02 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

11 OCAK 2008 CUMA müzik YORUMLAR OSMAN ÇUTSAY Sadık Gürbüz’ün 70’li yıllardan bu yana çıkardığı albümler 8 CD halinde yayımlandı C Uşak Kariyerizmi Alevilere yönelik haksızlıkla, Alman veya Avrupa, daha doğrusu AB cehaletini gösterdiği için alay edeceklerine, kendi geçmişlerini, üstelik kaynaklandıkları halktan ve ülkeden nefretle söz ederek satışa çıkarıyorlar. Türkiye’nin, komşusundaki bir büyük ilerici çıkışın, Ekim Devrimi’nin yan ürünü olarak ve Batı emperyalizmine direnerek, onun Osmanlı’ya dikte ettiği anlaşmaları yırtarak doğduğunu düşünmek bile istemeyenler, kolayı bulmuş görünüyor: Bu parlak metropolleri, gözlerini kamaştıran ışıkların kör edici bayağılığını, “nihai hedef” sayıyorlar: Uşak iyimserliği. Avrupalı Alevilerin bir üst düzey yöneticisi, belki yeşil partisinin desteğini arkasına alarak, Alman içişleri bakanına bir mektup yazıyor ve adeta secdeye varıyor. Peki Recep Tayyip Erdoğan AB veya ABD karşısında çok başka bir şey mi yapıyor? Kulübesinden memnun siyah “Tom Amca”, aydının içini bulandıran bir çürümedir. Solda böyledir. Ali Ertan Toprak, pek “yeşil”, pek “pasifist” bir dışişleri bakanı tarafından, “Joschka” Fischer, Almanya yeniden saldırı savaşlarına sokulur ve Yugoslavya bombalanırken, herhalde sokaklarda bu saldırı savaşlarını protesto edemeyecek kadar küçüktü. Bugün Yugoslavya diye bir şey yok. Bugün pratikte Irak diye bir şey de yok. Türkiye de bu yolda ilerliyor. Peki, bir türlü tanımlanamayan “Batı değerlerinin” azgelişmişlere silah zoruyla ve katliamlarla kabul ettirilmesi, demokrasinin yaygınlaşması anlamına mı geliyor gerçekten, yoksa bir başka “üçkağıt” ile mi karşı karşıyayız? İğrenç bir tuzak bu. Türkçeye çevirmekte zorlandığımız bir sözcükle devam edelim: “Siniklikte” Henryk Broder’i fersah fersah geride bırakacağını ilan eden, fakat Orhan Pamuk yöntemleriyle şöhreti yakalayacağını sanan bir Zafer Şenocak haklı mı yoksa? Irak’taki katliama destek çıkan ve “Terör İslam’ın kalbinden geliyor” diye bağıran böyle bir adamın Türkçede, yani bir aydınlanma dili olarak Türkiye Türkçesinde kendine bir yer bulması, en azından aydın katında güçtür. Yazı dili olarak Almancayı seçmekle çok isabetli davranmıştır. Ayrıca, Orhan Pamuk’a baktığımızda da görüyoruz: Kapılar, Batı’da, bu adamlara ve kadınlara ardına kadar açılıyor. Orhan Pamuk veya Elif Şafak ya da yolun başındaki Ali Ertan Toprak, Zafer Şenocak, Seyran Ateş, Necla Kelek, görece eskilerden Cem Özdemir ve ona bundan 10 yıl kadar önce “göstermelikörnek Türk” diye sataşan sözde pek bir radikal Feridun Zaimoğlu... Hepsi... Bunların hepsi, emperyalist değerler önünde secde etmeyi iş ve aydın olmak sanıyor. Ama bir 47’li, Prof. Dr. M. Şehmus Güzel, hocamız, yalnızlık korkusunu barbarlığın parlak başkentlerinden Paris çerçevesinde anlatırken, bu tür uşaklardan çok uzaktır. Belki onun için yalnızdır. Yalnızlık, bazen insan kalmanın ve direnmenin yegâne biçimidir. Sürüye sayılmaktan çok daha iyidir. cutsay?gmx.net 7 Ezgilerin yılmaz emekçisi Hatice TUNCER Yıllarını türkülere adayan ve tüm ekonomik ve siyasal baskılara karşın ezgilerden kopmayan Sadık Gürbüz, ilk uzunçalarından son albümüne kadar çalışmalarını 8 CD halinde yayımladı. 1970’lerden bu yana seslendirdiği bu arşivlik çalışmayı “Benim harmanım” diye nitelendiren Sadık Gürbüz, “Harman biter, samanını savurursun geriye ekinin kalır. İşte bu da benim ekinim” diyor. Sadık Gürbüz’le söyleşimizde eskilere, doğup büyüdüğü Amasya’nın Gümüşhacıköy ilçesine bağlı Keçiköy’üne kadar uzandık. “Aileden dinlediklerimizi geçelim ama ozanları geçmeyelim” diyen Sadık Gürbüz, çocukluğunda köyün kahvesinde Aşık Veysel’i dinleme şansını yakalamış. Ortaöğretimini Amasya Lisesi’nde gören Gürbüz, bu yıllarda halkevindeki tiyatro çalışmalarına katılır. Gürbüz’ün yeteneğini fark eden müzik öğretmeninin verdiği mandolin ve keman dersleri de sonraki yıllarda müzik yaşamı üzerinde etkili olur. Öğretmen okulunda okuyan kardeşinin sazını, bir daha elinden düşürmeyecek kadar sever. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne 1969 yılında giren Sadık Gürbüz, yurtta çalıp söyleyerek sazını geliştirirken bir adık Gürbüz, bir daha yandan da Devlet Tiyatrosu’nda albüm çıkarıp çıkarafigüranlık yaparak harçlığını çımayacağını bilmemekarır. Gürbüz, daha sonra İstansine karşın yeni türküler yazbul Belediyesi Şehir Tiyatrolamaktan geri durmuyor. Amerı’na figüran kadrosunda girmerika’ın Irak işgaline karşı yapsine karşın önemli rollerde oynar. tığı son şarkıyı sahne ve radyoTaner Barlas’ın “Sırtımızdakilarda okuyan Gürbüz, eser sıler” oyununa yaptığı müzikler bekıntısı çeken genç müzisyenleğeniyle karşılanan Sadık Gürre destek olacağını söylüyor: büz’ün tanınmasını sağlayan Ah“Türkiye’nin bir kültür met Arif’in Adiloş Bebe şiirine emekçisi olarak mutsuzum. yaptığı beste oldu. Muhsin ErMeydanlara dökülüp tepki tuğrul’un siyasi nedenlerle Şehir gösterdiklerimiz iktidarda. Tiyatroları’nın başından alınmaTürkiye’nin düzeni şeriatçı sıyla atılanlar arasında yer alan Sadoğrultuda değiştirilmek isdık Gürbüz, müziğe daha çok teniyor. Bu yaşam biçimiyle ağırlık verdi. kültür de değiştiriliyor. Anadolu kültürü, yaşam biUHİ SU’DAN DERS çimini değiştirmeyi kendisine nadolu’nun değişik yörelerinden türküler söyledik. Karadeniz türkülerinden aldığım hazzı, Ege, Azeri türkülerinden, Antep hoyratlarından Anadolu bozlaklarından alırım. Hepsinin kendine göre bir lezzeti vardır. Giderek geleneksel türkülere daha çok ağırlık verdim çünkü aynı zamanda bir biçim kavgası da veriyorum. Enstrümanlarla müziklerimizin daha zenginleşeceğine inananlardanım. Ama yapısını bozmadan.” “A Kültürümüz baskı altında S R Sadık Gürbüz, kendisini “Sevdasıyla Kavgasıyla Pir Sultan” adlı müzikli gösteride izleyip beğenen Ruhi Su’dan bir yılı aşkın süre ders aldı: “Ruhi Hoca, beni Sümeyra Çakır gibi yetiştirmek istiyordu ama opera sesi kullanmak istemediğimi anlatmıştım. Türkü okumayı Ruhi Su’dan öğrendiğimi söyleyebilirim. Onunla tanıştıktan sonra, söyleme biçimim, ezgilediğim türküler değişti. Konserlere hocayla birlikte çıkıyorduk. Ben sahneye çıktığımda yer yerinden oynuyordu. Bana bir gün ‘Alkış aldatıcıdır, alkışlar yanıltmasın. Eğer uzun süre müzik yapmak istiyorsan ayağı yere basan anlatan şeyler yapmalısın’ demişti. Ondan sonra yaptığım türküler daha anlatan, bağırıp çağırmayan, müzikaliteyi öne çıkaran türküler olmuştur.” Sadık Gürbüz’ün arşiv serisinin birincisi ve ilk olarak 1977’de uzunçalar olarak yayımlanan “Pir Sultan Abdal” albümünde geleneksel ezgilerin yanı sıra kendi besteleri de yer alıyor. Flüt, gitar, bas, davul, yaylı tanbur kullanılan albümde düzenlemeleri de kendisi üstlenmiş: “Halk müziğinde orkestrasyonun ilk kez uygulanmasının belgesidir bu albüm. O dönem bağlamanın yanında hiçbir enstrüman olmazdı. Türküler, Yurttan Sesler Korosu’nun seslendirdiği bi vermiş ama geleneksel türküleri de ihmal etmemiş: “80’li yıllarda bizim gibi arkadaşlar için müzik yapmak çok zordu. ‘Şimdi öyle değil mi’ diyeceksiniz ama artık daha profesyonelce, halka sezdirmeden baskı uyguluyorlar. O dönemlerde konserden bir gün önce gelirler, bütün biletler satılmış, ‘yarın konser veremezsin’ diyorlardı.” Sadık Gürbüz ilk üç uzunçalarını Ruhi Su’nun önerileri ve onayıyla yapmış. Gürbüz, “Zahit Bizi Tan Eyleme” diye bilinen Muhyi nefesinin de yer aldığı üçüncü albümünde bazı okumalarıamaç edinmiş bir partinin nı büyük usta beğenmebaskısı altında. Anadolu kütüründen Arap yince kayıtları iptal edip İslam kültürüne doğru gidili yeniden okumuş. yor ve biz çırpınıp duruyoruz. MAÇ GÖZDAĞI Bunlar müziğe de karşılar. Böyle bir ortam da benim Gürbüz, uzunçalarlarönüme birçok seti çekmezler mi? TRT’yi ne hale getirdi dan kasetlere geçilen döler? Halkın olması gereken nemlerde 1984 yılında yayın organları bize açılır mı? yayımlanan “Gurbet BiBu halk var olduğu sürece ze Yazgı mı” albümünü türkülerini kimse yok edemez yasaklı yıllarda çok kısıtama asimile edilmeye çalışı lı olanaklarla yayımlamış: lan bir kültür var. Son zaman “Yeni bir biçimle ortaya larda kendilerine Alevileri he çıkıyorduk ve ‘çağdaş def aldılar. Biz o kültürden ye halk müziği’ demiştik bu tişen insanlarız. Bizim kültü çalışmalara. Tek sazla rümüzü devletin denetimine söyleyebileceğim bir türkü olabilir ama genelde almaya çalışıyorlar.” hep orkestrasyon vardır. O yıllarda mapushaneçimiyle çalınırdı.” lerdeki insanların yaşadıkları olayların Arşiv serisinin ikincisi 1978’de yayımdile getirildiği ve benim de en çok salanan “Sevdadır” albümünde Nâzım tan CD’im olma özelliği taşıyor. ŞiirHikmet, Sabahattin Ali, Enver Gökçe, lerle anlatımı da ilk kez ben uygulamış Arkadaş Z. Özger’in şiirlerinden “ezgioldum. O dönemler yasaklı yıllardı. lendirdiği” eserlere yer veren Gürbüz, 86’ya kadar benim konser vermem yadüzenlemelerde Tuğrul Karataş’la çalışsaklıydı. Mahkemelerde yargılanıyomış. “Bitlis’te Beş Minare” türküsünü ruz, yurtdışına çıkmam, CD yapmam, okuyarak gün ışına çıkardığını anlatan dağıtmam yasaktı. Bu albümleri ellerinGürbüz’ün en çok bilinen eserlerinden de bulunduran insanlar da gözaltına alıSabahattin Ali’nin şiirinden bestelediği yordu. Suç unsuru yoktu bu albümler“Benim Meskenim Dağlardır”, Ahmet de ama amaç insanlara gözdağı vermekArif’in “Adiloş Bebe” ve “Görüş Güti.” nü” şarkıları bu albümde yer alıyor. 12 Arşivin beşinci albümü ve ilk kez Eylül’ün yasaklı döneminde 1982’de ya1986 yılında yayımlanan ve yönetmenliyımlanan “Ölüm Adın Kalleş Olsun” ğini Sarper Özsan’ın yaptığı “Toprağım uzunçalarında da kendi ezgilerine ağırlık ve Sevdam” albümü, türkülerin, senfoni A orkestrası eşliğinde yorumlanması açısından Sadık Gürbüz’ün sanat hayatında ayrı bir önem taşıyor: “Türkiye’deki ilklerden biridir. Devlet Senfoni Orkestrası çaldı. 120 kişiye varan ekip vardı bazı türkülerde. Bütün konserlerimde aldığım parayı tamamen buraya yatırdım. Yapımcı Yonca Plak’ın sahibi, ‘Bu kasedi niye yapıyorsun, satmaz’ demişti. Ben de, ‘satmak için değil, zamanında delinin biri böyle bir şey yaptı desinler diye yapıyorum’ demiştim... Benim özlemlerimden biri de bu çalışmayı sahneye taşımaktı. Ama bu çok zor bir şeydi, kimse sponsorluk da yapmazdı. Yine de böyle senfonik türkülerin de olabileceğini gösteren benim açımdan önemli bir belgedir. Senfoni orkestrası önünde ben opera sesiyle değil, halkın söylediği tonla söyledim türküleri. Türkü söyleyen operacı arkadaşlara saygım var buna karşı değilim, yanlış anlaşılmasın. Ama ben Anadolu’nun sesiyle söylüyorum benim farkım bu zaten.” Sadık Gürbüz, Toprağım ve Sevdam albümünden 9 yıl sonra 1995’te yayımlayabildiği “Turna Telinden” albümünde müzikleri kendisine ait olan toplumsal, sevda ve gurbet içerikli parçalara ağırlık verdi. Yönetmenliğini Ahmet Koç’un yaptığı arşivin bu altıncı albümündeki “Omuzdan Tutun Beni” toplumsal gösterilerin sevilen halaylarından biri haline geldi. Albümün tanıtımı yapılmamasına karşın “Pencere”, “Güneş Şarkısı”, “Önce İnsan”, Hasan Hüseyin Korkmazgil’in şiirinden bestelediği “Keklikçe” gibi parçalar da dilden dile dolaşarak adeta türküleşti. Sadık Gürbüz, 1997’de “Umut ve Yaşam Türküleri”nden sonra 2002’de “Yine O Sevda” albümünde de geleneksel türküleri kendi tarzı ve anlayışıyla sundu. ine O Sevda” albümünü borçla yapan ve aldığı krediyi ödeyemeyince İcralık “Y icralık olan Gürbüz, 2002’den bu yana ekonomik, siyasi ve çeşitli nedenlerle albüm çıkara sanatçı madı. “Bundan sonra da hangi cesaretle albüm çıkarırım” derken yapımcılığı üstlenen IMM Müzik’e desteğinden dolayı teşekkür ediyor. “Bizim konserlerimizde türküler türküleşir ama o kadar az oluyor ki. Konserler izne değil bildirime bağlı ama organizasyonu yapan bölgenin insanıysa emniyete gittiğinde ‘niye onu çağırıyorsun’ diyorlar. O nedenle bizleri daha az çağırıyor lar. Salon kirası, ses sistemi, ödemeler bilet fiyatlarına yüklenince bizim dinleyicimiz karşılayamıyor. Bizi kitlelerle buluşturacak olan sol düşüncede olanların kazandığı belediyelerdir ama onlar da popülist politikaların etkisinde kalıyorlar, çekiniyorlar. Oysa iyi politikacının kendisine oy veren kitleye karşı görevi olduğunu unutmaması gerek. Bizim türkülerimiz özel günlerde, özel şekilde dinlenecek türkülerdir. Edebiyatı, özü, içeriği vardır bizim türkülerimizin. Bizim ezgilediğimiz, bizim seçtiğimiz türkülerde de halkın duyguları anlatılır.”. rtık sıkıldık; televizyonda çalışan dostlarımız işin kolayını buldular; iki saatlik bir program yapılacak; konu belli, ya türban ya da PKK; konuşmacılar da belli; hop, armut piş ağzıma düş. Artık işin suyu çıktı. Bu programlara davet ettiğiniz insanlar belli, ne söyleyecekleri belli ve asla hiç kimse samimi değil, siz de kendinizi bir kahraman gibi hissediyorsunuz, yazık. Ya tembellikten ya da eliniz mahkum olduğundan bu ülkenin asıl meselelerine giremiyorsunuz. Sıkıysa, “IMF boyunduruğundan nasıl kurtuluruz” diye bir program hazırlayın ve her şeyi bilen köşe yazarlarını değil, işin uzmanlarını çağırın. Bu boyunduruktan kurtulan Latin Amerika ülkelerinden örnekler verin. Dış borcumuzu açıklayın, kredi kartlarıyla yaşamanın ne anlama geldiğini insanlara öğretmeye çalışın. Nüfus planlamasını gündeme getirin, her evden on çocuğun fırladığı, annenin bittiği, en büyük kız çocuğunun 10 yaşında anneliğe mecbur edildiği yörelerde yaşamın nasıl düzenlenebileceğini tartışın. Demokrasi, PKK, türban derken A AL GÖZÜM SEYREYLE IŞIL ÖZGENTÜRK Tembel Medya dünyanın hiçbir yerinde olmayacak bir şey bu. Neyse ki birileri karşı çıkıyor ve olay kamuoyunun gündemine geliyor, bundan sonra ne olacak bilinmez. Ama bakın 25 Mart 1984 tarihli Güneş gazetesinde Melik Aşık’ın Arka Pencere’sinde bir röportaj yayımlanıyor, o günlerde belediye Aziz Nesin başkan adayı Bedrettin Dalan ve Türkiye Yazarlar Sendikası Başkanı Aziz Nesin konuşuyorlar. Söz Markiz Pastanesi’nin kurtarılmasına geliyor ve Aziz Nesin diyor ki: “Markiz’in kurtarılması için aydınlarımız fazla yaygara kopardılar. Çün yitip giden hayatları anlatın. İnsanlar sizin programlarınızı neden izlesinler? Yaptığınız al takke ver külah. Ben bugünlerde en çok Aziz Nesin’i ve Can Yücel’i özlüyorum. Nasıl özlemezsin; malumunuz, siyasi tarihimizin çok özel yerlerinden biri olan SultaCan Yücel nahmet Cezaevi 1992 yılında Bakanlar Kurulu kararıyla turizme açılıyor ve bildiğiniz üzere bina Four Seasons Oteli oluyor. Bu da yetmiyor şimdilerde otel yönetimi oradaki tarihi Bizans sarayının üstüne ek binalar yapmak için kolları sıvıyor, kü bizim aydınlarımız kıçlarının birer saat oturduğu yeri tarih sayarlar. Markiz tarihi açıdan pek önemli bir yer değildir. Duvarlarında üç tane çini pano var o kadar.” Peki nerelerin kurtarılması gerekir ? “Mesela Sultanahmet Cezaevi bir kültür sarayı haline dönüştürülebilir, ziyaretçileri gezdirirken rehberler, burada Aziz Nesin yatmıştı, şurada Emil Galip Sandalcı kaldı, orada Vedat Türkali konakladı gibisinden tarihi bilgi de verebilirler.” Ama ne oluyor, Sultanahmet Cezaevi sonuçta bir otel oluyor. Şimdi benim korkum en kadim cezaevlerinden biri olan Sinop Cezaevi’nin de bir otele dönüşmesi. Belki bu son gelişmeler bize bir ders olur ve Sinop Cezaevi’ni bir otele değil, kültür merkezine dönüştürebiliriz. Türbandan, PKK’den başımızı alabilirsek bu konuları sıra gelebilir. Bildik sözleri duymaktan, artık sıkıldık. Medyanın tembelliği bir yana bırakıp su gibi ekmek gibi hayati konuları ele alması gerek. Benden söylemesi. [email protected] izim bu adamlardan veya kadınlardan öğrenecek bir şeyimiz yok. İyi tanıyoruz çünkü. “Var kardeşim” diyenler, aşağılık kompleksiyle örülü boşa geçmiş bir ömür bataklığını cennet sayanlardır. Elbette liberal demokrasinin insanlığın gelişmesinde nihai aşama (“tarihin sonu”) ve ilerilik olduğuna inanan Francis Fukuyama gibiler için ortada bir sorun yok: Bunlara göre, Batı demokrasisi, insanoğlunun yarattığı en mükemmel rejimdir. Gerçi insanlığın ezici çoğunluğu henüz o aşamadan çok uzaktır; ama önemli değil. Önemli olan, bu ezici çoğunluğun, o “yüce hedefe” ulaşmak için çaba göstermesi ve mutluluğu da orada aramasıdır. Bunlar, böyle. İyi. İyi ve tekrar: Bizim bu cahillerden ve onların maaşlımaaşsız uşaklarından öğreneceğimiz hiçbir şey yok. Ne demek istiyoruz? Somut örnekle konuşabiliriz: Bir Ayaan Hırsi Ali’den öğrenecek şeyi olduğuna inananlar, General Kenan Evren’e, Turgut Özal’a, Tansu Çiller’e, Barzani ve Talabani’ye, en önemlisi de George W. Bush’a haksızlık ediyorlar. Türkiye’deki kadın hakları, laiklik ve özgürlük mücadelesi hakkında en son söz söyleyecek olan, bu hanım ve benzerleridir. İslamcıfaşist manyakların tehditleri malum. Ama o gerçek, yine de bu tipolojiyi aklamıyor. Hanımefendi, araştırmacıymış! “Neocons” havuzlarında, ki “American Enterprise Institute” bunlardan biridir, “yeryüzünün lanetlilerine” karşı emperyalizm için kanlı senaryolar üretmeyi kutsayacak halimiz yok. Ayrıca, eğer laikliğin emperyalist katilleri “Atatürk’ün mirasının tehlike altında” olduğunu söyleyip “yeni bir laik hareket” çağrısında bulunuyorsa, burada BarzaniTalabani’nin vatandaşı oldukları ülkeye, Irak’a yaptıklarını anımsamamak olmaz. İsteyen bugün ikisi de mevcut olmayan Cinciç ve Yugoslavya’yı da anımsayabilir. Gorbaçov ve SSCB bir başka örnek. Biz bu yaratıklara, şimdilerde beğenmemek moda olan Türk aydınlanmasının tarihinde en terbiyeli bir biçimde ama hep “mandacı” dedik ve her zaman aşağıladık. Halkına ve bağımsız aydın iradesine ihanetle suçladık. Demek ki, bu Amerikancı türün Atatürk ve laiklik hayranlığını, Kenan Evren ve arkadaşlarının malum hayranlıkları veya Gorbaçov’un Sovyetler Birliği ve sosyalizm “sevgisiyle” karşılaştırabiliriz. Sonucu biliyoruz. Bugün ne Sovyetler Birliği var, ne de sosyalizm. Elbette yalnız değiller. ??? Yalnız değiller, çünkü toprak bereketli, maşallah ha bire uşak üretiyor. Üçbeş faşist ruh hastasının işlediği cinayetleri bahane edip, kim bağımsızlık, büyük siyasal birimlerin egemenlik biçimi olarak ulusal (etnik değil) bütünlük, yurt, memleket ve emekçi halk sevgisinden söz ederse, onu “milliyetçişoven” diye damgalamak, modadır. Türkiye ilericiliğinin, solun önemli taşıyıcılarından biri olmuş Aleviliği şimdilerde “Alman demokrasisine” pazarlamaya çalışanlar, Türkiye’yi sıfırladıkça değerlerinin artacağını iyi bilen kariyeristlerdir. Apar topar çekilmiş bir televizyon filminde B Fotoğraflar: Vedat ARIK ‘Şirin Türk Kitabevi’ etkinlikleri sürüyor Stuttgart’ta “postmodern felsefe” toplantısı STUTTGART (Cumhuriyet) Çalışmalarını Darmstadt Üniversitesi bünyesinde sürdüren yazar Yener Orkunoğlu, Stuttgart’ta süreklilik kazanan Şirin Türk Kitabevi söyleşileri kapsamında bir konferans verecek. Yener Orkunoğlu, pazar günkü “Nietzsche ve Postmodern Felsefe” başlıklı konferansı sırasında okurların sorularını da yanıtlayacak ve kitaplarını imzalayacak. Sophienstr. 23/a adresindeki “Şirin Türk Kitabevi”nde gerçekleştirilecek olan söyleşi, 13 Ocak 2008’de saat 13.00’de başlayacak.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle