23 Kasım 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

8 ŞUBAT 2008 CUMA müzik YORUMLAR OSMAN ÇUTSAY Ahmet Aslan 4 yılın ardından çıkardığı ikinci solo albümünde hayal gücüne sığınıyor C Yangına Körükle Giderken lanmasının meşru çocukları olduğunu düşünen Türkiye kökenli solcular. Türk aydınlanmasını hep bir kazanım kabul edenler... Bizler... Bu ateşle oynama tutkusunu kesip atmak zorundayız. Neden? ??? En başta şu yüzden: Eğer siz burada bir yangın çıktığında Avrupa’ya Türkiye’den polis gönderirseniz, yarın Türkiye’de yaprak kımıldasa Avrupa’dan polis gelir. Her talihsizlikte, her olayda, başbakan gönderirseniz, bir süre sonra Avrupa devletlerinin ikinci sınıf denetim memurları önünde Ankara’nın, belki de yeni başkent İstanbul’un (“payitaht”) kapılarında en üst düzeyde devlet görevlileri susta durur. Çok değil, bir süre sonra... Bunları düşünemeyecek kadar “kafayı yemiş” bir yönetici sınıf egemen Türkiye’de; anladık. Gözleri kararmış, halkı 12 Eylül 1980’den bu yana iyice tava getirdiğine, yani kendine benzettiğine inanan bir imam ordusu bu. Badem bıyıklı, sakil, kadını hayvanla eş tutan, bunu kadına da kabul ettirebilen, yeni zengin, her şeyi pazarlama hırsıyla kendinden geçmiş ve acımasız bir gericiliğin temsilcisi bu uşak güruh, Türkiye’nin bütün kalelerine girmiş ve ülkemizi her şeyiyle Batı’ya satmayı başarmıştır. Bu satışı gizlemek için dine ihtiyaçları var. Bir de böyle facialara, hatta katliamlara... Başbakan olaya sözde “anında müdahale ederek”, bir şeyleri gizlemeye çalışmıyor da ne yapıyor? Almanya’da yeterince faşist, milliyetçi, dinci, hatta psikopat katil var. Ama Türkiye’dekilerin ondan geri ve az olmadığını, 12 Eylül’ün hazırlayıcısı TürkeşÇatlıÇelikAğca türünden katillerinden sonra, geçtiğimiz aylarda vurulan veya kıtır kıtır kesilen Hıristiyanlar sayesinde yeniden hatırladık. Önemli olan ateşle oynama kararlılığıdır. Alman solu, halkının içinde yer etmiş karanlık gericilikle (“ırkçı genlerle”) mücadeleden yenik çıkmış olabilir. Yine de mücadele ediyor. Türkiye solu ise bir trajedinin esiridir: Batı’dan tanıdığı ve kendi halkında göremediği gerilikleri, “Madem Batı’da var, bizde de olmalı, yoksa bile soykırım falan icat edip onlara benzemek zorundayız” diyen, kadınları türbanla perdelemeyi demokrasi sayan bir tuhaf yaratıklar kuşağı, kendisini solcu sanıyor. Sağıyla soluyla, artık ne kadar solsalar, bunların hepsinin tek işi, yangına körükle gitmektir. Ludwigshafen faciası, bu açıdan asıl büyük facianın üzerimize gelmekte olduğunu gösteriyor. Toplumların birbirine etnik ve dinsel gerekçelerle düşman edilmesi, küresel bir kazanım olmalı. Küresel sermayenin başarısı. İyi de, bu “başarı” hepimizi yakacak. 7 Teknoloji çağına karşı ‘Meleklerin Dansı’ Hatice TUNCER Geleneksel kültürden gücünü alan müziğini Batı enstrümanlarıyla bütünleştirdiği çalışmaları, farklı yorumuyla son yılların ilgi çeken müzisyeni Ahmet Aslan’ın ikinci solo albümü “Meleklerin Dansı” Kalan Müzik tarafından yayımlandı. Tuncelili olan ve 12 yıldır Almanya’da yaşayan Ahmet Aslan, memleketinin hikâyelerini, ağıtlar, deyişler ve kendi besteleriyle anlatıyor. Albümünün piyasaya çıkışı nedeniyle Türkiye’de bulunan Ahmet Aslan ile söyleşimizi gazetemiz binasında gerçekleştirdik. Hikâyesi 1970’te Hozat’ın bir köyünde başlar ve liseyi bitirdikten sonra bir süre devam ettiği İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Müziği Konservatuvarı’ndaki eğitimini bırakır. Daha sonra gittiği Almanya’da da başladığı müzik okulunu bırakıp “kendi iç eğilimine” döner. Ulu Divan’a sevk Şair Fadıl Öztürk’ün “Dağlı Bir Kabiledir Aşk” şiirini besteleyen Aslan, iki mısra da kendisi eklemiş. Volkan Yağan’ın söz ve müziğini yazdığı “Ne Taht Ne Baht” düzenlemeleriyle arta arda iki farklı şarkı hisse veriyor: “Albümdeki bütün eserler birbirini tamamlayan belirli taşlardır. Bunlardan sonra Mehmet Çapan’ın eseriyle mesele ‘Ulu Divan’a sevk ediliyor. Burada böyle konuşurken bir ukalalığımız varsa, farkına varmadan bir konuda birilerine öğüt bir durum varsa affola. Çünkü benim zaten öğüt verecek düzeyde bir kerametim yoktur. Benim yapacağım sadece olayları algılamak ve onları kendi süzgecimden geçirip tekrar insanlara sunmak, halkın sınavını beklemek...” RÜZGAR VE ZAMAN Avrupa’daki müziğin etkisiyle sazının yanına gitarı alan Aslan, kuzeni Mikail Aslan’ın “Dağların Anahtarı” albümünde okuduğu “De Be Vayiro” adlı şarkıyla özellikle Tuncelili gençler arasında çok sevildi. 2003 yılında çıkardığı Zazaca ve Türkçe şarkılar söylediği “Rüzgâr ve Zaman” albümünde çizgisini oturttu: “18 yaşına kadar oralarda ister istemez kulağıma bir ses çarpıyor, gözümün önünden bir görüntü geçiyor. Dolayısıyla ben onları biraz hatırlamaya çalıştım. Ben güdüsel olarak bakıyorum müziğe, bunları yeni aldığım akademik bilgilerle besledim.” EKNOLOJİYE KARŞI HAYAL GÜCÜ Rüzgâr ve Zaman’daki şarkılarıyla popülarite kazanan Aslan, özellikle Türkçe söylediği “Susarak Özlüyorum” şarkısıyla dinleyici kitlesini genişletti. Kendisini beğenen kitlenin karşısına beklentinin altında bir performansla çıkmanın korkusunu da yaşadığı 4 yılın sonunda çıkardığı yeni albümünde memleketinin kutsal değerlerine daha çok yaklaşıyor. Gelişen teknolojiye karşı memleketinin kutsalları Düzgün ve Munzur’a sığınıp isyanını onlara anlatarak hayal gücünü korumaya çalışıyor. ZUR şarkısında ilhamını çocukluk günlerinden kalan bir hikâyeden alıyor: “Melekler, güneyden gelip kuzeyde Kırklar Cemi’ne gidiyorlar. Munzur Dağı’nda toplanıyorlar. Hatta 56 yaşındayken o sesleri ben de duydum. Hızır orucu dönemiydi, kışın ortasıydı. Sadece davulzurna, teneke sesleri, çığlık, zılgıt sesleri, yani köyü gürültüyle geçen bir ordu vardı, fakat bir beden görünmüyordu.” Aslan’ın bu ifadelerini “Öyle zannediyordunuz yani” diye yorumlamak gibi bir yanlış yaklaşımda bulunuverdik: “Öyle zannediyorsunuz değil, bütün köy bunu yaşıyor, bütün doğa onu hissediyordu. Bunlar soyut kavramlar, tabii biz bunu ispatlayamayız. Teknoloji çağının içerisinde ben müzikal olarak soyut kavramlara daha derinden yaklaşmayı tercih ettim.” ÜZGÜN’DEN GILGAMIŞ’A Aslan, sekiz dakikadan uzun süren Meleklerin Dansı şarkısında, tam da anlattığı hikâyedeki atmosferi, çeşitli sesler, haykırışlar, yakarışlarla yaratırken ritmden ritme geçiyor. Düzgün ve Munzur efsanelerinden Gılgamış Destanı’nın yitik kahramanı Enkidu’ya kadar uzanıyor: “Düzenlemeler, Dersim yani Alevi formlarını taşıyor. Daha modern işlediğim yanlar var, fakat köklerin verdiği kokuları serpiştiriyorum. Cemlerde Tanrı’ya sitem duyururlar, maruzat bildirirler. Orada kendini kaybetme, trans haline geçtikten sonra kendi etrafında dönüş, kendini kaybedenleri sakin leştirme, çığlık vardır.” ALBÜMÜN ZİRVESİ Aslan, “Harput’un Düzlüğü”, “Ali Haydar” ve “Minnet Eylemem” parçalarını kayıtlar sırasında canlı okumuş. Yanlış ses basma, detone olma gibi korkular taşımadan, az söz ve uzun enstrüman sololarıyla yürüyen bu üç parça, Aslan’ın yorumundaki içtenlik ve yoğun duygusallığıyla albümün zirvesi sayılabilir. Yüzyıllık anonim bir ağıt olan “Harput’un Düzlüğü” oğlunu yitiren bir annenin çığlığı. Yıllar sonra oğlunun öldüğünü anlayan anne ağıt yakarken komşularına oğlunun öldüğünü haber vermedikleri için sitem ediyor. As lan, Ali Haydar ağıtında, bağlamanın formlarını gitara taşımaya çalışmış: “Ben artık bağlamayla gitarı ayıramıyorum. Aslında gitarı gitar gibi, yahut bir bağlamayı bağlama gibi alışkanlıklarından çıkarmaya çalışıyorum.” NESİMİ’NİN ACISI Aslan, Meleklerin Dansı albümünde yedi Zazaca ve “Silsile”, “Dağlı Bir Kabiledir Aşk” ve “Minnet Eylemem” adlı üç Türkçe eser okuyor. Feyzullah Çınar’ın bestelediği Nesimi’nin “Minnet Eylemem” şiiri, Aslan’ın düşünceleri üzerinde büyük etkiler yaratmış. Aslan, Nesimi’nin derisi yüzülürken çektiği acıyı yorumlarıyla da dinleyiciye aktarıyor: “Nesimi ‘Har içinde biten gonca güle minnet eylemem/Arabi Farsi bilmem dile minnet eylemem’ dizeleriyle başlarken önüne bir felsefe koyuyor. D T Irk ve kültür ayrımlarını düşünmüyor. Bu noktada benim ufkumu çok geniş boyutlarda açıyor. Benim kaygılarım sadece kaybolan kendi dilim üzerinde değil. Evet, bu benim için kaybolan bir dildir, fakat biz günümüz koşullarında şu an konuştuğumuz, anlaştığımız Türkçe dilinde de kayıp vardır. Dil erozyona uğruyor, çünkü teknolojik dünya, dili çok değiştiriyor. Türkçe deyişler söyleyen Alevi ozanların birçok fonetiğinin bugün kullanılmamasının, nüanslarının kaybolmasının sıkıntısını taşımaya başladım. İstanbul’un dışındaki Türkçeyi kimse merak etmiyor. Âşık Veysel’in ‘güzelliğin on para etmez’ sözü ‘güzelliğin’ kelimesine dönüşünde cümle tadını kaybediyor. Onun için Anadolu’nun, Ege, Doğu, Karadeniz yöreleri hiç fark etmez. Nesimi, ‘Anadolu’nun bütün mozaiklerinin bazı yanları kayboluyor’ kaygısını içime düşürecek düzeyde bakış açımı değiştirdi. Benim derdim piyasada satış değil, ben zaten piyasaya sırtımı çevirmişim. Kültürel bir kaygı vardır.” DÜZGÜN VE MUN Aslan, albüme adını veren, söz ve müziği kendisine ait olan Meleklerin Dansı unlar gerçekten ateşle oynuyor. Yoksa neden, bazı istisnalar dışında, Türk basını neredeyse bir bütün olarak, hiç düşünmeden, yangına körükle gitmeyi iş sansın? Ateşe duyulan bu yakınlık, korkutucudur. Fakat Türk medyasının bu konuda Alman emsallerinden hiç farklı davranmadığı da kesindir. Yani en çok satan Türk bulvar gazetesindeki cehaletle (“Irkçılar Türkleri cayır cayır yakıyor”) , Avrupa’nın en çok satan bulvar gazetesinin cehalet katsayısı (“Türkler doğuştan şiddete eğilimli”) birbirine eşit gibi. Bayağılıkta sınır yok demek ki. Ama yönetenlerin de yönetilenler kadar düşüncesiz bir sürüklenmeyi kader bellediğini görüyoruz. Ludwigshafen’daki faciadan ve 9 ölümden söz ediyoruz... Bu ölümlere gösterilen tepkiden... ??? Kimi arkadaşlarımız, Alman solundan ödünç alınmış bazı kolay saptamaları da kullanarak, galiba bir çelişkiyi yakaladığını düşünüyor. Elbette, sağın her türlüsünün, ama tam bir gerici çimento olarak milliyetçiliğin yarattığı tahribatın çözümlenmesi gerekir. “Öteki” korkusu yaygındır: Alman halkının içinde bir yerlerde hep milliyetçi bir kapanma ve yabancıyı dışlama, hatta nefret eğiliminin yaşadığı da doğrudur. Kendilerini solda sayan arkadaşlarımız, bu göstergelerden hareketle, ırkçılığın Alman halkının içinde kök saldığı görüşündedir. Tartışmalı bir konudur. Ama anlamakta güçlük çektiğimiz konu, aynı şeyi Türklerde de görme istek ve arzularıdır. Göremediklerinde sinirleniyorlar. Türkiye, AKP ve onun resmigayri resmi ortakları eliyle şimdilerde kuşkusuz o noktaya itiliyor. Neyse... Dedik ya, yine de çok yanlış değil. Yanlışlık, buradan hareketle ve demokrasi denilen tanımsız bir ideoloji üzerinden Türkiye’nin aydınlanma tarihine ve halkına ders vermeye çalışmaktır. Çelişki, demiştik. Çelişki, sadece Alman halkında, hatta emekçi sınıflarında aranmamalıdır. Çelişki, Alman sermayesinin ve devlet örgütlenmesinin böyle bir ırkçı veya milliyetçi kapanmayı kabul edemeyecek kadar dışa açık olmasında aranmalıdır. Yeni faşizmin, dışa açık, bazı yabancıların dostu ve hatta, istisnalar hariç, yabancı düşmanlığını genelde dışlayıcı bir tanım içerdiğini ileri sürebiliriz. Demek ki, Alman halkının “derin karakteristiği” ile sermayenin yeni karakteri çelişiyor. Peki, sermayenin iyi yaptığını, Alman halkının kötü mü olduğunu söylemek zorunda kalıyoruz? Hayır. Çok başka bir yerdeyiz. Türkiye böyle bir karanlık, katılık, “metal acımasızlığı” tanımıyor, dedik. Tarihimizdeki acıları, Almanya ve Avrupa’nın acımasızlığı ile karıştırmayalım. Ama şu ya da bu biçimde Avrupa’nın da bir parçasıyız. Hele bizler: Avrupa aydın B cutsay?gmx.net İnişler çıkışlarla, doğaçlamalarla şarkıları adeta yaşayarak değişik bir tarzda okuyan Ahmet Aslan, sahnede gitar çalma tekniğiyle de ilgi çekiyor. Bazı konserlerinde gitarının kırıldığını internet sitelerinde izledik: “Her zaman olan bir şey değil, iki kere oldu. Tekrar olması da doğru değildir. Biraz trans havası geldiği Gitar çatlatma zaman, insanların verdiği elektrikten kaynaklanan bir durumdu. Bu okuma biçimi bana ait midir değil midir bilmiyorum. Çağımızdaki hiçbir müzisyen beni etkileyemedi. Benim örnek aldıklarım hep köydeki yaşlı dedelerdi, benim ekranımda yalnızca onlar görünüyor. Karakteristik olarak onlardan öğrendiğim, kulağımda etki bırakan birçok şey vardır...” WashingtonBerlin çekişmesi büyüyor NATO’da Afgan endişesi Osman ÇUTSAY FRANKFURT Afganistan’da bir türlü istediği sonucu alamayan Batı ittifakında, yeni çatlaklar ortaya çıktı. ABD Savunma Bakanı Robert Gates’in, Berlin’e “teamülü zorlayan bir dille yazdığı” belirtilen ve sıcak çatışmaların yoğunlaştığı Güney Afganistan’a Alman birlikleri gönderilmesini istediği mektubunu, Alman Savunma Bakanı Franz Josef Jung olumsuz yanıtlayınca, iki başkent arasındaki “Afgan aralığının” büyüdüğü yorumları yapıldı. Bu görüş farklılığının, perşembe günü başlayan Vilnius’taki NATO savunma bakanları toplantısında, hafta sonunda Münih’teki Güvenlik Konferansı’nda ve nisan ayı başında da Bükreş’teki NATO Zirvesi’nde gündemin ilk maddesini oluşturacağına kesin gözüyle bakılıyor. Bush yönetimine “gidici” gözüyle bakan Berlin hükümetinin, Münih’e de gelecek olan Cumhuriyetçilerin en şanslı başkanlık adayı John McCain’i yakın takibe aldığı ileri sürülüyor. Berlin’in Afganistan’ın güney bölgesinde Amerikan komutasında çarpışacak birlikler göndermeyi şimdilik reddetmesiyle su yüzüne çıkan görüş ayrılıklarının, NATO’nun geleceğini tehdit ettiği ve özellikle Kanada’nın taleplerinde ısrar etmesi durumunda ittifakın Afganistan’dan çekilebileceği ileri sürülüyor. Alman medyasında çok sayıda uzman Afgan çıkmazında yeni adımlar atılamadığını savunurken, Alman hükümetinin ülkenin kuzeyine çevik kuvvet gönderme hazırlıkları yaptığı, savunma bütçesine bunun için yeni kalemler ekleneceği bildirildi. ABD ve Kanada, Afganistan’ın güneyinde verdikleri kayıpları düşürmek için Almanya’nın devreye girmesini ve çatışmalar kapsamında yeni görevler almasını istiyor. Almanya ise bu ülkedeki savaşın artık askeri olmayan daha kapsamlı başka önlemlerle kazanılabileceğini savunuyor. Berlin, idari ve ekonomik yatırımlarla durumun iyileştirilebileceğine inanırken, Afganistan Devlet Bakanı Hamid Karzai’nin de desteğini almış bulunuyor. Karzai, bir süre önce “özellikle insan sermayesi ve kurumların inşasında yardıma gereksinim duyuyoruz” şeklinde açıklamalarda bulunmuş ve böylece bu çizgiye yakın olduğu mesajını vermişti. illiyet’te Can Dündar, Alevi ve Bektaşi Federasyonu Genel Sekreteri Turan Eser’in verdiği bazı rakamları köşesine aktarmış, ortaya adeta bir Türkiye fotoğrafı çıkmış.. ama fotoğraf pek renkli değil, fazlasıyla gri. Şöyle: Türkiye’de 67 bin okul, 85 bin cami var. 77 bin doktor, 90 bin din görevlisi var ve Diyanet bütçesi 8 bakanlığın toplam bütçesi kadar. Acaba Türkiye gerçekten sivilleşiyor mu? Şu rakama baktınız mı, evet diyebilirsiniz. Türkiye’de 87 bin sivil toplum örgütü var. Hemen sevinmeyin.. bunların büyük çoğunluğu yöre dayanışma dernekleri. İkinci sırada ise 25 bin “cami yaptırma derneği” yer alıyor. Genel Sekreter Turan Eser, çarpıcı birkaç örnek gösteriyor: Örneğin Sakarya’nın Ferizli ilçesinde 46 dernek var. 1 yüksekokul yaptırma derneği, 1 sağlık ocağı yaptırma derneği, 6 spor derneği ve 25 cami yaptırma derneği… Bursa İnegöl’e bağlı Cerrah beldesinin nüfusu 3 bin. Beldeye bin kişilik cami yapılıyor. Beldenin okuluna Marmara depreminden sonra “Oturulamaz’’ raporu verilmiş, M AL GÖZÜM SEYREYLE IŞIL ÖZGENTÜRK okul o halde kullanılmış. 2003’te Belediye Başkanı diyor ki, “Okul için alan tahsis ettim, çivi çakılmadı.” Fotoğrafı incelemeye devam edelim, ülkedeki 25 bin cami yaptırma derneğine karşılık, 1 tanecik opera sanatçıları derneği var; çünkü Türkiye’deki operabale izleyici sayısı toplam 165 kişi. Yılda da ortalama 8 milyon kişi tiyatroya gidiyor. Şimdi fotoğrafa daha ayrıntılı bakalım.. bakalım camiye gidenlerin sayısı nedir? 2003 yılının Aralık ayında AKP Ankara Milletvekili Said Yazıcıoğlu Meclis’te bazı rakamları açıklayıp şöyle diyor: “Her hafta cuma günleri 20 milyona yakın yetişkin insan cuma namazı için camiye gidi Bir Türkiye Fotoğrafı.. Fazlasıyla Gri yor. Camilerde cuma sohbeti ve hutbeyle beraber 11.5 saatlik, tabir caizse, yaygın bir din eğitimi söz konusudur. Bu büyük bir rakam ve imkândır.” Yazıcıoğlu bunları 2003 yılında söylüyor, şimdilerde bu rakamın katlanarak arttığını söylemek mümkün. Bir de İran İslam Cumhuriyeti’nin rakamlarına göz atalım. 70 milyonluk İslam Cumhuriyeti’nde cumaya gidenlerin ortalaması 7 milyon, hafta içi günlük ortalama da 2 milyon.. bu rakam Türkiye’de 10 milyon. Bu rakamlara bakınca AKP’nin seçim başarısını anlamak çok kolaylaşıyor, Türkiye temelde muhafazakâr bir ülke. Ve bu giderek artıyor, çünkü 12 Eylül darbesi ve Özal’la birlikte sadece iki tür yaşam tarzına dolu dizgin izin çıktı. Ya kapanıp dini değerlere sığınacaksın ya da ne olursa olsun zengin olup, hiç durmadan tüketen bir yaşam edineceksin... Üretmek, bilim, insan onuru, kardeşçe paylaşmak.. bütün bunlar unutuldu, unutturuldu. Geriye kalan manzara pek iç açıcı değil. İş giderek daha da beter oluyor. Örneğin gerginlik öyle bir safhaya geldi ki, öğretim üyeleri türban üzerinden kamplara ayrılıyor; oysa hepsinin birlik olup şu soruyu sorması gerekirdi: “Laik bir ülkede Diyanet’e ayrılan bütçe neden üniversitelere ayrılan bütçenin 20 katı?” Ya da hep birlikte şu uyarının peşinden koşmalıydılar, “İlk ve ortaöğretimde eğitimin kalitesi fevkalade düşmüştür. Bu durum üniversiteleri bir bilim ortamından çıkarıp lise ortamına çekmektedir. Eğitim kalitesini mutlaka, ama mutlaka arttırmak gerekir. Bizim önerilerimiz şunlardır...” Ben de amma hayalciyim, kim uğraşacak şimdi bunlarla televizyonlarda ucuz kahramanlık yapmak varken? Neyse.. bugünlerde canım çok sıkılıyor, Küba’ya iltica mı etsem? isilozgenturk@gmail.com
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle