05 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

30 MAYIS 2008 CUMA dizi AL GÖZÜM SEYREYLE IŞIL ÖZGENTÜRK C 13 ‘Ben de Deniz’leri savunmaktan yargılandım’ İşin yasal yanına bakılacak olursa ortada suç diye bir şey yoktu. Deniz’lerin yargılama sürecinde siz de yargılandınız. Bunu açar mısınız? Evet, ben ve avukat arkadaşlarım yargılandık. İlk olay 13.3.1972 günü avukat Erşen Şansal, avukat Sadık Akıncılar ve avukat Kemal Yücel’le birlikte Deniz, Yusuf ve Hüseyin‘i Mamak Cezaevi’nde ziyaretimizde gerçekleşti. Askeri cezaevi müdürlüğü epey zorluk çıkardıktan sonra yalnız benim gençlerle görüşmemi kabul etti. Müvekkillerimle konuşmalarımı dinleyen Mamak Askeri Emniyet Amiri Üsteğmen Burhan Poturna bir tutanak düzenliyor ve benim sözünü bile etmediğim bazı sözcük ve cümleleri yazarak Sıkıyönetim Komutanlığı’na bildiriyor. Sözde ben Denizler’e “Dışarıda biz avukatlarınız ve tüm devrimciler sizinle iftihar ediyoruz... İdam edilmeniz büyük bir olaydır, sizden sonraki kuşaklara her halinizle örnek olacaksınız. İşte bu nedenle infazınızda bulunmak istiyoruz. Sizin bu haliniz diğer devrimcilere örnek, eğitici ve ülkücü bir hareketin en büyük belirtisi olacaktır… Su bitmez havuzda… Ne demek istediğimi anlarsınız…” gibi şeyler söylemişim. Tutanağı askeri savcılıkta sorgu yapılırken görüyorum. Gerçi biz bu sahte tutanağın nedenini biliyoruz. Tutuklu gençlerin yakınlarına sarkıntılıkta bulunmaktan bu üsteğmeni sıkıyönetim komutanlığına şikâyet etmişiz. Ne var ki Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Savcılığa emir veriyor ve bu tutanağı kanıt göstererek hakkımda ölüm cezasını gerektiren bir suçu övmekten ötürü soruşturma emri verilerek tutuklanmam isteniyor. Sonuçta mahkeme, Binbaşı Siret Kurtcebe’nin aykırı oyu ile tutuklanma isteğimi reddediyor ve 28.4.1972 günü askeri savcılık hakkımda kovuşturmaya yer olmadığına karar veriyor. Bunun ardından ikinci bir soruşturma daha geçiriyorsunuz, değil mi? İkinci olay Deniz’lerin savunması sırasında gerçekleşti. Deniz Gezmiş ve arkadaşları hakkında açılan davada avukat arkadaşlarımla birlikte 136 sayfalık çok ayrıntılı bir toplu savunma hazırladık. Savunmada şöyle bir cümle geçmekteydi: “Eğer birtakım şartlanma ve art niyetlerle peşin yargıları bir kenara itersek, sayın savcının yanılgısının sebep ve neticeyi birbirine karıştırmasında, gerçek nedenlere inemediği için de davamız dışında kalan yüzeysel doktrin tartışmalarına girerek her çıkış noktasının doğal sonucu olarak ters sonuçlara varmasında ve bu yüzden de dayanaksız kalmasında olduğunu kabul etmemiz gerekir.” İşte bu tümcedeki “peşin yargı” sözcüklerinden dolayı sanık sandalyesine oturtulduk. Peşin yargıya karşılık peşin yargılama… İşin yasal yanına bakılacak olursa ortada suç diye bir şey yoktu. Bununla birlikte savunmamızda Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik, siyasal ve toplumsal koşullar analiz ediliyor ve gençlik üzerindeki baskılar, Türkiye’nin emperyalizme bağımlılığı, yargısız infazlar, faşizm ve ülkeyi bu duruma düşüren siyasal iktidarların suçları anlatılıyordu. Diğer bir deyişle savunma, o dönemin bir fotoğrafıydı. Anlaşılan, bu durum zülfüyâre dokunmuş ve bizler bu nedenle sanık sandalyesinde yer almıştık. Sorgulamamız sürerken Ankara Hukuk Fakültesi ceza hukuku öğretim üyelerinden, Cumhurbaşkanlığı danışmanlığı görevinde de bulunmuş Sayın Faruk Erem‘e bir mektup yazdım ve söz konusu davada hakaret suçunun öğelerinin bulunup bulunmadığını ceza hukuku açısından değerlendirmesini rica ettim. Beni yanıtlayan Sayın Erem, kanıtlarla kullanılan söz ya da ifadenin hakaret niteliğinde olmadığını ve savunma hakkının kutsal olduğunu, böyle bir davanın ise bu hakkın kullanılmasında kuşku yaratabileceğini, bundan da adaletin zarar göreceğini bildirdi. Söz konusu yanıtı mahkemeye sunduk. Mahkeme nasıl yaklaştı? Mahkeme Faruk Erem’i eyyamcılık ve oportünistlikle suçladı ve ayrıca bizleri üçer ay hapis ve 500’er lira para cezasına mahkum etti. İtiraz ettiğimiz Askeri Yargıtay 2. Dairesi, TCK’nin 486. maddesine dayanarak hakaret konusu tümcenin savunmanın sınırlarını aşmadığı gerekçesiyle kararı lehimize bozdu. Ankara Sıkıyönetim 3 No’lu Askeri Mahkemesi ise kararında ısrar etti ve bu direnme kararı üzerine dava Askeri Yargıtay Daireler Kurulu’na gitti. Ancak bu sırada 1974 Af Yasası’nın yürürlüğe girmesiyle birlikte dosya mahkemeye geri gönderildi ve davanın sürdürülmesi isteklerimize karşın Af Yasası nedeniyle dava düşürüldü. Yargılanmanız Deniz’lerin idamından sonra da devam etti… Evet… Düşünce Kısırlaştırma Operasyonları larının nedenlerinin bugün de aynen devam ettiğini belirtiyor ve sömürünün, toplu bir düzen değişikliği olmadan asla bitmeyeceğini üstüne basa basa söylüyor. Ve bunun öyle “Ahlak sorunu” filan olmadığını da, böyle düşünmenin en naif tabirle fazla iyimserlik olduğunu belirtiyor. Ve ben biraz hayret ediyorum, Ahmet Hakan akıllı, araya bir iki tane kışkırtıcı unsur yerleştirmiş, aksi halde programı çoğunluk kendi programı da dahil birçok televizyon tartışma programı gibi “körler sağırlar birbirini ağırlar” pozisyonuna düşecek. Bu arada meğerse Bill Gates de dünyanın bu gidişinden hoşnut değilmiş, teknoloji devrimini başlatarak kol gücü yerine bilgi gücünü geçiren, bir çeşit devrim yapan bu dünyanın en zengin adamının sözlerine önem vermemek olmaz. Bill amca, dünyanın bu denli yoksullaşması ve küresel sömürünün artması karşısında dünyanın tüm kapitalistlerini birleşmeye çağırıyor ve yeni bir kapitalist modelden söz ediyor: Yaratıcı Kapitalizm. Bu model üç milyon aç insanı daha insani şartlara taşıyacakmış. O da ne, içki filan da içmedim ne oluyor, fotoğrafı stüdyoyu şereflendiren baba Marx’ı gülme krizi tutmuş. Hani ağzını açıp bir şey söyleyecek ama bir türlü söyleyemiyor, sonunda Devrimci İşçi Sendikaları Başkanı Çelebi durumu çakıp o da bir gülme krizi eşiğinde Marx’ın söylemek istediklerini: “Yahu komünizmi de mi siz yapacaksınız” diyerek dillendiriyor. Ve alkışlar. Epeydir bu kadar gülmemiş ve cahilce söz dinlememiştim, gene bir şey öğrenemedim, a.. öğrendim cümleten kısırlaşıyoruz. Yaşasın “Düşünce Kısırlaştırma Operasyonları!” Not: Efendim bendeniz İktisat Fakültesi’nde İdris Küçükömer, Sencer Divitçioğlu, Cavit Orhan Tütengil gibi çok değerli hocaların öğrencisi olma şansını yakalamış bir yurttaşım, doğal olarak bu kısırlaştırma operasyonlarına alerjik bir reaksiyon veriyorum, bünyem kaldırmıyor kusura bakmayın. Bu arada genç arkadaşlarım, şöyle üşenmeden Marx’ın Kapital’ini ve Manifesto’sunu edinip bir güzel okuyun ve kısırlaşmanın gerisine düşmeye çalışın, aksi halde beyaz yakalı da olsanız, arabanız da olsa gittikçe yoksullaşmanızdan sizden başka sorumlu aramayın. isilozgenturk?gmail.com İdam kararı yakalandıkları gün Yargılanan, eylemleri verilmişti değil dünya görüşleriydi Deniz’ler daha yakalandıkları zaman onlar için idam kararı verilmişti yorumu bu değerlendirmelerinizle birlikte haklılık kazanıyor, değil mi? Çok doğru bir saptama. Gerçekten de Deniz’ler yakalandıkları zaman haklarında idam kararı verilmişti. Ve bu kararın nedeni onların eylemleri değil, dünya görüşleriydi. Sondan başlayacak olursak, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının dünya görüşü en net ve öz biçimde idam sehpası altında “Yaşasın tam bağımsız Türkiye! Yaşasın Marksizm Leninizmin yüce ideolojisi! Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi! Kahrolsun emperyalizm! Yaşasın işçiler, köylüler!” diye haykıran Deniz’in son sözlerinde saklıdır. Tam bağımsızlık 1970’ler Türkiye’sinde 68 gençliğinin ve tüm sosyalist parti ve grupların temel şiarıydı. 1960’lı yıllarda Kıbrıs bunalımının bir yan ürünü olarak Türkiye tarihinde ilk kez dış politika tartışmaya açılmış ve ülkedeki Amerikan üslerinin varlığı, Amerika ile yapılan ikili anlaşmalar ve ülkenin NATO üyeliği eleştirilmeye başlanmıştı. Amerika ile yapılan askeri anlaşmalar öyle bir noktaya varmıştı ki ülkenin Milli Savunma Bakanı, ordu komutanı bile bu üslere sokulmamaktaydı. Örneğin, o dönemde 3. Ordu Komutanı olan Refik Tulga İncirlik Üssü’ne gider ve kantin, kütüphane, yemekhane, mutfak gibi yerleri gezdikten sonra askeri tesise doğru ilerler. Burada “Giremezsiniz! Buraya ancak Amerikan uyruklu kişiler girebilir” diyen bir Amerikalı albay tarafından komutanın yolu kesilir. Tulga “Ben ordu komutanıyım. Bulunduğunuz bölge(de) giremeyeceğim yer olamaz!” der. Amerikalı “Emir böyle” deyince Tulga “Bu, hükümranlık haklarımıza tecavüz değil mi?” der. Amerikalının yanıtı şöyledir: “Ama ikili anlaşmalar var.. Bir viski almaz mısınız Sayın Paşam?” Yanıtı “Hayır!” olan 3. Ordu Komutanı üssü terk eder (1. THKO Davası, Avukat Savunması, Mayıs 1974). Amerikalılar Türkiye’de işledikleri suçlardan dolayı Türk mahkemelerinde yargılanamamaktaydılar. Bu ikili anlaşma değil, tekli anlaşma. Amerikalı Türkiye’deki haklarını kayda geçirmiş… 1959’da yapılan bir ikili anlaşmaya göre siyasal iktidarın talebi halinde, Amerika’nın Türkiye’ye müdahale hakkı doğmaktaydı. Bu ve benzeri askeri, siyasi, ekonomik ve kültürel ikili anlaşmalar Kurtuluş Savaşı ile kazanılmış ülke bağımsızlığını ortadan kaldırmıştı. İşte Deniz’ler ve 68 gençliği, bu duruma karşı çıkarak Türkiye’nin ekonomik, siyasal, toplumsal, askeri, kültürel alanlarda emperyalizmden bağımsızlığını istiyorlar ve bu yolda mücadele veriyorlardı. Deniz’ler Marksizm Leninizmi dünya görüşü olarak benimsemişlerdi. Yani hedef, emekçilerin iktidarı yoluyla kurulacak sınıfsız sömürüsüz bir toplumdu. Bu toplumsal yapıya bağımsızlık olmadan ulaşılamazdı. Bağımsızlığa giden yolda, Türkiye halkı Türk’üyle Kürt’üyle, işçi ve köylüler yani emekçiler olarak emperyalizme karşı tek yumruk olarak mücadele etmek zorundaydı. Kurtuluş Savaşı’nı da Türkler ve Kürtler emperyalizme karşı birlikte vermişlerdi. Ana zemin emperyalizme karşı mücadele etmek. Bu durumda emperyalizmle işbirliği yapanlar da Deniz’lerin düşüncelerine karşıydı değil mi? Dış yardıma ve dış sermaye çevrelerine göbekten bağlı ve bağımlı olan Türkiye işbirlikçi burjuvazisinin ve işbirliği içinde bulundukları emperyalistlerin çıkarları ile bu düşüncelerin ters düştüğünü rahatlıkla söylememiz mümkündür. Deniz’lerin bu yurtsever düşüncelerinin dalga dalga yayıldığını ve dünyanın ilk ulusal kurtuluş savaşını vermiş bir ülke halkının, emperyalizm ve işbirlikçileri olan siyasal iktidarlara karşı harekete geçtiğini bir düşünün. Buna izin vermeleri mümkün değildi. Ne pahasına olursa olsun Deniz’ler ve onların bağımsızlıkçı, sosyalist görüşleri susturulmalıydı. Ve idamlar yapıldı… TCY’nin 146. maddesini de bu amaçla mı kullandılar? Evet… Bu düşüncemizi kanıtlayan en önemli örneklerden ilki, 1971 yılında Askeri Yargıtay’a incelenmek üzere yollanan bir dosya ile ilgili olarak, Askeri Yargıtay Başsavcılığı’nın Genelkurmay Başkanlığı’na yazdığı 3/7/1971 gün ve 971/1285 nolu ve 971/1199 Tebliğname sayılı tarihli yazısıdır. Bu yazıda “Marksist felsefe ışığında milli demokratik devrimi gerçekleştirmek üzere silahlı eylemlere girişmek ve bu suretle Amerikan emperyalizmi ve onun yerli işbirlikçilerini bertaraf ederek tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye’yi kurmak” amacına yönelik eylemlere ceza yasasının 146. maddesinin uygulanması gerektiği bildirilmiş ve sıkıyönetim komutanlıklarına ve askeri savcılıklara bu yolda emir verilmesi talep edilmiştir. Bu anlayış Meclis’e de hâkim olmuştu değil mi? Düşüncelerinden dolayı Deniz’leri idam sehpasına yollama çabaları TBMM’de de sürdü. Bilindiği gibi Askeri Yargıtay tarafından onaylanan idam kararları 10 Mart 1972’de TBMM’ye geldi. Kürsüde konuşan bir milletvekili şunları söylemekteydi: “…üç kişi ve bunların arkadaşları açıkça kendilerinin komünist, Maoist, Leninist olduklarını hem de tefahürle (övünerek) mahkemelerde ve her yerde ifade etmişlerdir. …Sorarım sizlere, bunlara idam cezası vermeyeceksiniz de kime vereceksiniz?” Yine bir başka milletvekili: “…onların niyet ve gayeleri Türkiye’nin meselelerini komünizmi hâkim kılarak halletme yoludur… Mahkemelerde ifadelerinde devamlı olarak ‘Biz Maocuyuz, biz Leninciyiz, biz komünistiz, biz bu yolda kanımızın son damlasına kadar mücadelede kararlıyız’ diyorlar.. (“İdam Kararı Tutanakları”, 68’liler Birliği Vakfı Yayınları, Ekim 1998). Bunun için ne kadar ıstırap da duysak, suçun vasfı ne kadar siyasi de olsa, biz mahkemenin verdiği kararı hiçbir zaman müebbet hapse tahvil edelim (çevirelim) düşüncesinden hareket edemeyiz…“ diyor. eçenlerde televizyonlardaki tartışma programlarına göz atarken aklıma geldi, ülkece resmen düşünce kısırlaştırma operasyonlarıyla karşı karşıyayız. Şimdi neden böyle tuhaf bir benzetme aklıma geldi, onu biraz kurcalayalım. Örneğin “Tarafsız Bölge” programının yapımcısı, artık ne kadar tarafsızsa, Ahmet Hakan geçen hafta “hadi” demiş, “bugün bir şaşırtmaca yapalım ve baba Marx’ın kocaman bir portresi altında, ülkenin büyük büyük işadamlarına, büyük büyük ekonomi yazarlarına, profesörlerine Marx’ı tartıştıralım, bu arada birazcık tarafsız görünmek için de Devrimci İşçi Sendikaları Başkanı’nı aramıza alalım”. Bendeniz de bayağı merak ediyorum, artık duymaktan iyice bir bıktığım, türban, AKP’nin kapatılması, AB, Anayasa Mahkemesi sözcükleri yok ya, belki diyorum, biraz bir şeyler öğrenirim. Vay canına, bir ülkede koskoca bir gazetenin ekonomi yazarı ve eminim pek çok şirketin danışmanı ekonomist Ege Cansel, Marx’ın ekonomik öngörülerini bilmediğini, onu sadece bir felsefeci olarak tanıdığını söyleyip şiddetini iyice arttıran küresel sömürüyü bir ahlak sorunu olarak algıladığını belirtiyor ve Türkiye’nin sosyal demokrat işadamı İshak Alaton Bey de “tam da üstüne bastın” diyor ve dünyadaki bugünkü kötü gidiş, yani üç milyon kişinin iki doların altında, açlık sınırında yaşaması bir “ahlak” sorunu olup çıkıyor. Bu muhteşem koroya, sıfırdan başlayıp ağır bir işadamlığına yükselen, bu arada egosuna taptığı için, bunu kendisi söylüyor, parti kurup batıran ve de bahçıvanına yardım ettiği için artık bir kapitalist değil bir işçi olduğunu belirten ve bu mükemmel tanımıyla Ahmet Hakan’ı bile çaktırmadan güldüren Besim Tibuk katılıyor. O dehşetten muhteşem bir parodi örneği. Marx’a atıp tutuyor, hani ona göre Hitler neyse Marx da o. Milyonlarca insanın ölümüne neden olmuş. Ayrıca dünyadaki bütün güzel işleri girişimciler yapmış, kapitalistler başarmış. Sendikaları kapitalistler kurmuş, iş saatlerini 8 saate onlar indirmiş. Artık burada Marx’ı ve önerilerini, onun dönemini fevkalade iyi bilen, etik sahibi bir öğretim üyesi Seyfettin Gürsel dayanamayıp, “Siz Marx’ı bilmiyorsunuz” diye her türlü görgü kuralını bir yana bırakıp söze giriyor. Artı değerden, kaynakların orantısız paylaşımından söz ediyor. Birinci ve İkinci Dünya savaş G ESERLER KÖŞK’E GETİRİLECEK Gül ailesinin Osmanlı merakı ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) Dolmabahçe Sarayı’ndaki bazı Osmanlı eserlerinin tadilattan geçirilecek Çankaya Köşkü’nün yeni vitrini olması planlanıyor. Bu çerçevede Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği ve Hayrünnisa Gül tarafından seçilen bazı eserlerin Köşk’e getirilebileceği ifade ediliyor. Dönemin padişahları ya da diğer saray halkı tarafından kullanılan sehpa, koltuk takımı, yazlıklarda kullanılabilen yatar kalkar tek kişilik koltuk, biblo, soba, avize, halı gibi objelerin de yer aldığı eserlerin Ankara’ya taşınabilmesi için TBMM Başkanlık Divanı’ndan onay çıkması gerekiyor. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Köşk’te düzenlenen RTÜK Ödül Töreni’nin ardından konuya ilişkin soruları yanıtsız bıraktı. Gül, konunun Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Mustafa İsen’e sorulmasını, İsen’in gerekli açıklamayı yapacağını söyledi. Aybar: ‘Katiller serbest, Deniz’ler sehpada’ Mehmet Ali Aybar’ın sözleri sizi çok etkilemişti, değil mi? TBMM’de Deniz’leri savunan ve idam kararına karşı çıkan M. Ali Aybar‘ın konuşması da bu görüşümüzü desteklemektedir. Aybar, konuşmasında “Deniz Gezmiş ve iki arkadaşının işledikleri suçlar adam kaçırma ve alıkoyma.. gibi ağır suçlardır. Ancak bunların siyasi suç niteliğinde olduğu da muhakkaktır… Bu üç genç, maddi fiillerinden yani banka soyduklarından, adam kaçırdıklarından.. dolayı idam cezasına çarptırılmıyorlar. Marksist Leninist oldukları için, bu fiilleri, basmakalıp bir Marksist Leninist strateji klişesine göre değerlendirilerek cezalandırılıyorlar. İdeolojik durumlarından hareketle, anayasayı zorla ilgaya ve TBMM’yi zorla ıskata teşebbüs ettikleri sonucuna varılıyor… Kanlı Pazar, Konya, Kayseri ayaklanmalarının ve nice cinayetlerin meçhul bırakılmış failleri ellerini kollarını sallaya sallaya gezerken, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını ipe gönderebilecek misiniz?” diyordu. (“İdam Kararı Tutanakları“, 68’liler Birliği Vakfı Yayınları, Ekim 1998). Gönderdiler, çünkü emperyalizmin ve işbirlikçisi siyasal iktidarın ve askeri cuntanın çakışan çıkarları öyle gerektiriyordu. SÜRECEK 92 yaşındaki Nazi doktora tıp ödülü Dış Haberler Servisi Almanya’da yüzlerce çocuğu ölüm kamplarına göndermekle suçlanan 92 yaşındaki eski Nazi Partisi üyesi bir doktor, sağlık sistemine yaptığı katkılar nedeniyle ülkedeki en önemli tıp ödülüne layık görüldü. Yaklaşık 900 engelli çocuğun Münih’teki ölüm kampına gönderilmesinden sorumlu tutulan HansJoachim Sewering, 2. Dünya Savaşı’nın ardından kaçmak zorunda kalan diğer Nazi yetkililerinin aksine halen Münih’te, eski toplama kampı yakınındaki evinde aynı isimle yaşamaya devam ediyor. Sewering, hakkındaki suçlamaları kabul etmiyor. Sewering’in yargılanmasına çalışan tek kişi kendisi gibi doktor olan bir ABD’li. Yahudi doktor Micheal Franzblau, Amerikan New York Times gazetesine verdiği tam sayfa ilanda, “Almanya neden suçlanan bir savaş suçlusunu barındırıyor” diyerek tepkisini dile getirdi. ? “Halit Çelenk Deniz’leri Anlatıyor” yazı dizisinin geçen hafta yayımlanan “Cuntacıların birbirinden farkı yok” başlıklı bölümünde yer alan “1961 Anayasası yerine yeni bir anayasa yürürlüğe konuldu” cümlesi, “1961 anayasasında değişiklikler yapıldı ve yürürlüğe konuldu” biçiminde olacaktı. Düzeltiriz. DÜZELTME
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle