde hocalar yapıyor. “Kim çocuğunu daha iyi islami usullere göre eğitiyor” yarışı bile var ortalıkta. Hafta sonları hep camideler, dini bilgilendirme kaygısının ötesinde öyle çok zaman alınıyor ki, çocukta, başka sosyal olanak ve davranış kültürü gelişemiyor. Koptukça da cemaat dil ve bağından başka seçenek tanımadan gelecekleri çalınıyor. Cemaatler de burjuva demokrasisinin nimetinden faydalanıp meşru zeminlerde çalışıyor, dernek tüzüklerinde alman anayasasına bağlılık bildirimi var, oysa tavır ve dil, şeriat hükümleri üzerinden. Toplumlar arasındaki mesafenin bu şekilde açılışını, entegrasyonun her ucunda yer alanların gördüğünü sanıyorum. B İ T T İ