Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
16 MAYIS 2008 CUMA ekonomi PARİS’TEN UĞUR HÜKÜM edinci sanat sinema en azından diğer sanat dalları kadar içinde yaşadığı toplum ve dünyaya bağımlı. Bizzat yaratıcıları bünyesinde varoldukları bağlamı, ortamı reddetseler, bilinçlibilinçsiz bir soyutlama peşinde koşsalar, tavırlarını tutkuyla savunsalar dahi günün, çağın etki ve etkenlerinden kopmaları imkansızlık derecesinde zor. Hele hele ekonomik ve siyasi dünya konjonktürü, sosyal yanı güçlü düşünce akımları, eğilimler kabara kabara akan günlere damgasını vurmuşsa, buna duyarsız kalacak sanatçı veya bu gidişatı önceden sezip onu yönlendirmeye yönelmeyecek sanatçı azdır, diye düşünüyoruz. Bir de buna angajman/yanlılık, mücadeleci gerçekçilik, devrimci yenilikçilik, ilerlemeci aydınlıkçılık gibi hassalar “yükselen değerler” olarak eklendi mi, insan olur bir yelkenli, toplum da onun rüzgarı. İşte 1968 yılına, sinemaya, Cannes’a gelindiğinde, dünya böylesi bir seyir halindeydi... ??? Emperyalist ve sömürgeci güçlerin neden olduğu 2. Dünya Savaşı’nın yıkıntıları, Cezayir ve Vietnam savaşının kanlıcanlı görüntüleri, CheFidelFanonSartreMartin Luther King heyecanları; marksistanarşistvaroluşçuFreudçu düşünce yumakları; yaşlı dünyanın yeni nesillere zülpranga gelen mutlakıyetçiataerkilerkekçidincigeleneksel egemen değerler sisteminin baskısı, yeryüzündeki sosyal eşitsizliğin çıldırtan dengesizliği, öncelikle gençleri ve aydınları eyleme geçmeye itiyordu. İsyanla sanatın yolları daha önceleri çok kesişmişti, ama nispeten genç bir sanat olan sinemayla, onun baş silahı kamerayla başkaldırının ruh ve vücutları hiçbir dönemde 50’li, 60’lı yılların kıvamında bir ahenk yakalayamamıştı. (Zaten bir daha da –şimdilik– aynı dozda hiç yakalayamadı.) 1968 Mayısı’ndaki eşsiz “Cannes İsyanSinema Buluşması” ne ilkti, ne de sonuncuydu. Ama 68 Mayısı’nın yeri başkaydı. 1425 Mayıs 2008 tarihlerinde 40’ıncı yaşına basacak bu buluşmanın anılması, nostaljiden öteye, uçsuz bucaksız sermaye çöllerinin liberal seraplarında katı bireysellikten, köşe dönmeci ikbal avcılığından başka çözüm göremeyen genç nesillere örnekmodel filan değil, ama belki bir uyarı, bir fikir verebilir. ??? Bu yıl 61’incisi düzenlenen ve jüri başkanlığını devrimizin isyan çocuklarından Amerikalı oyuncuyönetmen Sean Penn’in üstlendiği Cannes Film Festivali, 1968 Mayısı’nda 21’inci yaşında yaşadığı istisnai coşkuyu, bir çağın simgesel başkaldırısını hatırlayacak, hatırlatacak. Her zamankinden daha elzem bir uyarı! Festival perdesinin açılmasını engellemek için perdeye asılan François Truffaut (19321984), JeanLuc Godard (1930) ve arkadaşlarının direnişleri; Alain Resnais, Carlos Saura, Milos Forman’ın filmlerini yarışmadan çekmeleri; Louis Malle, Monica Vitti, Roman Polanski’nin üyesi oldukları jüriden istifaları; Fransız sinematekinin kurucusu, büyük sinema adamı Henri Langlois’nın devrin Kültür Bakanı André Malraux ile çatışması; öğrencilerin gösteri salonlarını işgal etmeleri; festival çalışanlarının başlattığı grevin Cannes ve Nice’e hatta Côte d’Azur, Fransa’nın Akdeniz kıyılarına yayılması; sonuçta iptal edilen 21. Cannes Film Festivali tarihe kızıl sırmalı harflerle işlenmiş bir “olay” olarak geçiyordu. ??? Bobinleri azıcık geriye saracak olursak, Paris’te Nanterre Üniversitesi’nde oluşan “22 Mart Öğrenci Hareketi” ve yandaşları olayların gelişmesi üzerine 3 Mayıs’ta diğer fakültelerin eylemci öğrencileriyle Sorbonne fakültesini işgal ederler. Civar mahalle, Quartier Latin’de ilk barikatlar kurulur. 10 Mayıs’ta Paris’te sokak çatışmaları artarken Cannes’da yoğun tartışmalara sahne olan 21. Uluslararası Film Festivali perde açar. Parantez açmak gerekirse, 1968 yılı İtalyan “Neorealist/Yeni Gerçekçi” sinemasının, Fransız “Nouvelle Vague/Yeni Dalgası”nın olgunluk örneklerinin tanındığı, müthiş etkili olduğu bir dönemin içindedir. François Truffaut “Siyah Gelinlik”, Franklin J. Schaffner “Maymunlar Gezegeni”, Pier Paolo Pasolini “Teorema”, Roman Polanski “Rosemary’nin Bebeği”, Sergio Leone “Bir Zamanlar Batıda”, Stanley Kubrick “2001: Uzay Macerası” eserleri bu yıl gösterime girmiştir. Başrolünü AfroAmerikalı aktör Sidney Poitier’nin oynadığı Norman Jewison’un “Gecenin Sı C 9 Sabahatv’de BDDK devrede Murat KIŞLALI ANKARA Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) murakıplarının, atvSabah Grubu ihalesi için, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın damadı Berat Albayrak’ın genel müdür olarak çalıştığı Çalık Grubu’na verilen toplam 750 milyon dolarlık Halkbank ve Vakıfbank kredileri ile ilgili inceleme başlattığı öğrenildi. Edinilen bilgiye göre murakıplar, “Çalık Grubu’na kredilerin neye göre verildiğini ve bunların banka rasyolarını nasıl etkilediğini” öğrendikten sonra 1520 gün içinde rapor 1968’den 2008’e ‘Cannes Mayısı’ cağında” filmi Oskar’ını almazdan 6 gün önce, 4 Nisan’da ırkçılık ve ayrımcılıkla mücadelenin öncüsü Amerikalı rahip Martin Luther King öldürülmüştür. JeanLuc Godard’ın 1967’de çektiği “La Chinoise/Çinli Kız”ı Paris’te bir çırpıda 100 bin kişi izlemiştir. İsviçreliFransız yönetmen filminde peygamber kehanetiyle öğrenci hareketleri, üniversite işgalleri öngörmekte, MaoizmKomünizm, aktivizm/pasifizm, burjuvazi/işçi sınıfı vb polemiklerini körüklemekteydi. Fransız fotoğrafçı ve sinemacı Chris Marker’ın o tarihlerde çekmeğe başladığı ünlü belgeselinin adı gibi “Gökyüzü Kızıl”dı! ??? 13 Mayıs’ta Paris sokaklarında 1 milyon kişi yürümektedir. 15 Mayıs’ta 4 genç sinema teknisyeni “Sorbonne Eylem Komitesi”ne bağlı bir “Sinema Komisyonu” oluşturur. Amaç izin filan beklemeden ya mevcut devrimci filmleri her ortam ve koşulda göstermek ya da “korsan” belgesel veya konulu filmler çekmektir. 16 Mayıs’ta, o tarihte “Ecole de Vaugirard” diye de bilinen Ulusal Sinema ve Fotoğraf Okulu sinema eylemcilerinin genel karargâhı seçilir. 17’sinde burada buluşan binin üstünde sinema insanı (yönetmen, oyuncu, teknisyen vs) acil bir “Fransız Sineması Kurucu Kurultayı” (FSKK) toplamayı ve süresiz greve gitmeyi kararlaştırır. İlk eylem olarak zaten kendiliğinden yoğun tartışmalara sahne olan Cannes Film Festivali’ne telgraf yollayıp festivali durdurmalarını isterler. Aynı gün başını Truffaut ve Godard ikilisinin çektiği, Paris koordinasyonunu Louis Malle’in üstlendiği, baş destekçileri Claude Berri ve Claude Lelouche olan sinema eylemcileri büyük çoğunluğu ikna etmeyi başarırlar. GodardMalleTruffaut üçlüsünün “Fransa emsalsiz bir sosyal kriz yaşarken, bizim Côte d’Azur’da bayram edip, tıkınmamız en hafif deyimiyle densizliktir”, söylemi çok etkili olmuştur. Bütün katılımcılar hemfikir olmasa da festivalin o devirdeki müdürü Robert Favre Le Bret, “1968 festivalinin iptal edildiği, başka gösteri yapılmayacağı ve ödül dağıtılmayacağını”, açıklamak zorunda kalır. Eylemci festivalciler 19 Mayıs’ta bir bildiri yayınlarlar: “Cannes Festivali durmuştur. Sinema dünyası De Gaulle’cü iktidara karşı mücadeleye girmiştir... Cannes’da bulunan sinemacılar, gazeteciler, yapımcılar festivalden katılımlarını çekmişlerdir. Derinlemesine sorguladığımız kapitalist toplumun aleti olmayı reddediyoruz. Hedefimiz şu anda ülke çapında mücadele veren çalışanlarla aynıdır. Üretim ve dağıtım araçlarının yeniden düzenlenmesini ve sansürün kaldırılmasını talep ediyoruz.” Tüm Cannes’lı Cannes’sız eylemciler 21 Mayıs’ta Paris’te Ecole de Vaugirard’da FSKK’ını toplarlar. Özellikle Jacques Rivette, Louis Malle, Marin Karmitz’in başını çektiği eğilim ağırlıktadır. Bir hafta süren tartışmalardan çıkan demokratikleşme, mesleki değerleri, resmi yapıları yeniden düzenleme kararları doğrultusunda yapılacak olan reformlar bugün halen Fransız sinemasını yaşatan yapılanma olarak geçerlidir. Süreç kameralar tarafından devamlı belgelenmiş ve arşivlerdedir. “2008 Cannes Classics” programı önümüzdeki günlerde 1968’de yaşananlara dair belgeseller göstereceği gibi öncelikle o yıla ‘tarihsel anlam’ kazandıran, olaylar başlar başlamaz yarışmadan çekildiklerini açıklayan veya gösterilememiş ve de festivalde hiç bir zaman gösterilmemiş aşağıdaki filmlerin bir kısmını da onurlandıracak: Carlos Saura’nın “Peppermint frappé”, Alain Resnais’nin “Je t’aime, je t’aime”, Richard Lester’in “Petulia”, Alexandre Zarkhi’nin “Anna Karenina”, Claude Lelouche’un “13 jours en France”, Peter Collinson’un “The long day’s dying” ve Dominique Delouche’un “24 heures de la vie d’une femme”. Saura’nın bizzat katılımıyla izlenecek “Peppermint frappé”nin dışında hangilerinin sunulacağı henüz bilinmiyor. ??? Bugün başta Fransa devlet başkanı Nicolas Sarkozy olmak üzere bir dizi insan ve özellikle de “68 Mayısı”ını hiçbir zaman hazmedememiş bir “gerici dünya” yükseltmeye çalıştıkları, kutlu ve mutlu “Orta Çağ” değerleriyle 68’i tümüyle tasfiye etmek için ellerinden geleni artlarına koymuyorlar. “68 Mayısı” insanlığın bir baharı olarak dönülmez, yok edilemez ürünlerini verdi. 2008 Cannes’ı onun ebedi çiçeklerinin bir demeti olmaya devam ediyor. ugur.hukum?gmail.com Çalık Grubu’nun Halkbank ve Vakıfbank’tan kullandığı 750 milyon dolarlık krediye murakıp incelemesi başlatıldı ni sorar ve yanıtını alır. BDDK olarak biz kredi verilirken değil, sadece kredi verildikten sonra bir ihbar veya usulsüzlük olursa devreye gireriz.” DDK SORUMLULUĞU BDDK Halkbank ve Vakıfbank kredilerine müdahalesini gerektiren, 5411 sayılı Bankacılık Yasası‘nın ilgili hükümleri şöyle: Yasanın “Kredi açma”, “Kredilerin izlenmesi” ve “Karşılıklar ve teminatlar” başlıklı 51, 52 ve 53. maddelerinin uygulamasında BDDK’nin yetki ve sorumluluğu bulunuyor. Yasanın 93/c maddesine göre “Kurum, tasarruf sahiplerinin haklarını ve bankaların düzenli ve emin bir şekilde çalışmasını tehlikeye sokabilecek ve ekonomide önemli zararlar doğurabilecek her türlü işlem ve uygulamaları önlemek, kredi sisteminin etkin bir şekilde çalışmasını sağlamak üzere gerekli karar ve tedbirleri almak ve uygulamakla yükümlü ve yetkilidir.” Ayrıca 95. maddeye göre de BDDK’nin “yerinde denetim ve gözetim” yetkisi bulunuyor. Y Murakıplar, “Çalık Grubu’na kredilerin neye göre verildiğini ve bunların banka rasyolarını nasıl etkilediğini” öğrendikten sonra 1520 gün içinde raporlarını BDDK Başkanlığı’na iletecekler. larını BDDK Başkanlığı‘na iletecekler. Bir BDDK yetkilisi konuyla ilgili Cumhuriyet’e şu bilgiyi verdi: “Çok sayıda ihbar ve soru önergesi geliyor. Kamu veya özel bankaların kredi vermesiyle ilgili kriterlerde BDDK yok. Sadece bu bankaların rasyoları bozulursa BDDK müdahil olur. Bize gelen soru önergelerini bankalardaki murakıplarımıza ‘Buna bakın’ diye gönderiyoruz. O banka bünyesindeki murakıplar bu kredilerin nasıl verildiğini, neye göre verildiğini ve banka rasyolarını nasıl etkileyeceği B Telekom’da aslan payı yabancıların Özelleştirme İdaresi Başkanı Metin Kilci, Türk Telekom’daki yüzde 15 Hazine hissesinin halka arzında, toplam halka arz büyüklüğünün “1.9 milyar dolar” düzeyinde gerçekleştiğini söyledi. Satışa aracılık eden kurumların raporlarına göre yüzde 35 ucuza satılmasına karşın, hükümet, satışın çoğunluğunu oluşturan yüzde 60’ını, diğer arzlarda da olduğu gibi yine yabancı fonlara ayırdı. ATO’nun yoksulluk araştırması: 70 milyonluk Türkiye’nin 53 milyonu yoksul, 11 milyonu aç Dört kişiden üçü yoksul ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) Ankara Ticaret Odası’nın (ATO) yaptığı Açlık ve Yoksulluk Araştırması’nda Türkiye nüfusunun yüzde 74.1’i yoksulluk sınırının, 15.4’ü ise açlık sınırının altında yaşadığı ortaya çıktı. ATO araştırmasına göre, Türkiye 52 milyon 278 bin 252 kişi yoksulluk sınırının altında, 10 milyon 871 bin 672 kişi ise açlık sınırının altında yaşıyor. Türkİş’in 2007 yılı için aylık olarak hesapladığı açlık ve yoksulluk sınırının ortalaması dikkate alınarak yapılan hesaplamaya göre, açlık sınırının yıllık ortalaması 664.6 YTL, yoksulluk sınırı 2 bin 91.5 YTL olarak gerçekleşirken araştırmada, 2007 yılında Türkiye’deki ortalama hane geliri ise aylık 1.602 YTL olarak tahmin edildi. Araştırmada elde edilen bazı sonuçlar şöyle: Gelirden en az pay alan birinci İstatistiki hesaplama yöntemi değişikliği de ‘acı gerçeği’ gizlemeye yetmedi. Kişi başına gelir 9 bin doları geçti ama bu rötuşlu gelir, Türkiye’deki yaklaşık 3 milyon ailenin açlığına, 13 milyon ailenin de yoksulluğuna çare olamadı. yüzde 5’lik dilimdeki ailelerin aylık ortalama geliri 251 YTL’de, ikinci yüzde 5’lik dilimdeki ailelerin geliri 450 YTL’de ve üçüncü dilimdekilerin ortalama geliri ise 571 YTL’de kaldı. Söz konusu ilk üç dilimin ortalama aylık geliri 664.6 YTL olan açlık sınırını geçemedi. Toplam 2 milyon 595 bin aile 2007’de açlık sınırının altında bir gelirle yaşamını sürdürmek zorunda kaldı. Bu ailelerdeki nüfussa 10 milyon 872 bin kişi olarak tahmin edildi. Buna göre, Türkiye’deki ailelerin yüzde 15’inin, nüfusun da yüzde 15.4’ünün açlık sınırının altında gelire sahip olduğu görüldü. Gelir dağılımında 115’inci yüzde 5’lik dilimlerde yer alan 12 milyon 973 bin aile, ayda 2 bin 91.5 YTL olarak belirlenen 2007 yılı ortalama yoksulluk sınırının altında gelir elde etti. Yoksulluk sınırının altında gelir elde eden ailelerde ise nüfusun yüzde 74.1’ini meydana getiren 52 milyon 278 bin kişinin yaşadığı tahmin edildi. Türkiye’deki ailelerin sadece yüzde 20’sinin aylık ortalama hane geliri 2 bin 91.5 YTL olan yoksulluk sınırının üzerine çıktı. İSTATİSTİKLER İNANDIRICI DEĞİL Ankara Ticaret Odası (ATO) Başkanı Sinan Aygün, yaptığı yazılı açıklamada, 8 milyon aileye kömür dağıtılmasıyla, milyonlarca aileye gıda yardımı yapılmasıyla övünülen bir ülkede resmi istatistiklerin hiçbir inandırıcılığının bulunmadığını belirterek şu ifadelere yer verdi: “Hesaplama sistemlerinde değişiklik yaparak kişi başına geliri 9 bin doların üzerine çıkarmak, ülkedeki aç ve yoksul insan sayısının azalmasına neden olmuyor. Türkiye’de 52.3 milyon insan açlık ve yoksulluk sınırının altında yaşıyor.” işisel olarak TC Merkez Bankası Başkanı Sayın Durmuş Yılmaz’ı tanımam. Açıklamalarından, duruşundan izlenim edinmeye çalışıyorum. Bende çalışkan, iyi niyetli, dürüst, alçakgönüllü, özeleştiri yapabilen bir kişiliğe sahip olduğu izlenimi bırakıyor. Yıllardır Merkez Bankası’nın Ankara’daki merkezine gitmiyorum. Bu nedenle kesin bir gözlemim yok ama Durmuş Yılmaz’ın yönetimde, yaşamında savurganlıktan, gösterişten kaçındığını düşünüyorum. Kamunun parasını harcarken vicdanı sızlayan bir anlayışa, bir karaktere sahip olduğunu umuyorum. Bana göre Durmuş Yılmaz, gösterişsiz, hava atmıyor; bu nedenle bazı çevrelere göre karizması yok ama kendinden önce yılın bürokratı seçilen öncellerine (seleflerine) göre başarılı ve tutarlı olduğunu düşünüyorum. Türkiye’de gözlüyoruz; jüriler toplanıyor, yahut halk jürisi(!) oluşturuyorlar. Yılın işadamını, bürokratını, sanatçısını filan seçiyorlar. Kapitalizmin bir pazarlama aracı bunlar... Böylece ya belli kişiler kamuoyuna tanıtılıyor, lanse ediliyor, ya o kişiler aracılığı ile belli görüşleri kamuoyuna anlatılıyor ya da GSM ve reklam alma yolu ile paralar kazanılıyor. Halkı kandırmanın yöntemleri arasında bir pazarlama aracı olarak jüriler, jüri ödülleri filan konuluyor. İyi niyetle, ama K YORUM ÖZTİN AKGÜÇ tör ruhla, karşılık beklemeksizin yapılan yarışma ve jüri tercihlerini ayrı tutmak, bundan arılamak (tenzih etmek) gerekir. Durmuş Yılmaz’ın yılın bürokratı seçildiğini anımsamıyorum. İnşallah seçilmemiştir. Bazı malum çevrelerce seçilmişse, bazı kuşku işaretleri, eksi puanları toplamaya başlar. Amacım kişiye övgü düzmek değil. Ancak şarlatanlığın, özür dilerim daha iyi bir anlatım bulamadığım için bu deyimi kullanacağım “hem kel hem fodul” olarak tanımlanacak bir kişilik yapısının sergilendiği bir ülkede, insan, olumlu sayılabilecek bir davranış gördüğünde, arka çıkmak istiyor. Ülkede düzgünlük, dürüstlük, iyi niyet, alçakgönüllülük prim yapmalı, değer kazanmalı diye düşünüyor. Bununla beraber D. Yılmaz’a biri şekle diğerleri esasa, temele dönük eleştirilerimi de yönelteyim. Dikkate alınacağını hiç sanmamakla beraber, yine de tek bir kişi etkilense bile, bir yararı olabilece Enflasyon Hedeflemesi ğini umuyorum. Merkez Bankası başkanlarının sık basın toplantısı yapmasını doğru bulmuyorum. FED başkanları, ABD, bu konuda da örnek alınmamalıdır. Kötü örnekler emsal olamaz. Merkez bankaları aldıkları kararlar ile izledikleri politikalarla kamuoyunu bilgilendirirler. Kararların, bildirim, beyan etkisi vardır. Sözler, açıklamalar değil; yapılanlar, alınan sonuçlar önemlidir. Esasa yönelik eleştiri ise, otuz yıla yakın süredir yinelendiği gibi Türkiye’nin neoliberal olarak nitelendirilen politikalarla, IMF önerileri ile bir yere varamayacağıdır. Nitekim varamamaktadır. Türkiye’nin hedefi yalnız enflasyonu kontrol etmek olmamalıdır. Salt enflasyonu kontrol etme hedefi ile de enflasyon kontrol edilemez; çapa olarak kullanılamaz. Nitekim son üç yılda enflasyon hedefi tutmamış, yüzde yüze varan sapmalar olmuştur. 2008’de öngörüler, 2011’de de hedef tutmayacaktır. Türkiye’nin en azından kısa süreli sorunu hızlı ve dengeli büyümektir, kalkınmadır diye yazacağım ama kalkınmayı kısa sürede başarabileceğimizi hiç sanmıyorum. Bu nedenle TC Merkez Bankası’nın ana hedefi fiyat istikrarı değil, ekonomik büyümeye katkı olmalıdır. Bu bağlamda bankaların yönlendirilmesi önem taşımaktadır. Çalışabilir nüfusun neredeyse üçte ikisinin bir değer üretmediği bir ülkede sağlıklı ekonomik büyüme olamaz. Ayrıca bir ekonomi, geniş anlamda sanayi sektörüne yapısal üretim değişikliği doğuracak yatırımları yapmadan da sürekli, kendini besleyen bir büyüme hızına ulaşamaz. Türkiye’nin ayrıca çok ciddi bir borç yönetimi sorunu vadır. Türk parasına yüksek faiz uygulaması Hazine’nin iç borçlanmasını kolaylaştırmakla, yurtdışından kaynak girişi sağlayacak cari işlemler açığını fonlamakla günü kurtarmaktadır ama sorunun çözümüne katkıda bulunmamakta, sorunu ağırlaştırarak ertelemektedir. Sıkça yinelendiği gibi, çıkılması zor, kırılması kısırdöngüler yaratmaktadır. İçten davranış, özeleştiri, kişisel bazı niteliklere sahip olmak artı bir puandır ama yeterli değildir. Çözüm üretmek gerekir. Çözüm üretmeden, sorunların çözümüne yönelmeden hedef koymanın da bir anlamı ve yararı yoktur.