02 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

16 C kitap KULE CANBAZI SUNAY AKIN 16 MAYIS 2008 CUMA Çetinkaya ile yaşamın izinde Gamze AKDEMİR Hikmet Çetinkaya’nın “Fethullahçı Gladyo” ve “68’den 78’e Sancılı Yıllar Kuşatılmış Sokaklar” (Günizi Yayıncılık) adlı iki yeni kitabı raflardaki yerini aldı. “Fethullahçı Gladyo”da, zorlu bir dönemden geçen, tarikatçıların egemenliğine sokulan günümüz Türkiyesinin getirilmek istendiği noktayı analiz ediyor Çetinkaya. “68’den 78’e Sancılı Yıllar Kuşatılmış Sokaklar”da amaçladığı ise ülkenin bir dönemine damgasını vuran olay ve olguları tarih bilinciyle irdelemek; bugünün gençlerinin geçmişte yaşananlardan habersiz olmamaları. İlk toprak işgallerini, köylü hareketlerini, grevleri, öğrenci olaylarını ve mezhep çatışmalarını bilmeleri, tehlikenin farkına varmaları. Hikmet Çetinkaya, “Fethullahçı Gladyo”da, hukukun ayaklar altına alındığı, demokrasinin yerinde yeller estiği, özgürlüklerin lafta kaldığı, Cumhuriyet kazanımlarının adından bile söz edilmesinin hani neredeyse “sakıncalı” ilan edildiği/edileceği günümüzün Türkiye panoromasını sunuyor. Kendisinin de dediği gibi bu kitap “yaşamın kendisi”... “Yaşadıklarımız”... bir takım olaylar ve demeçler tezgahlar... Asılsız haberler servis eder tercihen “bir kısım malum medya” başta olmak üzere “piyasaya”... “Ergenekoncu” oluverirsiniz birden ve İlhan Selçuk’a yaptıkları gibi zülfüyare dokunan, ipliklerini piyasaya çıkartan önemli isimleri içeri alıverirler. Yazıyor Çetinkaya, malum ortalıkta bir savcılık iddianamesi yoktur ama tüm bilgiler “çete medyası”na Fethullahçı Gladyo tarafından sızdırılıyordur. İktidara gelince, halinden pek bir memnundur, çünkü soruşturma “tüm hızıyla” sürdürülüyordur, “adalet” yerini bulacaktır... 0 ÜLKEDE 500 OKUL... Hakkındaki yargı kararları nedeniyle uzun yıllardır ülkesine dönemeyen, övgüler düzdüğü ABD’de yeğenlerinin evine sığışan, her fırsatta duygulanıp ağlayıverecek kadar “insancıl!..”, “yufka yürekli!..” bir zatı muhteremin! yani Fethullah Gülen’in evreninden diğer kesitler de satırlar arasında “Fethullahçı Gladyo” da. ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nin bir ayağında üstlendiği rolü ve 90 ülkede 500 okulu nasıl kurduğu da.. Kovulduğu Rusya’daki durumu da... Ayna, ayna, söyle bana nasından / yansıttığı ışığı / nedendir bilmem / hep ben yakalardım / onca çocuğun / elleri arasından. Ortaokul yıllarında, fen bilgisi dersinde optik konusunu işleyince gerçeği anlamıştım ama iş işten geçmiş, Trabzon’dan ayrılıp İstanbul’a göç etmiştik!.. Ayna şiirlerinin en ünlüsü ise hiç şüphesiz ki, Orhan Veli’nin şu dizeleridir: Ne atom bombası, / Ne Londra Konferansı; / Bir elinde cımbız, / Bir elinde ayna, / Umurunda mı dünya! Elinde ayna ve cımbız tutup da, dünyanın umurunda olduğu kadın yok mudur?.. Olmaz olur mu?.. Elbette vardır… Dorothy Levitt onlardan biridir. 