23 Kasım 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

16 C P E R V A S I Z P kitap E R T A V S I Z 1AĞUSTOS 2008 CUMA Enis BATUR Tanpınar’la Baş başa ersi söyleniyor: Tanpınar’la Başbaşa’nın yayımlanış ve yayına hazırlanış biçimi neredeyse utanç verici; iki profesör değil de, iki lisans öğrencisi yapmış olsaydı o işi, mezun edilmezlerdi. Araya giriş münasebetsizlikleri bir yana, yanlışlar ve eksiklerle dolu kitap, sunumun köhneliği cabası. Kanıtlamak zor değil bu söylediklerimi: Yapılmadıysa, yeni baskı için bana ve Ekrem Işın’a versinler hammaddeyi, gösterelim iş nasıl yapılırmış savlılıksa, evet, savlılık: Hodri meydan! Kitabın içeriğinin, başta Hilmi Yavuz, kimilerinde düşkırıklığı yaratması şaşırtmıyor: Bir insan, bir yazar aslında nemene bir şeydir, derinlemesine düşünmemiş kişiler bunlar: Kafalarında yarattıkları bir imgeyi tersyüz etmiş gerçek. Sorulmaz mı: Neden onu öyle sanmıştınız?! Günlükte beni şaşırtan, düşkırıklığına uğramama yol açan tek satırla karşılaşmadım kendi payıma: Kafamda kurulu, hazır edilmiş bir Tanpınar yoktu; bilmediğim, bilemeyeceğim çok şey öğrendim iç dünyaları hakkında, yapıtına farklı bir donanımla bakmamı sağlayacak katmanlar çıktı karşıma. Bir yazarı yapıtı nedeniyle merak ederiz; kişiliğinde tuhafımıza giden özellikler keşfetmemize yol açan, siyasal perspektifinde hiçbir biçimde paylaşmadığımızı gördüğümüz bilgiler edinmemizle sonuçlanan yeni bir okuma, yeni bir kaynak bizi yargıç kisvesine büründürmemeli. Fatin Rüştü’nün asılmasına sevinmesini havsalam almadı örneğin, siyasal bakışaçısı külliyen ters bana, gelgelelim, ne bunlar, ne başka konular değiştirebilir Tanpınar’ın yapıtına yaklaşımımı; ‘kırtıpil’liğine gelince, okuduğum günlük bende böyle bir yargı geliştirmedi açıkçası, bunu ancak insan dramını göremeyecek ölçüde sığ ve küt duyarlıklı kişilere yakıştırırım. Benimkisini, buraya dek söylediklerime bakarak, ‘toz kondurmamak’ kapsamına sokmak eldedir. Öyle olmadığını, bu noktadan sonra dile getireceklerim kanıtlayacaktır. Tanpınar, günlüklerinin ölümünden sonra okunmasını diliyor bir yerde. Gelgelelim, küçük bir oran dışında tutulursa, yazmamış ki günlüğünü! Olsa olsa bir steno yaklaşımına sığınmış, KULE CANBAZI SUNAY AKIN Herkes Gibi Ayağa Kalkmışlardı hangi bir sanat eserini anlamama, çok yanlış yorumlama hakkı vardır. Ama o insanın, bir sanatçıyı aşağılama, küçük düşürmeye çalışma hakkı yoktur. Sayın Uysal yazısında ne yazık ki şu saldırıyı yapıyor: “Bir şairin şiirinin bir tek kıtasını alarak yorum yapmak, münasebetsizliğin dik âlâsıdır!” Oysa benim yaptığım şiirin yorumu değil, bir kıtadaki bilgi yanlışlığının aydınlatılmasıdır. Bu yüzden, tarihi bir olay olduğu için, Anday’ın sadece kıtalararası saat farkının kurbanı olan kıtasını yazıma aldım. Sayın Uysal yazısında “oysa şu şiirin güzelliğine bakın” diyerek tüm kıtalara yer vermiş. Ersan Uysal “münasebet” buyurur da, “Ayçöreği ve Denizyıldızı” adlı kitabımdaki Rosenbergler’i anlattığım bölümü okursa, Anday’ın şiirinin tamamını orada da bulabilir… Ve lütfedip de bakarsa, kitabın ilk basım tarihinin de “1998” olduğunu görebilir!.. Ayrıca bu konu, benim, Melih Cevdet Anday ustamız hayattayken dile getirdiğim ve kendisinin de takdirini kazanmış bir konudur. Sunay Akın’ı okuyanlar, tek kişilik gösterisini izleyenler, yaptığı radyo ve televizyon programlarını izleyenler, Anday’ın Rosenbergler için yazdığı “Anı” adlı şiirini ezberinden defalarca okuduğunu, Anday’ın çok sevdiği şairlerden biri olduğunu zaten biliyorlardır… Ben, Sayın Uysal’ın ne yazık ki, saldırısının yalnızca yazısındaki “münasebetsiz” deyişinde kalmasını isterdim… Ama, Sayın Uysal beni aşağıladığını sanarak şunları da söylüyor: “Özellikle bu münasebetsizlik; kendisi de şiir çiziktiren biri tarafından yapılabildiyse!!!!!” T neredeyse üşenmiş yazmaya. Kitabın bana kalıra en yakıcı zaafı burada. Klaus Mann’ın günlüğünde de benzeri yakınmalarım olmuştu, anımsıyorum. Bir “not defteri”, daha çok. Oysa, bu defterlerin içerik vaadını geliştirebilseydi, bir anıtkitap çıkabilirdi önümüze; gizilgücüne dayanarak söylüyorum bunu. İki büyük ‘arıza’ sürüklüyor defterleri: Gövde ve ruh eksenlerinde. Kronik sorunlarıyla, gövdesi hiç rahat bırakmamış Tanpınar’ı: Tepeden tırnağa, birinden öbürüne sıçrıyor irili ufaklı endişeler. Ruhsal düzlemde, ahtapot görünümü egemen: Yoğunlaşamama, nabız ritmine yerleşmiş; parasızlık ve yalnızlık da. Biribirilerine sıkısıkıya Ahmet Hamdi Tampınar kenetli sorunlar ya bunlar, hangisi hangisini tetikliyor, çözümlemek olanaksız. Bir kadın (eş), her şeyi değiştirir miydi? Sandığı gibi (ki ben sanmıyorum), yeterli ekonomik gelir durumunun düzelmesini sağlayabilir miydi? Dilediği ölçüde kendisini yapıtına, yazmak istediklerine verebilseydi, parasızlığın ve yalnızlığın içzararlarını en azından hafifletebilir miydi? Abes sorular, farkındayım. Tanpınar’ın düğümleri böyleymiş, bana kalırsa başka türlü olamazdı da gene ‘natura’ sorununa dönüyorum. İnsanlarla, dostlarıyla ilgili ekşi, acı, okkalı sözleri yadırganmış. En ağır yargıları kendisine ayırdığını göremiyor mu o yargıyı getirenler? Bunca günlük okudum bugüne dek, aynasına bu denli sert bakana rastlamadım. Arasıra yüceltiyor ya şiirini ya da yaptıklarını, hemen ertesinde ezmekten geri durmuyor. Sonuçta, iktidarsız bir kişiliğin, iktidarsız bir gövderuh akışımının ultradramatik koşulu sızıyor günlüğün her satırından. Görünmekten kaçınmaması, farklı görünmemeyi üstlenmesi gücünü pekiştiriyor bence. Zayıf yanları, kendisinde gördüklerinden çok göremediklerinde oysa belki de: Onca Osmanlı gibi duran, onca Fransız aslında. Dili örneğin, anlamsız ve üzücü biçimde piç, yerli yersiz (ve çok sık) Fransızca kullanması, Türkçeye diklenişindeki kütlük, düpedüz bozuk ve başıbozuk bir ifadeye sürüklüyor Tanpınar’ı. Etrafında döneyazdığı birkaç önemli tasarısını düze çıkaracak vakti varmış gerçekte, iradesi yetmemiş. Aydaki Kadın’ı, Paris kitabını, bir deneme toplamını on yılda yazamaz mıydı? Bir türlü bitiremediği şiirleri bitiremez miydi? Yalnızca yazamadığı günlüğünü hakkını vererek yazsaydı, üstelik hayli önemsediğim Ataç’ın ve Cemil Meriç’in günlüklerinden daha zengin bir kitap koyabilirdi ortaya. Çevresindekiler gerçekten görmemiş onu, ola ki bir karizma eksikliği etkili olmuştur. O açıdan Ataç sözgelimi talihliymiş; Sait Faik de. Karizma tuhaf bileşim ya da bileşim eksikliğidir: Yazınsal açıdan onunla kıyaslanamayacak bir Kemal Tahir mıknatıs gibiymiş besbelli, Tanpınar bir karşımıknatıs gibi onun yanında. Tabii, Yahya Kemal’den hiç söz etmiyorum: Çoğu niteliksiz de olsa, onlarca uydusunu etrafında döndüren bir ana gezegen kimliğiyle yaşamış, ölmüş. Tanpınar’la Başbaşa, ne olursa olsun, engin ufuklu hammadde. Edebiyatın bütün derinlik sorunlarını içeriyor. Banyo edilmemiş bir filmi çağrıştırıyor bu haliyle. Okuyanı kendi uçurumuna çağıran bir yanı olduğu tartışılmaz. R OSENBERGLER’İN YILDÖNÜMÜ unay Akın’ın okurları bilirler; şairin, yazarın en duyarlı olduğu konulardan biri de Rosenbergler’in katledilişidir. Amerika’da Senatör McCarty tarafından başlatılan kıyımda, elli bini aşkın insan düşünce suçlusu olarak tutuklanmış, Ethel ve Julius Rosenberg çifti “Rus Casusu” iddiasıyla idam edilmişlerdi… Rosenbergler’in yargılanmasına 1951 yılında başlanıldığını söyleyecek olursak, Arthur Miller’ın “Cadı Kazanı” olarak adlandırdığı bu dönemin, Amerika’nın sömürge politikalarına karşı olan muhalif sesleri susturmaya yönelik olduğu anlaşılacaktır. Geçen 19 Haziran günü, Rosenbergler’in katledilişinin 55. yıldönümüydü. Ben de, Rosenbergler’in unutulmaması için bir yazı kaleme almış ve Melih Cevdet Anday’ın ünlü “Anı” adlı şiirindeki bir kıtadaki zaman hatasını okurların bilgisine sunmuştum. Anday’ın Rosenbergler’in anısına yazdığı şiirdeki söz konusu kıta şuydu: Nerdeyse gün doğacaktı Herkes gibi kalkacaktınız Belki daha uykunuz da vardı Geceniz geliyor aklıma Mahkeme Rosenbergler’in 18 Haziran günü elektrikli sandalyede öldürülmelerine karar verdiyse de, o gün Rosenbergler’in 14. evlilik yıldönümüdür. Ethel ve Julius Rosenbergler’in isteği son anda kabul edilir ve infaz bir gün sonrasına ertelenir… Anday, Rosenbergler’in sabaha karşı öldürülüşlerini dizeleştirdiği kıtada yanılıyor. Çünkü, iki sevgili akşam saat 20.00’yi birkaç dakika geçe katledilmiştir. Biraz daha ayrıntıya girecek olursak, Julius Rosenberg 20.04’te ölüm odasına alınmış, 2 dakika sonra can vermiştir. Doktorun, Ethel Rosenberg’i öldürdüğünü bildirdiği saat ise 20.16’dır. Amerika’yla Türkiye arasındaki saat farkını düşünecek olursak, Melih Cevdet Anday’ın yanılgısı anlaşılacaktır. Rosenbergler son nefeslerini akşam verirlerken, günün “neredeyse” doğmak üzere olduğu yer, Anday’ın ülkesi olan Türkiye’dir!.. S ‘OYUNCAKÇI ŞAİR’ Eh, ortaya “eleştirmen” diye çıkanların nasıl “elleştirmen” olduğunu geçen haftaki yazımda siz sevgili okurlarıma sunmuştum… Hal böyle olunca Sayın Uysal’ın üslubuna, yaklaşımına şaşırmamak gerekiyor. Ne yazık ki, Sayın Uysal, seviye çıtasını daha da aşağıya indirerek, beni küçümsemek için bir tanım da bulmuş: “Oyuncakçı şair”... Üstelik, yazının sonunda da uyarısını yapmış: “Şiir oyuncak değildir: LÜTFEN DİKKAT!!!” Sen misin, İstanbul Oyuncak Müzesi’ni kuran!?.. Ne yani, edebiyat çocuk işi mi?.. Hey gidi Sunay Akın, bırakırlar mı sana edebiyatı, sanatı!.. Yıllarını ver, kütüphaneleri, müzeleri arşınla, bugüne kadar kimsenin ortaya çıkarmadığı bilgileri derinlerden topla, günışığına çıkar… Seni gidi “münasebetsiz”, seni gidi “oyuncakçı şair”… Algılama eksikliğinden öteye gitmeyen, “münasebetsiz”ce saldıran, oyuncağı, müzeciliği aşağılayan bir yazıyı ciddiye alıp yanıt veriyorum, ne yazık ki… Haklısınız, bu yazıda “ne yazık ki”yi çok kullandım. Çünkü Ersan Uysal, yazının sonunda adının altına şu ibareyi koymuş. “Tiyatro Sanatçısı”… Evet, ne yazık ki!.. Büyük Moğolların Tarihi Babur/ Jean Paul Roux/ Çeviren: Lâle Arslan Özcan/ Kabalcı Yayınevi/ 468 s. Gazi Zahîreddin Muhammed Babur, mağlubiyetler, kaçışlar, ihanetler, çocukluk hayallerinin peşinde boşa çıkan seferler ve sert yasaklarla biçimlenen hayatını Baburnâme’de ayrıntılarıyla anlatır. JeanPaul Roux, bu kitabıyla, bir TürkMoğol imparatoru, bir şair ve bunların yanında dünyayı tanımlamaya çalışan sıradan bir insan olan Babur’u anlatıyor. Yapıtı yazarken temel kaynak olarak Babur’un hatıratı olarak bilinen ve “Babur’un Kitabı” anlamına gelen Baburnâme’yi alan JeanPaul Roux, yapıtın başında ‘Başlıca Kişiler’ başlığı altında, Baburnâme’de geçen isimleri de tanıtıyor. Deneyen Felsefe/ Ahmet İnam/ Yeni İnsan Yayınevi/ 192 s. “Nelere karşı duyarlı olacağız? Kavramların işleyişine, düşünmemizin yürüyüşüne, alışılmış anlamda aklımıza karşı duyarlı olacağız. Ona özen göstereceğiz. İnceliklerini yakalamaya çalışacağız. Bilgiye karşı duyarlı olacağız. İnsanların yüzlerce yıldan beri ürettiği, ortaya koyduğu, hakikati arayan bilgiye karşı. Sanat’a karşı. İnsanın duyguakıl bütünlüğünü yaşadığı gönüle karşı. Çevre duyarlığımız hep olacak. Dünya bize emanettir. Doğa da. Bizden farklı olanlara, düşüncelere, kültürlere, ötekine duyarlı olmayı bileceğiz. Sorumluluğumuz bizi mazluma karşı duyarlı kılacak. Yalnız “kendimizden olan” mazluma, ezilmişe, hakkı yenmişe karşı değil, öteki mazlumlara karşı da. Mazlum, insan olabildiği gibi hayvan da, bitki de olabilir. Can, canlılık taşıyan her mazlum dostumuzdur. Duyarlılık alanımız içindedir.” Ahmet İnam, bu kitabında, her zamanki gibi, antik dönemlerden bugüne gelen felsefeden aldığı ilhamla, hayata ve insanın duruşuna dair görüşlerini paylaşıyor. Kırlangıçlarla Çağır Beni/ Sibel Aydoğdu/ Doğuş Yayıncılık/ 76 s. “Bir gün ben olmazsam hayatında,/ Denizi seyret.../ Bensizlik üzmesin seni,/ Kırlangıçlarla çağır beni,/ GELİRİM.../ Yosun kokusunu içine çek,/ HİSSEDERİM.../ Bahçeye çık,/ Su ver güllerine.../ Birini benim için seç,/ Benim için sev,/ Benim için bak,/ GÖRÜRÜM.../ Sonra o çok sevdiğim ellerini,/ Yüreğine götür,/ Sıkıca bastır,/ Orada olduğumu,/ ANLAYACAKSIN...” “Kırlangıçlarla Çağır Beni”, Sibel Aydoğdu’nun ilk şiir kitabı... Locke/ John Dunn/ Çeviren: Fatoş Dilber/ Altın Kitaplar/ 128 s. John Locke, on yedinci yüzyıl ve on sekizinci yüzyıl başlarında yaşamış İngiliz filozofu. “İnsan Algılaması Üzerine Bir Deneme” adlı başyapıtında deneyimler yoluyla edinilen bilgilerin aslında beş duyu sayesinde ulaştığını; fakat bu iletinin yanlış anlaşıldığını tartışır. Locke konusunda uzmanlaşmış John Dunn, hoşgörünün liberal değerleri ile sorumlu hükümetlerin, on sekizinci yüzyıl Avrupası’nda aydın düşüncenin belkemiğini oluşturuşunu, Locke’un bilgi teorisi açısından açıklıyor. Görgü Tanığı İncir/ Jody Shields/ Çeviren: İnci Yankı/ Can Yayınları/ 348 s. Jody Shields, Freud’un, ünlü hastası Dora’yla ilgili notlarından yararlanarak yazdığı romanında 1910 Viyana’sını işler. At arabalarının, maskeli baloların, şık kafelerin şehri. Karanlıkla aydınlığın, batıl inançla bilimin eşiğinde bocalayan bir imparatorluk kenti. Varlıklı ve tanınmış bir ailenin kızı olan Dora, bir yaz gecesi öldürülür. Cinayeti kriminoloji alanındaki bilimsel gelişmeler ışığında soruşturan müfettiş, bir yandan da büyüye, gizemli söylencelere meraklı karısının etkisi altında kalır. Cinayeti çözebilmek için ‘olaydaki hata’yı keşfetmeye çalışır. Bu arada, karısı da kendi yöntemiyle katilin peşine düşerek, toplumun gizli kalmasını yeğleyeceği bir sonuca ulaşır... Tarihi ve Kültürel Boyutları ile Alevilik/ Editör: Reha Çamuroğlu/ Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Yayınları/ 240 s. Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Yayınlarının, Aleviliğin tüm yönleriyle ne anlama geldiğini, Alevi toplumunun sorunlarının neler olduğunu, tarihi süreçte AleviSuni tartışmalarının yeniden ele alınmasının gerekliliğini ve daha pek çok bilinmeyen konuyu aydınlığa kavuşturmayı amaçlayarak İstanbul’da 2007 yılının Mart ayında akademik, entellektüel çevreden ve Alevi toplumu temsilcilerinden 50 civarında tartışmacının katılımıyla gerçekleştirdiği Abant Platformu’nda ele alınanlar, “Tarihi ve Kültürel Boyutları ile Alevilik” adlı bu kitapla okurla buluşuyor. Bu bilginin ışığı nedendir bilinmez, Ersan Uysal’ı rahatsız etmiş ve her tarafa “mail” atmış. Sayın Uysal olaya şöyle yaklaşıyor: “Sakın Melih Cevdet Anday Usta’nın sözünü ettiği gece, Rosenbergler’in 14. evlilik yıldönümlerinin gecesi olmasın?” Hayır Sayın Uysal, olamaz... Çünkü, Rosenbergler 18 Haziran’da günün doğuşunu görmüşler ve uykularından herkes gibi kalkmışlardır!.. Anday’ın kıtasında çiftin sabaha karşı olan infazlarının anlatıldığı son derece açıktır. (Ki, bu durum şairin yanılgısıdır, bunu belgeleriyle yukarı da bir kez daha sunmuş bulunmaktayım.) Türkçeyi sonradan öğrenen biri bile kıtada sözü edilen “gece”nin, idam mahkumlarının son gecesi olduğunu anlayabilir. Sayın Uysal şiiri yanlış algılamış olabilir. Bir insanın her KÜLTÜR MİRASI Munzur Vadisi’ne koruma TUNCELİ (Cumhuriyet) Kültür ve Turizm Bakanlığı yetkilileri Türkiye’nin ilk Milli Parkı Munzur Vadisi’nin UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ne alınması için vadide incelemelerde bulunacak. Munzur Vadisi’nin belirlenen kriterleri karşılaması durumunda Dünya Kültür Mirası Listesi’ne aday gösterilecek. Avukat Barış Yıldırım’ın Munzur Vadisi Milli Parkı’nın Dünya Kültür Mirası Listesi’ne alınması için yaptığı başvuruyu değerlendiren bakanlık, konuyla ilgili çalışma başlattı. Basın toplantısı düzenleyen Yıldırım, Munzur Vadisi Milli Parkı’nın üzerinde toplam 8 baraj yapılmak istendiğini anımsatarak vadinin korunmaya alınması gerektiğini söyledi. 1971’de Milli Park ilan edilen Munzur Vadisi’nde 1518 çeşit bitki var.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle