Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
14 C ni yapacağınıza nasıl karar verdiniz? “Benim karar verme hakkım yoktu. Özel öğrenci olduğum için zaten mimarlık alanında çalışma imkanım vardı bir yıl. O işi de yapınca ülkeme dönmem gerekiyordu. Bu tip baskılar hoşuma gitmedi. Yaşamıma birilerinin kanun üzerinden karar vermesi çok zoruma gitti. O yüzden de savaş vermeye karar verdim. Beni bu ülkeden ne zaman atarlarsa değil, ben ne zaman istersem giderim diye düşünerek hareket etmeye başladım. Ben de bu ülkede yaşayan bir insanım neticede. Ama Avrupa’da yaşayan göçmenlerin hayatlarına makine gibi bakılıyor. İnsanların bir kimliği yok, makine sanki. Orada yaşayan insanların hayatları birer dosya: ‘Bu dosyayı kapatalım, yeni bir dosya açalım.’ Dosya numarası gibi görüyorlardı bizi. Çok savaş verdim.” Şimdilerde Türk kimliğinin algısı nasıl? “Çok şey değişti o zamandan bu yana. En azından ben çok değiştim, onlar değişmemiş olsa da. Almanya’daki kısırdöngü devam ediyor hâlâ. Belki biz değiştik. Belki biz onların koydukları konumlardan uzaklaştık. O tip pozisyonlar bizi tatmin etmez oldu.” Nasıl bir türk imajı var Almanya’da? “Önyargılarla dolu bir imaj. Bunda bizim de payımız var. Almanlar Türkleri kebap, göbek dansı, futbolla ilgilenen, Türk bayrağı sallayan bir kitle olarak görüyorsa biz de onları farklı görüyoruz. Bizim de Almanlara karşı önyargılarımız var. Ama orada 40 yıldır konuşmayan bir kitle var. 1960’lardan 2000’lere kadar susan bir volkan var Almanya’da. Daha yeni yeni politikayla ilgileniliyor, biz biraz biraz istek ve sıkıntılarımızı dile getirmeye başladık. Getto röportaj YANSIMA OSMAN İKİZ ünyayı ayağa kaldıracak bir sürpriz olmazsa neocon denen yeni muhafazakarlar ABD seçimini kaybedecekler. Kamuoyu yoklamalarından anlaşıldığı kadarıyla Amerikan halkının yeni umudu Demokratlar’ın siyah adayı Barack Obama. Siyahların sadece yüzde üç gibi küçük bir azınlığı oluşturduğu Iowa’da bile Hillary Clinton’u geride bırakan Barack Obama, seçim maratonunu ve ABD’deki atmosferi sadece altı sözcükle çok güzel anlatıyor: ‘’Dışarda bişeyler oldu. Yeni rüzgarlar esiyor.’’ Bush’un ‘’Terörizme karşı savaş’’ adı altında yürüttüğü politika ve savaş ekonomisi, halkını da bunalttı. TV ekranlarında izlediğimiz haberler 1960’ların havasını anımsatıyor. Bob Dylan’ı efsane yapan unutulmaz şarkısının adı gene gençlerin yakalarındaki rozetlerde, pankartlarda: ‘’The Times They are Achangin’’. Gençlerden biri altına da eklemiş: ‘’Again’’. ‘’Zaman Değişiyor. Gene.’’ Obama, bunalmış Amerikan halkının beklentisine aynı frekanstan sesleniyor: ‘’Yeni rüzgarlar esiyor.’’ Amerikan seçimi uzun bir seyirlik maraton. Adayların politikaları kadar kişisel özellikleri, aile fotoğrafları da seçmen üzerinde etkili oluyor. Obama verdiği mesaj ve sergilediği tablo ile seçmeni etkilemiş durumda. İki kızı ve eşiyle çizdiği aile tablosu Kennedy ailesini hatırlatıyor. Yenilik ve değişim mesajları ise Bill Clinton’u. Tiyatrovari bir havası olan Amerikan seçim maratonunu başarılı götüren Obama’nın finalde ipi göğüslemesi sürpriz olmayacak. Üstelik Bayan Clinton’a karşı ve bazı yorumcuların ‘’Clintonizm’’ diye adlandırdıkları stratejiyle. Obama’nın taktiği şimdilik hedefe ulaşacağını gösteriyor. Demokratlar adaylardan bazı Cumhuriyetçiler ile tarafsızlar arasında sempati toplayan sadece o. Ama seçim maratonu kızıştıkça, gelecek dönemin politikaları daha canlı tartışılmaya başladıkça bu sempati dalgası sürer mi, yeni rüzgarlar esmeye devam eder mi acaba?... Obama’nın giderek merkeze kaydığına dikkat çekenler de var. Özellikle sağlık sigortası alanında, 11 OCAK 2008 CUMA Yeni Rüzgarlar Esiyor vatandaşların seçme özgürlüğüne saygı duyulacağı yolundaki konuşması, merkeze kaydığı eleştirilerini başlattı. Sağlık reformu daha doğrusu gelecek dönemde izlenecek ekonomi politikası Amerikan seçmeni için önem taşıyor. Çünkü zenginlerle, dar gelirliler arasındaki fark uçuruma döndü. Ücretlilerin durumu Bush yönetiminde bozulduğu gibi, yarına olan güvenleri de kayboldu. Orta sınıf huzursuz. Küresel rekabet karşısında durumlarını korumak isteyen şirketler çalışanlarına sağladıkları olanakları sınırladı. Sendikalar da çalışanların kazanılmış haklarını koruyamıyorlar. Amerikan toplumunun içinde bulunduğu durumu ve ekonomisini ‘’Demokratik kapitalizmin yerini süper kapitalizm almıştır’’ diye tanımlıyor Bill Clinton’un çalışma bakanı Robert Reich son kitabı Supercapitalism’de. Amerikan seçmeninin şu anda izlediğimiz reaksiyonunda Rober Reich’in işaret ettiği gibi ekonomik kaygılar ön planda; özellikle de sağlık sigortası. ABD’yi örnek alanlar bu ülkede yaklaşık 50 milyon kişinin sağlık sigortasından yoksun olduğunu biliyorlar mı acaba? Söyleyen komünist falan da değil. Kapitalist düzenin politikacısı, Bill Clinton’un bakanı. ‘’Rekabet rayından çıktı’’ diyor. Daha önce çalışanların ailelerinin de sigortasını yapan şirketlerin, rekabete dayanabilmek için sigorta bonusunu kaldırmaları yüzünden milyonlarca kişinin sigortasız kaldığını yazıyor Robert Reich. Daha önce muhalif sanatçı Michael Moore’un filminde anlattığı gibi. Robert Reich, ‘’Sadece tüketici değil, yurttaş gibi davranmalı, politikayı tekrar rayına oturtmalıyız’’ diyor. Gençler ‘’The Times They are Achangin Again’’ 1960’ların ruhunu ayaklandırıyor. ABD’nin başkanlığa en yakın ilk siyah adayından da ‘’Dışarda bişeyler oldu. Yeni rüzgarlar esiyor’’ diye yanıt geliyor. Minarelerden süngü yapıp, kafaları da türbana sokup, ortaçağ rüzgarları estirenlere bakınca insanın Robert Reich gibi, Obama gibi kapitalistlere şapka çıkarası geliyor. D Almanya’da Türk olmak meslek gibi bir şey Zuhal AYTOLUN lmanya’da yaşayan Türkler. Kimi “acı vatan” dedi, kimi para biriktirip döndü. Horlandılar, dışlandılar, Nazilerin boy hedefi, radikal islamcıların potansiyel kitlesi oldular. Direnenler, kendisini kabul ettirmeye çalışanlar da oldu. Kebap seven, göbek dansı ve futboldan başka bir şey düşünmeyen, başı kapalı evde kocasını bekleyen, dayak yiyen ve dayak atan kadın ve erkeklerden oluşan geri kalmış bir toplumun temsilcileri olmadığını göstermeye çalışanlar da oldu. Bireysel çabaların yanında sanatla ya da politikayla hem gerçek Türkiye’nin temsilcileri oldular hem de ön yargıları kırmaya çalıştılar. Nursel Köse de onlardan biri. “Almanya’da Türk olmak meslek gibi bir şey” diyor Köse. Üzerlerine yapıştırılan bu kimliklerle boğuşmaktan ve sorgulanmaktan yorulduklarını söyleyen Köse, susturulmaya izin vermemiş ve sanatıyla savaşını sürdürmüş. Fatih Akın’ın yönettiği Yaşamın Kıyısında filminde canlandırdığı fahişe rolüyle 44. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde en iyi yardımcı kadın oyuncu ödülü alan ve yıllardır sanatla iç içe bir yaşam süren Nursel Köse’yle Almanya’daki Türkleri ve gözlemlerini konuştuk. Ne zaman gittiniz Almanya’ya? Ve sanatla uğraşmaya nasıl başladınız? “Türk işçi ailesinin bir ferdi olarak değil, üniversite eğitimi almak üzere özel statüyle gittim Almanya’ya. Mimarlık eğitimi aldım. Paralelinde hep sanatla uğraştım okurken. Alman ve Türk tiyatrolarında oynamaya başladım. Halk dansları grubunda baleyle halk danslarını birleştirerek dans ettik. O dönemde eğitimim devam ederken hem sanatla uğraştım hem de sosyal alanda çalıştım. Türk ailelerine ve özellikle Türk kadınlarına okuma yazma ve Almanca kursları verdim. Üniversitede Almanca öğrenip onları Türk kadınlarına aktarıyordum. Böylece çok sosyal bir ortama dahil oldum. Birşeylerin eksikliğini farkedip onları tamamlamaya çalıştım hep. Tiyatroya hiç ara vermedim, hiç soğumadım, sıkılmadım. O hep devam etti.” Birkaç alanda ilerlemişsiniz. Hangisi A suna sığınmış, ya da itilmiş orada Türkler. Orada, gettolarında, kendi dünyalarını yaratmışlar önünde sonunda. Kültürleri, dinleri, alışkanlıklarıyla kapalı bir dünya yaratmışlar. Küsülmüş gibi. Almanya’da Serpil Pak ile birlikte yaptığım ‘Arabesk’ isimli kabarestand up’ta bu tabuları ve uzaklıkları yıkmak istiyorum.” Kabareyi kaç yılında kurdunuz? “1992 yılında kurdum ‘Yabancı Kadınlar Kabaresi’ni. Adı üzerinde ‘yabancı kadınlar.’ Buna ihtiyaç vardı o dönemde. Çünkü Almanlar sizin kimliğinizi koyarken etnik ve cinsel unsurları da değerlendiriyorlar. ‘Kadın’, ‘kabare’, ‘Türk’ gibi. Bütün bunlara ihtiyacımız olduğunu biz onlardan öğrendik. Ben hiçbir zaman kendimi bir tanımlama içine sokmamıştım. Başka insanları da, kendimi de sınıflandırmadım hiçbir zaman. Ama orada otomatik olarak ‘ben yabancı ve Türk’üm’ demek zorunda kalıyorsunuz. Bazı kimlikler ediniyorsunuz. Sizinle alakası olmasa da edinmek zorundasınız. Gelecek olan seyirci bilmek istiyor, ‘Türk müsünüz belli olsun’ diyorlar. Niye belli olsun. Diğerinin altında ‘Alman Erkek Kabaresi’ yazmıyor. Sanatı ne cinsiyete ne de ülkeye göre ayırabilirsiniz. Sanat evrenseldir ve evrensel yapılmalıdır.” Neleri anlatıyorsunuz skeçlerde? “Ben Kebap Girl 007’yi oynuyorum. Hep James Bond oynamak isterdim. Burada öyle bir nükte var. Bir yabancı kadın olarak oradaki kadın erkek ilişkilerini değerlendiriyorum. Sorunlarımız büyük orada. Ama ben kabarestand up üzerinden o kültürel köprüyü kurmaya çalışıyorum. Aslında birbirimizden farkımız olmadığını gösteriyorum. Almanların da arabesk yanı var. İzlerken ‘Aaa gerçekten de öyle’ diyorlar. Almanlarla neden anlaşamadığımızın nedenleri yerine mutlaka anlaşmamız gereken nedenleri bulduk. Her iki tarafın da güzel yanlarını ortaya koyduk.” Kabarede çarşafla ilgili skeciniz var. Bu skeçle neye dikkat çekiyorsunuz? “Çarşaf programın bir parçası. Kapanma şekilleriyle ilgili dünyadan örnekler veriyoruz. Almanya Malezya gibi olursa, ‘Bakın hata yapmayın, böyle bağlanır’ diyoruz. Afgan burkası, Arap çarşafı, Türk başörtüleri... Dünyanın her yanında olduğu gibi Almanya’da da fundamentalist bir akım söz konusu. Sonuç olarak bu da bir konu ve bunu es geçemezdik. Almanlar gençlere alternatif sunmayı beceremedi, bir gelecek sunamadı. Sosyal ve politik alanda çok hata yapıldı. Şimdi çözüm arayışındalar. Radikal islam da bir mesele. Türk olmak da... Türk olmak bir meslek gibi Almanya’da. Bu meslekte sürekli sorgulanıyorsunuz. Almanlar hep bu hatayı yaptı. Uzmanlarla çalışmak yerine, kendilerinin doğru bildiği insanlarla çözüm bulmaya çalıştılar. Bizimle hiç konuşmadılar. Tüm bunları sanat aracılığıyla dile getirmeye çalışıyoruz.” Yaşamın Kıyısında filminde de geçiyor. Yeter’in yanına iki Türk geliyor. ‘Sen Türksün ve müslümansın. Bunu unutma ve buna göre yaşa’ diyorlar. Peki Almanya da... “Din baskısıyla ilgili öyle bir durum olduğunu söyleyemem. Ama Türklerin yaşadığı çevrede bir sosyal kontrol var. Bugün kültürümüz, gelenek ve göreneklerimizde, bizi hiç tanımayan erkekler dahi bize sahip çıkma, koruyup kollama güdüsüyle hareket ediyor. Sosyal alanda bir kontrol mekanizması olduğunu söyleyebilirim.” Türkiye ile ilgili projeleriniz neler? “Burada sinema dünyasıyla tanışmak, arka planlarında çalışmak istiyorum. Ne Türkiye’ye kesin dönüş yapmayı, ne de Almanya’ya yerleşmeyi düşünüyorum. Ben artık bir dünya vatandaşıyım ve nerede olmak istersem orada yaşayacağım. Her yerde soruyorlar, ‘Türk müsün Alman mısın’ diye. Ben bir kalıba girmek istemiyorum.” osman.ikiz?tele2.se Türk imzalı bir ‘Carmen’ Ayça TEZER ‘Aida’ ve ‘Carmina Burana’yı milyonlarla buluşturan Gérard Drouot ve Franz Abraham’ın yapımcılığını üstlendiği Art Productions, bu kez de George Bizet’nin ‘Carmen’ operasıyla seyircinin karşısına çıkıyor. ‘Carmen’i sahneye koyup koreografisini yapansa hepimizin yakından tanıdığı Yekta Kara. İlk sahnelenişi Paris’in en önemli opera salonlarından Bercy’de 10 bin izleyicinin önünde yapılan yapıtta teknik ekip dışında 200 sanatçı rol alıyor. Aralık ayında Fransa’nın çeşitli kentlerinde oynanan yapıt, martta Meksika’ya, ardından Ortabatı Avrupa’ya, Yunanistan’a, Rusya’ya ve sonbaharda da Güney Amerika’ya gidecek. Böyle bir yapımda yer almaktan çok büyük mutluluk duyduğunu dile getiren Yekta Kara, Carmen’in kadrosunda yer alışını şöyle anlatıyor: “Yapımcı 2004’te Almanya’da sahnelediğim ‘Saraydan Kız Kaçırma’ operasını çok beğenmiş. Nisanda görüştük. Bana Carmen’in rejisini ve koreografisini yapmamı önerdi. Yıllardır operayı geniş kitlelere ulaştırmayı düşlüyorum. Bu yapımı dünyanın dört bir yanında çok farklı kültürlerden insanların izleyecek olması çok çekici geldi. Yapımın provaları Brezilya’nın Sao Paulo kentinde yapıldı. Çünkü orkestra, koro, sanatçıların bir bölümü ve teknik ekip Güney Amerika’da turnedeydi. Bir ay çok yoğun ve yorucu bir çalışma yaptık.” Bu kadar geniş bir kadro içinde tek Türk olmaya gönlünün elvermediğini belirten Kara, “Mezzosoprano Aylin Ateş’i ikinci bir Carmen olarak önerdim. Fransa’daki temsillerde de Aylin rol aldı. Ayrıca Nesrin Demirdağ ve Bahadır Noyan Coşkun’u da daha küçük roller için önerdim. Genç kostüm tasarımcısı Gizem Betil’i de kadromuza kattık. İlk kez bu kadar büyük bir iş yaptı hem de Carmen gibi bir yapımda. Ve çok başarılı oldu. Tabii ki asistanım Esra Tütüncüoğlu da benimle birlikteydi” diyor. Carmen’i 10 yıl önce İstanbul Devlet Opera ve Balesi için sahneleyen Kara, o zaman özgürlük kavramını öne çıkararak ‘Carmen’i Franco İspanyası’na taşımış. Günümüzdeyse bireysel özgürlüğün öne çıktığını düşünüyor: “Carmen, bütün opera literatürünün en yürekli, dikbaşlı, mağrur kadın karakteri. Konuşma, düşünce, yaşama özgürlüğünden hiçbir zaman ödün vermiyor. Bu nedenlerle, bireysel özgürlüğünü öne çıkaran bir yol izledim. Bir de yapıtın aslında da olan, erkeğin kadına yönelik şiddetine de gönderme yaptık.” Gençleri operaya daha çok çekmek amacıyla temsil boyunca sahnede animasyon, projeksiyon ve video kliplere de yer verdiğini vurguluyor Kara: “Minimal bir dekor kullandık. Ayrıca temsil boyunca sürekli akan video projeksiyonları yapıldı. Uvertür için olayın geçtiği yer olan Sevilla’da özel bir ekiple video klip hazırlandı. Boğa güreşi, Flamenkocular vs. çekildi. Bu malzemeleri bir araya getirip müzikle, yapıtın akışına koşut bir görüntü dizisi oluşturduk. Çok başarılı oldu. Fransa temsillerinde seyirci dakikalarca ayakta alkışladı. Çok olumlu eleştiriler aldık.” Yapıtın martta dünya turnesine çıkacağına değinen Kara, ‘Carmen’in Yunanistan’a kadar gelmesine karşın Türkiye’yi turnesine henüz katamadığını belirtiyor ve diyor ki: “Yapıtın oynandığı sahnelerin sahne ağzı 26 metre. Bizde bu kadar büyük bir sahne yok. AKM’nin sahnesi bile 16 metre. ‘Carmen’in Türkiye’de de sahnelenmesini çok istiyorum. Ama önce uygun sahnenin bulunması gerekiyor.” iyaset sosyoloğu” Sayın Nur Vergin’le geçen yılın son günü Vatan gazetesinde başlayıp dört gün süren dizi söyleşinin ilkini okuduğumda hayal kırıklığı ve öfke duymuş, sonrakilerle de aynı duygularım devam etmişti. Yazıya başlamadan önce, bu bilim insanımıza haksızlık edebilirim kaygısıyla, dört günlük dizi söyleşinin gazete kesiklerini önüme koydum ve kimi yerlerde satır altlarını çizerek tümünü bir kez daha dikkatle okudum. Genellikle ilk duygusal tepki olan öfke belki azalmış hatta geçmiş olabilir, fakat hayal kırıklığım daha da arttı... Çünkü Sayın Vergin’in söyledikleri baştan aşağı çelişkilerle dolu... Buna karşılık söyleşiyi yapan gazeteci arkadaşın daha sağlam ve tutarlı bir konumda olduğunu, sayın siyaset sosyoloğunu sorularıyla zaman zaman köşeye sıkıştırarak “iç çekişmeleri”nden söz etmeye zorladığını duyumsuyorsunuz... ??? Hangisinden başlamalı? Belki en doğrusu, bir yerden tutturup elden geldiğince sürdürmek... Sayın Vergin’e göre “burjuva yaşam tarzı İslamiyete aykırı değil”miş... Eğer rasgele söylenmiş bir söz değilse bu, yapıtlarından biri “Din,Toplum ve Siyasal Sistem” adını taşıyan bu siyaset sosyoloğumuzun, İslamın şu anda, aralarında bizimkinin de bulunduğu birçok “İslam ülkesi”nde oynadığı rolden habersiz olması gerekiyor. Burjuva yaşam tarzı İslamiyete aykırı değildir gibi bir söze, her şeyden önce İslamcılar güleceklerdir... Sayın Vergin’in “İslam” ve “İslamcı”nın iki ayrı şey olduğunu söyleyerek bu eleştiriyi “S CUMARTESİ YAZILARI ATAOL BEHRAMOĞLU geçersiz sayması beklenebilir. Bence asıl sorun da burada. Türkiye’nin, günlük yaşamdaki olağan biçimiyle İslamla hiçbir zaman sorunu olmadı. Sıkıntı yaratan, İslamın günlük yaşama müdahalesidir. Bugün ortaya dökülen, İslam değil İslamcılıktır. İslam, sadece günlük yaşamda değil, ülkenin tüm yönetiminde etkin olma çabasında. Sayın Vergin bunu görmüyor, ya da görmek istemiyor. İslami yaşam anlayışıyla burjuva yaşam tarzı arasında nasıl bir özdeşlik kurulabileceğini anlamak ise mümkün değil. ??? Yukarıdaki cümleyi şöyle bir açıklama izliyor: “Çünkü hayatın nimetlerinden faydalanmak İslama aykırı değil”... Burada da bütün sorun “hayatın nimetleri” kavramından neyin anlaşılıp anlaşılmadığında... Dindar kişiyle dindar olmayan arasında, yaşamak eğer sadece yiyip içmek, giyinip kuşanmak vb. türünden etkinlikler değilse, “hayatın nimetleri” kavramı üzerinde nasıl bir görüş birliği bulunabilir? En büyük “nimet”, insan olmanın en yüce erdemi; tutucu, öbür dünyacı, ölümü yüceltici, bu dünyada derinleşmeyi değil “öbür Bir Siyaset Sosyoloğunun İç Çekişmeleri dünya”ya hazırlanmayı öneren ve buyuran dinsel düşünce karşısındaki özgür düşünme yeteneği değilse nedir? Dizi söyleşinin sonraki bölümlerinden birinde “Eğer içki yasaklanırsa Türkiye’de ihtilal çıkmaz.. Büyük çoğunluğun umurunda bile olmaz” denilmekte... “İçki yasağı” gibi bir kavramın burada ve böyle bir üslupla tartışılmasını bile gereksiz bulurum ve “ihtilal çıkmaz”, “büyük çoğunluğun umurunda bile olmaz” gibi cümleleri bir siyaset sosyoloğunun saptaması olmaktan çok, yaşama kültürü alanında olduğu kadar kendi toplumunun sosyal yapısı bakımından da cahil ve sorumsuz herhangi birinin saçmalaması olarak görürüm. ??? Sayın sosyolog “bütün dünyada din olgusuna karşı büyük bir rağbet” bulunduğunu, “insanların buna ihtiyaç duyduğunu” saptıyor... Fransa Cumhurbaşkanı’nın bile Fransa’da “pozitif laiklik” dediği yeni bir oluşum başlamasını önerdiğini bu saptayımına örnek gösteriyor. Ve modaya uyarak o da laikliğin yeniden tanımlanması gerektiğini dile getiriyor: “Benim dinle alakam yok demek değildir laiklik.” Laikliğin ne demek olduğu ve olmadığı yeterince açık. Açık olmayan ve açıklığa kavuşturulması gereken, (sayıları hiç de az olmayan ve özellikle de medyada pek çok örneği bulunan) Sayın Vergin gibilerin bireysel ve sosyal psikolojilerindeki sorunlar... Söyleşinin bir yerinde, içtenlikle, “bugünkü duygularımla beynim arasında bir sorun var…… bir iç çekişme var içimde” demekte... Bu gibi içsel çekişmeler, edebiyat erbabına yakışabilir... Çünkü onlar kahramanlarına bu sorunları tartıştırırlar ve bunu yaparken de ortaya bir sanat yapıtı koyarlar... “Siyaset sosyoloğu”na ise yakışmıyor... Sayın Vergin’in onca sempatiyle söz ettiği İslama gelince... Bu dinin bugün dünyada ve ülkemizdeki yorumcuları ve uygulayıcıları, her şeyden önce kadını ikinci sınıf insan olarak görmeyi sürdürdükçe (bu anlamda, kadının taşlanarak öldürülmesiyle cenaze namazında kocasının yanından kovularak aşağılanması arasında ben bir fark görmem); çapsız siyasetçilerin, tarikatçıların elinde bu din, anaokulundan üniversiteye kadar tüm eğitim ve öğretimin hümanist ve bilimsel kaynaklarını kurutarak çocuklarımızın ve gençlerimizin yaratıcı zekâsını, yaşama sevincini karartmaktan el çekmedikçe; bütün dünyada İslamın cehaletle, zorbalıkla, kan dökücülükle özdeşleşmesi sona ermedikçe; aydınlanma düşüncesiyle eğitilmiş ve bu anlamda “iç çekişmesi” bulunmayan kimselerin yaşamında, bu İslamın bir ritüel ve kültür unsuru olarak bile yer alması beklenemez... ataolb?cumhuriyet.com.tr