1903 yılında, otomobil yarışlarına katılan ilk kadın pilot olan Dorothy, sıra dışı kişiliğiyle döneminin en rekli insanlarındandı. Deniz sürat motoru da kullanan genç kız, 1906 yılında Napier marka yarış otosuyla saatte 96 mil sürate ulaşarak, kadınlar dalında dünya rekoru kırmayı başarmıştı. İngiltere’de yaşayan Dorothy Levitt, aynı yıl “Kadın ve Araba” adında bir kitap yazar. Bu kitap, otomobil tarihinde bir devrime neden olacaktır!.. Bayan Levitt kitabının bir sayfasında kadınlara araba kullanırken yanlarında bir el aynası bulundurmalarını öğütler. Aynanın amacı, arada sırada arkaya bakarak trafiği kontrol etmek içindir!.. Beş yıl sonra, Indianapolis’te düzenlenen otomobil yarışlarında, Ray Harroun adlı pilot, kendi tasarımı olan arabasına ayna koyar. Bu, dikiz aynasının takıldığı ilk arabadır. Ayna sayesinde piste hâkim olan Ray Harroun yarışı 1. sırada tamamlar. Harroun’un “Marmon Arısı” adını verdiği sarı renkli arabası Motor Speedway Müzesi’nde sergilenmektedir. Otomobilinizde kullandığınız dikiz aynasının bir kadın buluşu olduğunu biliyor muydunuz?.. Bir başka deyişle, biz erkekler, trafikte at gözlüğünün atılmasını bir kadının zekâsına borçluyuz. Hikmet Çetinkaya’nın iki yeni kitabı “Fethullahçı Gladyo” ve “68’den 78’e Sancılı Yıllar Kuşatılmış Sokaklar” raflarda 9 FETHULLAH TAKİPTE!.. Her geçen gün ivme kazanan tarikatçı yapılanmanın yol haritasını gözler önüne serdiği kitabını şöyle özetliyor Hikmet Çetinkaya: “Fethullahçılar her yerde örgütleniyorlar. İnternette kurmay albayların, yarbayların, binbaşıların, astsubayların, askerisivil memurların, askeri okul öğrencilerinin ‘soyağacını’ çıkaran adres belli. Ve o adreste oturanlar kurmay subaylara, astsubaylara, askerisivil memurlara, askeri okul öğrencilerine ‘vatan haini’ diyebiliyor... Bu kitap, örgütlenmenin bugün geldiği noktayı yani ‘Fethullahçı Gladyo’yu anlatıyor.” Söz konusu öyle bir gladyo ki, her duruma, her şarta egemen... Askeri okullarda, yargıda, poliste örgütlendi bir kere... Yani dokunma yanarsın! Evet, Fethullah cız!.. Okuyoruz... AKP Hükümetiyle kolkola ilerleyen Fethullahçı Gladyo’nun tepesi atmaya görsün... “Toplumu germek, kutuplaşmayı arttırmak” için önce HEY GENÇ GEÇMİŞİ BİL!.. Hikmet Çetinkaya’nın Günizi Yayıncılık’tan çıkan diğer yeni kitabı “68’den 78’e Sancılı Yıllar Kuşatılmış Sokaklar” adını taşıyor. Kitabı, genç kuşakların bir bilgi değerlendirmesi yapmaları; geçmiş yılları öğrenmeleri için hazırlamış Çetinkaya. Özellikle 19651971 yılları arasındaki işçi ve öğrenci hareketlerini, toprak işgallerini, komando kamplarını, toplu namazları, “komünizmi tel’in mitinglerini”, o yılların sosyal olaylarını, politikacılarını, meclis tutanaklarına geçmiş konuşmalarını, olaylara bakış açılarını özetleyip anlatmaya çalışmış. Amacı bir tartışma ortamı açmak ve 31 yıl öncesinin olaylarını tahlil etmek değil. Geçmiş yılların değerlendirilmesini tarih bilimcilerine bırakarak gerilerde kalan bu “Sancılı Yılları“ yeniden gözler önüne getirmek. Demirel’i okuyacaksınız satırlar arasında, başta Deniz Gezmiş olmak üzere direniş kahramanlarına bir kez daha şapka çıkaracaksınız. Üniversitelerin tepkilerini, bölünmeleri, kırılmaları, Necip Fazıllı ibretlik “şahlanış mitinglerini”, dönemin anayasa tartışmalarını, imamhatip boykotunu, işgalleri, gençlik örgütlerini okuyacaksınız. 6. Filo’nun nasıl defolduğunu okuyacaksınız. Devrimcilerin nasıl öldüğünü, devrimlerini ise nasıl yaşadığını ve elbette bugün nasıl gömülmek istendiğini de... Kara bulutları ve ırgatların alınterini de... Okuyun, okumalısınız... ski, çok eski zamanlarda ressamlar ve filozoflar tartışmaya başlamışlar. Ressamlar, toplumu etkileme konusunda kendilerinin daha başarılı olduklarını, filozofların ortaya bir iş koyamadığını savunuyorlarmış. Filozoflar da, her sanat eserinin başlangıcının düşünce olduğunu, bu işi de en iyi kendilerinin sergilediğini söylüyormuş… Kentin yöneticileri demiş ki: “Salonun yarısı en iyi ressamın, öteki yarısı ise en iyi filozofun… Size bir hafta veriyoruz. Tüm marifetinizi gösterin. Bir hafta sonra gelip yaptıklarınızı değerlendireceğiz. Hanginizin toplumu etkileme konusunda en iyi olduğuna biz karar vereceğiz.” Bir hafta sonra seçiciler salona geldiklerinde olağanüstü güzellikte bir manzara resmiyle karşılaşmışlar. Sormuşlar ressama: “Bu harika yer nerede? Söyle de oraya gidelim”… Ressam, öyle bir yerin olmadığını, resmi hayalinden yaptığını söylemiş. Kentin önde gelenleri filozofun ne yaptığını görmek için perdeyi kaldırmışlar… Perde açılınca da öylece kalakalmışlar!.. Filozof, eline aldığı bir taşı bir hafta boyunca kendine ayrılan duvara sürtmüş ve koca duvarı bir aynaya çevirmiş… İnsanlar, kendilerini gitmek istedikleri, ama ressamın hayalinden yaptığını söyleyince gidemeyeceklerini sandıkları manzaranın içinde görmüşler!.. Duyduğum en güzel ayna öyküsüdür okuduğunuz… En güzel aynayı ise Frankfurt Hayvanat Bahçesi’nde görmüştüm. Bir kafesin önünde şu yazılıydı: “Doğanın en vahşi canlısı”… Kafesin içinde yalnızca bir boy aynası vardı!.. Trabzon’da güneş, çok nadir gösterirdi yüzünü, bulutların arasından… Böyle anlarda biz çocuklar, güneş ışığını oyuncak yapardık. “Ayna Oyunu” adlı şiirim o ışıklı oyunu anlatır: Mahalledeki en güzel kızın / duvara ay E Osman ÇUTSAY FRANKFURT Paris’te yaşayan ve doğrusu eşine pek sık rastlanmayacak çalışkanlıktaki bir bilim insanımız, Prof. Dr. M. Şehmus Güzel, birikimlerini art arda kitaplaştırmayı sürdürüyor. Türkiye işçi sınıfı ve mücadele tarihi üzerine uzmanlığıyla tanınan değerli hocamızın yeni bir kitabı, geçen yılın son çeyreğinde okur karşısına çıktı. Prof. Güzel, “İşçi Tarihine Bakmak” başlıklı bu çalışmasında sadece somut bulgularını ve bunlardan ürettiği bilgileri sergilemekle kalmıyor, ilginç ve tartışmaya açık tezler de ileri sürüyor. Aslında biraz da bu tezlerin bir uzantısı ve tamamlayıcı parçası olarak eski başbakanlardan Bülent Ecevit ile 10 Mayıs 1989’da Paris’te yaptığı uzun “mülakatı” tarihe yazılı olarak bırakıyor. Bu, gerçekten de başlı başına bir katkıdır. Ama tabii, kitabın sonunda yer alan ve 1989’un muhalefet politikacısı Bülent Ecevit ile bugünün yorulmak bilmez araştırmacısı Prof. Dr. M. Şehmus Güzel arasındaki ilginç tartışmanın, hatta yer yer sürtüşmenin, sadece tarihe bakıştaki ayrılıktan kaynaklandığını söyleyemeyiz. Bu, kuşkusuz var. İki insan, içinden çıktıkları ülkenin tarihine farklı gözlüklerle bakabiliyorlar. Olabilir. Zaten hemen fark ediyoruz: Dışımızdaki somut tarihsel sürecin iki ayrı kuşak üzerinde etkisi ve yankıları birbiriyle örtüşmüyor. 1960’ların sorumlu ve ilerici genci M. Şehmus Güzel, 20 yıl sonra, kendisinden önceki kuşaktan ve önemli görevler üstlenmiş bir siyaset adamına karşı, Türkiye işçi sınıfının eylemli varlığını savunmak zorunda kılıyor. Ecevit’in, aslında bir “resmi görüş” olarak solu da etkisine almış değerlendirme ölçütlerini çürütmek zorunda hissediyor kendisini. Gerçekten çok ilginç. Her şey bir yana, kavga, tarihin ve cumhuriyetin değerlendirmesinde en önemli nokta üzerindedir: “İşçi sınıfı neredeydi?” Bu kitapta da savunulan o: Osmanlı’nın bir yanıyla inkarcısı, bir yanıyla da devamcısı bir cumhuriyeti, işçi sınıfının mücadelesi dışındaki ölçütlerle tanımlamaya kalkarsanız, sadece ilericiliğin sınırları dışına çıkmakla kalmazsınız; o cumhuriyeti, doğumundaki sakatlıktan ötürü de, yaşatamazsınız. Aslında şöyle de söyleyebiliriz: Genç bir sosyal tarihçi olarak Prof. Güzel, siyaseti tam bir “fikri sabit” hırsıyla yaşayan ve aramızdan da o hırsla ayrılan Bülent Ecevit’e karşı, Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini savunuyordu. bundan tam 19 yıl önce bir Paris otelinde. Eğer işçiler, bu ülkenin kuruluşunda, toplumsal arenada yok, yani hakları için mücadele etmemiş iseydiler, “bugün” için de fazla bir talepte bulunamazlardı. Dolayısıyla tarihten gelen bir haklılıkları olamazdı. Bu bakış (“hak aramadılar, haklarına sahip çıkmadılar”), hayatı yaratan bu en geniş toplumsal katmana, “sadaka muhatabı” olma dışında bir şans verilmeyeceğinin de gerekçesi değil midir? Öyledir. Bu anlayış, işçi sınıfının ülke tarihi dışında ‘İşçi Tarihine Bakmak’ bırakıldığının ve siyasette de haddini aşan taleplerde bulunamayacağının, farklı sözlerle ifadesidir. KORUYUCU TİTİZLİK Prof. Dr. M. Şehmus Güzel, 176 sayfalık bu küçük kitaba damgasını vuran anlayışıyla, sadece Türkiye işçi sınıfını değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin ve bir bütün olarak halkının ortak tarihini de koruma ihtiyacı içindedir. Böyle bir bakışı, sadece akademik titizliğin değil, Türkiyeli olmanın da bir gereği, hatta önkoşulu saymak durumundayız. Ülkemizin tarihi, Türkiye işçi sınıfının, yenilgilerle de dolu olsa, bir mücadele pratiğinin tarihidir. Türkiye’yi yaratan insanlar, son tahlilde elbette emekçilerdi, işçi sınıfıydı ve onlar, şu veya bu ölçüde ama hep bir mücadelenin içindeydi. M. Şehmus Güzel’in çalışmalarına egemen ana anlayışı, bu şekilde özetleyebiliriz. Kitabı boyunca, egemen alışkanlıkların tersine, Türkiye’de işçilerin sayısal olarak da ihmal edilebilir düzeyde olmadığını vurguluyor Dr. Güzel. Ülke tarihi üzerinde etkili bir nicelikten söz ediyoruz. Biliyoruz ki, Türkiye’nin yönetici katmanları bu sınıfa hep kuşkuyla baktılar. Rolünü küçülttüler. Fakat tam da bu nedenle, onu hep dikkate aldılar. İşte bu, temelli bakış farkıdır, her zaman kibar, kendi çizgisinden emin eski bir çalışma bakanı ve başbakan ile Dr. M. Şehmus Güzel’i karşı karşıya getiren. Bülent Ecevit, “Evet işçiler vardı, ama yeterince mücadele etmediler” noktasındaydı, Dr. Güzel ise “Vardılar ve mücadele ettiler” noktasındadır. Gelebileceğimiz bir nokta herhalde şudur: Türkiye Cumhuriyeti işçisiz kurulmadı. İşçileri mücadele etmeyen, hakları için kıllarını bile kıpırdatmayan “gariban marabalar” ülkesi değildik demek ki. Modern Türkiye’nin işçileri, seslerini yükseltmekten kaçmamıştır. Bu geleneğin Osmanlı dönemine de rahatça uzatılabileceğini kitapta örnekleriyle hatırlatıyor Dr. Güzel. İşgal altındaki 1 Mayıs kutlamalarında işgal güçlerine karşı gösteriler olduğunu ve bunun “gökten zembille inmediğini” de biliyoruz. Osmanlı’daki grevler, makine kırıcılığı eylemleri, protestolar... 1800’lerden 1908’e yürürken, Dr. Güzel, “Bir yüzyılı kapsayan bu dönem sonrası için binbir ‘ders’le dolu. Gerektiği önemde incelendiği ise maalesef söylenemez” (s. 18) diye yazıyor. Bülent Ecevit’in uzun siyasi ömründe, Dr. Güzel gibi ilericilikte ısrarlı ve her zaman saygılı bir uzmanla çok sık karşılaşmadığını düşünebiliriz. Dolayısıyla sırf bu ilginç söyleşi için bile okunmaya değer bir kitaptır önümüzdeki ve doğrusu, Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı (TÜS TAV) yayınları arasında basılması son derece isabetli bir seçimdir. Peki, ne olur? Yani örneğin Osmanlı’nın bitiş, Türkiye’nin kuruluş yıllarındaki işçi sayısı düşük tutulsa ne olur, tutulmasa ne olur? Oradayız: Bu, sıradan bir işçiseverlik, hakbilirlik vs değildir; bu, sosyal tarihimizi en önemli bir aktörünün yokluğunda yazma hırsının son derece taraflı bir yanılgı olduğunu savunmaktır. “Bu hırsla yazmanın orta vadede bile bu ülkeye çok pahalıya mal olacağını önceden görmenin beraberinde getirdiği bir sorumluluk” da diyebiliriz. Kuşkusuz ilerici bir sorumluluk. Bunun, “Şerefsiz Osmanlı”ya dönüş hükümetleri olarak nitelendirebileceğimiz AKP döneminde, dinci, etnikçi, hatta faşist ve ekonomik altyapı olarak da her zaman liberal bir küçük “tüccar ülke” haline getirilmeye çalışılan Türkiye’deki önemi çok büyüktür. Prof. Dr. M. Şehmus Güzel ısrarla araştırıp yayımlayarak bu “mukadder sonu” engelleyecek, yani Türkiye’nin küçültülerek “1919 Osmanlısı”na benzetilmesi yolundaki senaryoları bozacak önemde ve yetkinlikte bir silaha dikkat çekiyor: İşçiler hep vardı, kurtuluş için öncelikle onların mücadelesine ihtiyacımız var. Türkiye işçi sınıfı kuşkusuz hep bir kavganın içinde oldu. Bu kavganın, bir toplumsal miras olarak işçi sınıfı üyeleri ve sendikacıların belleğinde yer etmemesi mümkün değildir. Belki istenilen ölçüde başarılı olamadılar, ama kavga ettiler, dolayısıyla onları görmezlikten gelmek, Türkiye’yi bir “anomali” olarak görenlerin ekmeğine yağ sürmektir. Biteriz. Şehmus Hocamız, başka uyarıların ve düzeltmelerinin yanı sıra, bizce, biraz da bu sorumluluğun özetidir. Toplumsal tarihimizin hangi nirengi noktalarına göre yazılması gerektiği, içi boş bir soru değildir. Çok doğru. UZUN SÖZÜN ÖZÜ Kitapta, Osmanlı’daki işçi eylemlerine, makine kırıcılığına, Türkiye’nin kuruluşunda 140 bine yakın sanayi işçisi bulunduğuna değiniliyor, bulgular yorumlanıyor. Bunlar, işçi eylemlerinin sanıldığından çok daha erken başladığına yönelik göstergelerdir. Prof. Dr. M. Şehmus Güzel, bütün bu vurgularıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin bir anomali olmadığını, eğer son çeyrek yüzyılda unutturulmuş bir kavramla söylersek, sınıf mücadelesinin bir ürünü olduğunu hatırlatma ihtiyacı duyuyor: “Uzun sözün özü: Cumhuriyet kurulduğunda işçi sayısı ‘az’ değildi. O kadar ki onların niceliğini ve kimi bölgelerde, örneğin İstanbul’da, İzmir’de ve elbette EreğliZonguldak bölgelerinde yoğunluğunu dikkate almak zorunda kalan Ankara hükümetleri daha 1920’de işçileri koruyucu yasalar çıkarmak ve yürürlüğe koymak zaruretini duydular. (...) Öte yandan Kemalistler, yabancı şirketlerin elindeki demiryolu ve benzeri işyerlerinde greve gitmek isteyen işçileri desteklediler. Hatta onları greve gitmeye özendirdiler.” (s. 106) Kitap, Türkiye’nin en büyük genel grevi 1516 Haziran 1970 üzerine başta DİSK olmak üzere sendikaların işlevini de irdeleyen bir bölümden Bülent Ecevit ile yapılan ve daha önce de değindiğimiz ilginç söyleşiye geçiyor. İşçi sınıfının ortak hafızasının kolay kolay söndürülemeyeceğine dair mütevazı bir katkı, böylece sona eriyor. Sonuç olarak, Avrupa’nın ortasında durmaksızın çalışan bir Türkiyeli bilim insanının çabalarıyla karşı karşıyayız. Bunu, sadece “bâkir tarihimizin” daha yoğun araştırılmasına yönelik bir çağrı ve genç kuşakların entelektüel iştahını kışkırtma çabası olarak göremeyiz. Onlar elbette var, ama daha önemlisi, dünyanın ve Türkiye’nin gerçek sahiplerinin, yani emekçilerin pratiğine yönelik bilimsel bir saygının da vurgulanma ihtiyacıdır. Her kağıt parçasının, her dönem tanığının değerlendirilmesi gerekiyor gerçekten de. Tarihimizi kendi ayakları üzerine oturtmak için, tembel solun yaptığı gibi, yerli yersiz “Yaşasın işçiler!” diye bağırmak gerekmiyor. Egemen sınıf teknokratlarının entelektüel bombardımanlarına direnebilecek çapta, derinlikte ve son derece enerjik bir aydın dinamiği yaratmak zorundayız. Kendisini her şeyden, her olumsuzluktan ve haksızlıktan birinci derecede sorumlu sayan yeni insanlar... Yerli yersiz slogan atmayan, bir karıncı gibi inatla ve hınçla çalışan, üreten, soran ve yeniden soran, emekçilerden yana genç insanlar... Doğu’yu ve Batı’yı temelinden sorgulayan aydınlar.... Bu kitap, bir yanıyla da o insanlara, asıl önemlisi Avrupa’daki Türkiyeli genç araştırmacılara yönelik bir çağrıdır: Çok çalışın! Prof. Dr. M. Şehmus Güzel, bu küçük ama yararlı kitabının ardından, yıl başında, şimdilik galiba en büyük yapıtı, üç ciltlik “Abidin Dino”yu yayımladı. O mükemmel çalışmasıyla ilgili ayrıntılı bir çalışmayı ve hocamızın yanıtlarını, önümüzdeki haftalarda, Paris temsilcimiz Uğur Hüküm’ün kaleminden gazetemizde yayımlamayı planlıyoruz.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle