23 Kasım 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

14 C röportaj YANSIMA OSMAN İKİZ 30 MAYIS 2008 CUMA Ben artık yalan dinlemek istemiyorum Şemse Aydın, Hıristiyanlığı yaydıkları gerekçesiyle Malatya’da işkenceyle öldürülen Necati Aydın’ın eşi. Eşinin katillerinin adil yargılanmasını beklerken, katilleri azmettirenlerin derin ve karanlık ilişkilerinin örtülmeye çalışılması, inancını sarstı. Dahası, bu kez çocuklarını, toplumun önyargılarından da korumak zorunda… Hilal KÖSE alatya’daki Zirve Yayınevi çalışanları Necati Aydın, Uğur Yüksel ve Alman uyruklu Tilmann Ekkehart Geske’nin misyoner oldukları için, vahşi bir katliamla öldürülmelerinin üzerinden bir yıl geçti. Ancak, Malatya 3. Ağır Ceza Mahkemesi’nde süren davada, cinayetin ardındaki ellerin açığa çıkarılması için somut bir adım atılmadı. Ailelere ve avukatlarına yönelik tehditler ise sürüyor. Babalarının yokluğuna alışmaya çalışan çocuklar bile sokakta diğer çocukların baskılarına maruz kalıyor... Necati Aydın’ın eşi Şemse Aydın, adaletin gerçekleşeceğine olan inancını yitirdiği için artık duruşmalara gitmiyor. Katliam sanıklarının yalanlarını dinlemek, sözlü saldırılarına maruz kalmak istemiyor. En çok da, gerçeklerin peşinde, adalet için susamış yürekler göremediği için üzülüyor. Aydın’ın bir başka beklentisi de, Başbakan’dan gecikmiş de olsa başsağlığı dileği... Bu son yılı nasıl geçirdiniz, neler yaşadınız? O bir yıl gerçekten acı bir kâseydi, çöl gibiydi, ateşten bir gömlekti. Acılarla, zorluklarla ve sıkıntıyla geçti. Çocuklarım için de böyle. Tutkuyla sevildikleri bir ortamdan ayrıldılar, ama yaşamak zorundayız... Çocuklarımı toplumun tepkilerinden sakınamıyorum. Geçenlerde bir öğrenci kızımı görünce “Dikkat Hıristiyan” diye bağırmış. Sanki kötü bir şey ifade edermişçesine. Birkaç kız etrafında toplanıp sormuşlar, “Neden sen bizim inandığımız gibi inanmıyorsun” diye. O kadar sıkıştırılmış hissetti ki kendisini bana yalvardı, “Anne lütfen onlarla konuş bana böyle davranmasınlar” dedi. Ben de öğretmenleriyle konuştum. Bunlar çok üzücü. Bu Açgözlülüğe Beş Dünya Ancak Yeter ekonomik büyüme teorilerini eleştirmişti. Galbraith, devletin okul, sağlık hizmetleri, yaşlı ve çocuk bakımına çok kaynak ayırmasından yanaydı. Keynes gibi o da devletin ekonomiden çekilmesine karşıydı. Tüketimin insanı mutlu ettiğini savunan kalkınmacı iktisatçılar ise Galbraith’ı popülist diye eleştirirler. Televizyon kanallarının ekonomi programlarında da sadece bu kalkınmacı iktisatçılar boy gösterir. Sağduyulu, insani bir toplum ve ekonomik modeller üzerine konuşanları ise reytingçi kanallarla, boyalı basında göremezsiniz. ÜYÜME EKONOMİK OLMAYABİLİR Alternatif Nobel Ödülü sahibi, Maryland Üniversitesi’nden Prof Herman Daly, bakın ne diyor: ’’Toplumu bir kavram etrafında döner hale getirdiler: Ekonomik büyüme. Oysa büyüme ekonomik olmayabilir. Bunu anlamalıyız. Ne tuhaftır ki bu büyüme saplantısı yüzünden, çevre kirliliğini azaltmak için yapılan harcamalar da ekonomiye dinamizm kazandıran olumlu bir şeymiş gibi sunuluyor. Oysa rasyonel olan çevrenin kirlenmesini önlemektir. Kirletip temizlemek değil. Sanki harcama yapmak için çevre özellikle kirletiliyor.’’ nsanları birer tüketim çılgınına çevirdiler. Program yapmaktan ziyade reklamdan para kazanmak amacıyla kurulmuş televizyon kanalları başta olmak üzere, gazeteler, dergiler, bilboardların, taarruzu altındayız. Başımızı nereye çevirsek reklam. Devasa bir reklam sektörü, yaratıcı elemanlarıyla, insan beynini tüketime yöneltiyor. Çok başarılılar. İnsanlar reklam sektörünün kölesi haline getirildi. Alıyoruz, sonra atıyoruz ve tekrar alıyoruz. Aldıklarımızın çoğu gereksiz. Üretim, reklam ve tüketim, ekonomik büyüme sevdalısı politikacı ve iktisatçıların kutsallaştırdıkları bir model. Piyasada hareket olmalı, para dönmeli ki ekonomik büyüme hedeflerine ulaşılsın. Akılları, fikirleri tüketimi pompalamak. Oysa çılgınlık halindeki bu tüketim hastalığı hepimizin sonunu getirecek. İ B İR AVRUPALI 50 KAYNAK TÜKETİYOR Dünya nüfusunun 2050’de 9 milyara çıkması bekleniyor. İngiltere’nin dünyaca saygın iklim araştırmaları enstitüsü Tyndall Centre’dan Prof. John Schellnhuber, ’’9 milyarlık dünyada Batılı tüketim modeli devam edecek olursa, ne ekilecek verimli toprak kalır ne içecek su. Hava ve çevre kirliliğinin önüne geçmek imkansız olur’’ diyor. Bugün bir Avrupalı, gezegenimizin kaynaklarından yılda ortalama 50 ton tüketmekte. Ve bu Batılı yaşam biçimi giderek dünyanın dört bir köşesine yayılmakta. Avustralyalı Prof. Will Steffen, bugün dünyada 800 milyon motorlu araç bulunduğunu, ABD standartlarına ulaşması halinde sadece Çin’de 1,1 milyar otomobil olacağına dikkat çekiyor. Tabii bunun bir de hızla kalkınan Hindistan’ı var. Prof. Will Steffen’e göre gelecek için en büyük tehlike Batının adeta kutsallaştırılmış büyüme sevdası. ALBRAITH 50 YIL ÖNCE SÖYLEDİ Geleceğimizle ilgili bu uyarıları, reklam bombardımanları boğuyor. Tehlike kapımızı çaldığı halde, devletleri yönetenler uyarılara kulak asmıyor. Oysa 50 yıl önce bu çılgın tüketim ekonomisi daha ateşli tartışmalara yol açmıştı. İki yıl önce ölen ünlü iktisatçı John Kenneth Galbraith’ın tam 50 yıl önce yayımlanmış olan ’’Bolluk Toplumu’’ adlı kitabı ABD’de uzun süre en çok satan kitaplar arasında yer almış, ateşli tartışmalara yol açmıştı. Sosyal demokrat görüşlü Galbraith, kitabında aşırı tüketimin olumsuz sonuçlarına işaret etmiş, B M MODERN BARBARLAR Malatya’dan hemen taşındınız galiba, duruşmalara gidiyor musunuz? Olaydan hemen sonra değil, ama taşındım, 78 ay oldu. Ablamların yanında yaşıyorum İzmit’te... Malatya’ya anmalar ve mahkeme için gittim. Son iki duruşmaya gitmedim, çünkü mahkemenin tarafsız olmadığını, adaletin gereğince uygulanmadığını görüyorum ve Şemse Aydın’ın çocukları Ester ve Elişa (sağda). Ortada öldürülen Alman Tilman Ekkehart Geske’nin kızı Miriam. Fotoğraflar: Serkan Yıldız katillerin dizdiği yalanları da dinlemek istemiyorum. Ölüm yalanı hazmetmekten daha kolay geliyor... Biz mağdur taraf olduğumuz halde, bilgisayarlarımız, telefonlarımız ince ayrıntısına kadar incelendi ve deşifre edildi. Karşı taraftakilerin, hiçbir şeyi bu kadar deşifre edilmiş değil. Soru sorduğumuzda ise “Niye bu kadar soru soruyorsunuz” diye azar işitiyor avukatlarımız. Yargıdan talebiniz ne? Adil olunmasını bekliyordum, ama bunu göremiyorum. Suçüstü yakalanmış katillerin ve onların arkasındakilerin daha ciddi bir gayretle, daha adalete susamış bir yürekle ortaya çıkarılmasını arzu ediyordum ama hayal kırıklığına uğramış durumdayım. Katliamın gerçek failleri kesinlikle yakalanan kişiler değil... Gerçekleri örtmek için farklı senaryolar çizmeye çalışıyorlar... Ben adaleti sağlasınlar istiyorum... Sizce, cinayetin arkasındaki güçler açığa çıkarılabilir mi? Bunun için önce halkımız yalanı su gibi içmekten, bana değmeyen yılan bin yıl yaşasın demekten ve böyle bir cinayetin sesli ya da sessiz taraftarı olmaktan vazgeçmeli. İnsanlar ışığa sırtlarını döndükleri sürece aydınlığa çıkamazlar. İnsanlar inançlarını beyan ettikleri için suçlu olamazlar. Hiçbir insan bu yüzden ölümü hak edemez. Türkiye’deki insanlarda bu yönde bir değişim olabilir mi sizce? Toplumsal olarak bir ümidim yok. Toplum hâlâ gerçeği sevmiyor, ne yazık ki. Ama gerçeği sevmeyen, adaleti de sevemeyecek ve suçsuz kanının dökülmesine göz yumacak. Ben, bu insanları seviyorum ve bu yüzden, bu cinayete rağmen hâlâ buradayım, çünkü benim gidecek başka ülkem yok. Böyle bir katliam aklınıza bile gelmezdi sanırım... Her bayramda, Ramazan’da olsun, Kurban’da olsun, Hıristiyanlığın karalanması da böyle bir cinayete zemindi. Ülkemizdeki bu önyargılar, hem Hıristiyanlığın, hem de misyoner kelimesinin, korkunç yalanlarla bir küfür haline getirilmiş olması, öldürülmemiz için bir fermanın verilmiş olduğunu gösteriyor. Ama yine de böyle, Hizbullah tarzı bir cinayet beklemiyordum. Lütfen, canice öldürülen bu üç kişinin suçsuz kanı hatırına, Başbakanımız başta olmak üzere halkımız, İncil’i alıp okusun. İnsan bilmediğine düşman olur. Tehditler sürüyor mu? Koruma verildi mi size? Öyle ne yazık ki... Hâlâ tehdit altındayız. Kiliselere saldırılar sürüyor. Daha yeni bir kilisemize taşlı saldırı oldu, camları indirildi. En son duruşmada, bir polisin oğlunun da bu cinayetin içinde olduğu ortaya çıktı. Emre’nin de (Günaydın) duruşma salonuna getirilirken bir polisle öpüştüğü görüldü. Bu durumda, ne kadar güvende olduğumuzu bilemiyorum. Bize koruma verildi. Bunun için minnettarım, ama böyle sahneler, görüntüler de insanı tedirgin ediyor. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın cinayet sonrası açıklamalarını da eleştiriyorsunuz... Evet... Başbakanımız, en son Malatya’ya gittiğinde, “Bu halk bunu hak etmiyor” dedi. Bunu söylerken acaba bizim bu cinayeti hak ettiğimizi mi ifade etmek istedi? Acaba sevgili oğlu benim eşimin yerinde olsaydı, inancı için katledilseydi, halka aynı şeyleri söyleyecek miydi? Benim eşim ve kardeşim onun vatandaşlarıydılar. Ve bize dönüp henüz bir başsağlığı dilemedi. Bunu da özlemle bekliyorum, yetimlerimle birlikte... G Prof. Herman Daly’nin sözleri bugünlerde Irak’ın yeniden inşası için toplanan liderlerin niyetlerini de açıklar nitelikte. ABD, Irak’ı yerle bir etti. Yandaşları ya sembolik olarak işgalde aktif yer aldı ya da uzaktan onay verdi. Şimdi hepsi akbabalar gibi harabeye dönmüş ülkeyi yeniden inşa için pay kapma yarışında. Yani önce yık sonra yap. Gelsin paralar. Dünya yörüngesinden çıkıp insanlık külliyen yok olmaz da ilerde insanlık medeni olmayı başarırsa, herhalde o günün tarihçileri, bugün için ’’Modern barbarlık’’ dönemi diye yazacaklardır. İnsan soyu varlığını devam ettirebilir mi, yoksa yarattığı cehennemde yok olup gider mi kesin bir şey söylemek olanaksız ama Global Footprint Network’ten Mathis Wackernagel, insanların açgözlülüğüne gezegenimizin yetmeyeceği görüşünde: ’’Doğal kaynakların tüketimi, doğanın kendisini yenileyebileceği temponun en az yüzde 20 üzerinde. Eğer gezegendeki bütün insanlar Batılılar gibi tüketecek olursa bize beş dünya ancak yeter.’’ Bu yüzden mi gezegenleri kontrol edip duruyorlar acaba? osman.ikiz?tele2.se Nekrosius Faust’la konuştu Litvanyalı ünlü yönetmen 16. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali’nin onur ödülünü aldı Egemen BERKÖZ 16. İstanbul Tiyatro Festivali’nin üçüncü ve son onur ödülü Litvanyalı ünlü tiyatro yönetmeni Eimuntas Nekrosius’a, yönettiği “Faust”un festivaldeki tek gösteriminden önce düzenlenen törenle verildi. Tören, Litvanya Kültür Bakanı Jonas Lukas’ın konuşmasıyla başladı. Aslında ünlü bir caz sanatçısı olan Bakan Lukas, Nekrosius’un daha önce de İstanbul Tiyatro Festivali’ne katıldığını, Litvanya’da birçok tiyatro ödülü aldığını, geçen yıl da, izleyeceğimiz Faust’la İtalya’da önemli bir tiyatro ödülünü kazandığını söylediği konuşmasını “Umarım oyundan keyif alacaksınız. İyi seyirler!” diyerek bitirdi. İstanbul Kültür Sanat Vakfı Başkanı Şakir Eczacıbaşı da konuşmasında Nekrosius’u anlattı ve ünlü yönetmenin sahneye koyduğu Shakespeare, Çehov, Gogol oyunlarıyla tanındığını, opera sahnelemelerinin de önemli olduğunu vurguladı. Ardından Nekrosius sahneye çıkıp ödülünü, alkışlar arasında, Şakir Eczacıbaşı’nın elinden aldı. Ama, ödül alanların genellikle yaptığı gibi bir teşekkür konuşması yapmadı. Sözünü, yaratıcı görselleştirmeler, aynı yaratıcılıkta koreografi, sahne düzenlemesi, müzik ve ışıkla, taptaze bir sahne diliyle... “Faust”la söyledi. Gerçekten de olağanüstü bir sahneleme izledik, onarım ve yenilenme için olsa da, yaklaşık bir buçuk yıl onsuz kalacak olmanın üzüntüsünü şimdiden yaşadığımız Atatürk Kültür Merkezi’nde. Altyazıları İsmet Zeki Eyüboğlu’nun çevirisinden alınan ve 4 saat boyunca adeta soluk almadan izlediğimiz oyunun gerek perde sonlarında, gerekse bitişindeki uzun ve coşkulu alkışlar da tüm izleyicilerin oyundan nasıl etkilendiğini gösteriyordu. Bu görkemli tiyatro gösterisinin daha ayrıntılı bir değerlendirmesini tiyatro yazarlarımız kesinlikle yapacaklardır. Mayıs tarihli Cumhuriyet’te, ayrı sayfalarda, ilk bakışta birbirinden bağımsız iki haber dikkatimi çekti. İlki birinci sayfada yer alıyor. Günümüz cumhurbaşkanı ve başbakanı eşlerinin bir arada ve zorlama olup olmadığı belirsiz birer gülücükle kameralara poz verdikleri fotoğrafın altında şöyle yazılı: “Küskün ikili, çayda buluştu”… İç sayfalarda yer alan öteki haberde ise Leyla Zana’nın İngiltere Parlamentosu’nda “Türkiye, Kürtler ve Avrupa Birliği” konulu Kürtçe bir konuşma yaptığını öğreniyoruz. İlk bakışta birbirinden bağımsız bu iki haber arasında, denebilirse eğer, bir içsel bağıntı olduğunu duyumsadım ve bu bağıntının “inatlaşmak” sözüyle karşılanabileceğini düşündüm… Cumhurbaşkanı ve başbakan eşleri (aralarındaki küslükten hiç değilse görünüşte vazgeçmişlerse de) türban takmak konusundaki inatlarından vazgeçecek gibi görünmüyorlar… Tıpkı Leyla Zana’nın önce Türkiye Parlamentosu’nda, sonra birçok yerde, son olarak da İngiltere Parlamentosu’nda Kürtçe konuşma inadı gibi… ??? Şimdi bu iki inatlaşma olgusunu, türban inadından başlayarak daha yakın 21 CUMARTESİ YAZILARI ATAOL BEHRAMOĞLU dan irdeleyelim. Herkes kendisine en çok yakıştığını düşündüğü giyim kuşamı taşımakta kuşkusuz ki özgürdür. Dinsel inançların bu alandaki yansımalarına da kimsenin bir diyeceği olamaz. Fakat özel yaşamın sınırları içinde kalmak koşuluyla… Bu sınırlar içinde insanlar kendilerini söz konusu hanımefendileri dışında tutarak söyleyelim diledikleri gibi gülünçleştirme, çirkinleştirme, bayağılaştırma hakkına da sahiptirler… Bütün bunlara kimsenin bir diyeceği olamaz. En fazla gülüp geçilir, tuhaf karşılanır, küçümsenir vb… Fakat kamusal alanın kuşkusuz ki kuralları vardır… Türkiye’de yasalar, Cumhuriyetin temel felsefesi, kamu alanında dinsel simgelerin şu ya da bu biçimde taşınmasına izin vermiyor. Bu aslında uygar insan olmanın da İnatlaşmak başlıca bir koşuludur. Gelgelelim, milyon kez yinelenen bu gerçekler, türban inadı karşısında işe yaramıyor. İlgili parti hakkında kapatma davası açılmış olması bile türbancıları inatlarından vazgeçirmiyor. Cumhuriyetin değerlerine, Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerine karşı, akıldışı, yasadışı inatlaşma sürüyor… ??? Kürtçe konuşma konusuna gelince… Hiç kimseye herhangi bir dil zorla konuşturulamayacağı gibi herhangi bir dili konuşmanın yasaklanamayacağı da açık bir gerçektir. Fakat bunun da belli kuralları, yeri, zamanı, ortamı olsa gerek… Sayın Zana, İngiliz Parlamentosu’nda, Kürtçe değil de sözgelimi İngilizce konuşmuş olsa bence daha etkili olabilirdi… Tıpkı, milletvekili olarak girdiği Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde de, Kürtçe değil de Türkçe konuşmayı yeğlese, sonrasındaki bütün sorunlara yol açılmamış olacağı gibi… Fakat ne yazık ki o da, tıpkı türbancıların türban inadı gibi, resmi platformlarda Kürtçe konuşmakta inat ediyor. Türbancılar nasıl, kimi kez açık kimi kez üstü örtülü, Türkiye Cumhuriyeti ve yasaları bizim umurumuzda değil demektelerse, dil konusundaki inatlaşma da bu meydan okumanın bir başka biçimini oluşturuyor… ??? Birbirinden ayrı alanlarda gibi görünen, aslında ise Cumhuriyetin değerlerine, temel ilkelerine meydan okumada buluşup birleşen bu iki inatlaşma arasında bir başka benzerlik daha var: Gerilik, biçimcilik, slogancılık… Birinde, yeri geldiğinde saygın ya da gerekli bir giyinme öğesi olabilen başörtüsü; ötekinde, her dil gibi saygıdeğer Kürtçe, biçimsel bir simgeye, slogana dönüşüyor… Sadece bizim ülkemizin değil dünya uygarlaşma tarihinin en yüksek aşamalarından birini oluşturan Türkiye Cumhuriyeti, demokrasi ve özgürlük değerlerini zedelemeksizin, bu türden gerici, slogancı, ilkel inatlaşmaları aşabilecek mi? Aşmak zorunda… ataolb?cumhuriyet.com.tr
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle