Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
12 AKP anayasası ile devletin yapısı merkeziyetçilikten ‘federal ilkeye göre örgütlenme’ye geçecek C dizi 11 OCAK 2008 CUMA Üçüncü Meşrutiyeti getiriyorlar KP’nin Prof. Dr. Ergun Özbudun’a hazırlattığı anayasa taslağını irdeleyen SBF öğretim üyesi Prof. Dr. Birgül Ayman Güler, III. Meşrutiyet anayasası anlamına geleceğini ifade ettiği taslağın “devletin yapısını merkeziyetçilikten federal ilkeye göre örgütlenmeye geçirecek” hükümler içerdiğini açıkladı. Güler, “Anayasanın yenisiyle yapılmak istenen, ülkenin siyasiidari tasfiyesidir” dedi. Prof. Birgün Ayman Güler, hazırlıkları süren “yeni” anayasanın, 1982 ruhunu tasfiye etmek bir yana, tam tersine o gerici ruhu tazelediğini, Turgut Özal’ın 24 Ocak kararlarıyla başlayıp Kenan Evren’in 12 Eylül darbesiyle yerleşen sistemi, anayasal düzende siyasal sonuçlarına ulaştırmayı amaçladığının altını çizdi ve şunları söyledi: “Bugün izlenen bölgeleşme politikası, ‘bölge valiliği’ ve ‘bölge mahkemeleri’ eliyle ilk kez 80’lerin başında gündeme gelmemiş miydi? Bugün sınırlarına gelip dayanmış olan özelleştirme poitikası o dönemde ateşlenmemiş miydi? Şimdi yasal hale getirilmeye çalışılan tarikat – tekke sistemi, Yeşil Kuşak projesinin bugün ılımlı İslama varmasının taşıyıcısı olarak işe koşulmamış mıydı? Şimdi hazırlanan anayasa, Türkiye’nin iktisadi – mali tasfiyesini engelleyici hiçbir yönü olmayan 1982 Anayasası’nı genişletmektir. Bu anayasanın ‘yeni’siyle yapılmak istenen, ülkenin siyasiidari tasfiyesidir.” Güler, “1982 Anayasası’nın yenisi” diye tanımladığı anayasa taslağının birbirine içten bağlı iki isteği karşılamak üzere hazırlandığını, ortak parolanın “serbestlik / hürriyet” olduğunu kaydetti ve şöyle konuştu: “Bunlardan biri ‘ayrılıkçı–dinci hürriyetçilik’ isteğidir. Bu istek, siyasal – hukuksal olarak Avrupa Konseyi ile Avrupa Birliği; yönetsel – mali olarak Dünya Bankası/IMF; siyasal olarak ABD kaynaklıdır. Bu kaynaklar, ülke içinde Kürtçü milliyetçiliğin ve Müslüman – gayrimüslim cemaatçilik taraftarı siyasetlerin destekçisidir. Hazırlanan anayasa, bu blokun isteklerini yerine getirmek üzere ulusal devlet yerine milliyetler devletini, laik yönetim sistemi yerine cemaatçi yönetim sistemini yerleştirmeye odaklanmıştır. Yeni anayasa zihniyeti, bu hedefleri insan hakları ve hürriyetçilik adına formüle edilen maddelerle ANKARA PAZARI YAKUP KEPENEK Ekonomi: 0708 (II) konominin dış dünyasının iki sayfası var. İlk sayfada, döviz giriş ve çıkışları; ikincisinde de dünya sermaye ve fiyat hareketleri yer alır. Döviz sayfası, yalnız dışsatım ve dışalımı değil, bunlarla birlikte, tüm döviz işlemlerini içeren “cari işlemler” adı altında toplanır. Dışsatımda, bu yıl, yıllık yüz milyar doların aşılması gibi bir başarı yakalanmasına karşın, toplam dış açık azaltılamıyor. Çünkü, dışsatım dışalıma “aşırı bağlı”, bir YTL tutarında dışsatım yapılabilmesi için, 1.15 YTL tutarında dışalım gerekiyor. Nitekim, 2007’nin OcakEylül döneminde cari işlemler açığı, 2006’nın aynı dönemine göre yüzde 6.2 oranında artmıştır. Aynı eğilimin sürmesi durumunda bile, cari işlem açığı, 2007’de 34.9 milyar dolardan fazla olacaktır. Kaldı ki, iç ve dış sermaye çevrelerince ekonominin en ağır “sorunu” sayılan cari işlem açığının 2008’de 39.2 milyar dolar olması “programlanmıştır” (DPT, 2008 Yılı Programı, s.35) Döviz hesabında bu kadar yüksek ölçüde açık veren ekonomi, yine de “döviz bolluğu” yaşıyor. Döviz bolluğunun iki ana nedeni var. Bunlardan birincisi, devletin borçlanırken ödediği reel, yani enflasyondan arındırılmış, yüksek faizdir. Türkiye, 2007’nin ilk on ayında borçlanabilmek için “ortalama” yüzde 18.84 oranında bileşik faiz ödemiştir. Bu faiz oranı enflasyon oranının on puan üstündedir ve bir “dünya rekorudur”. Faizin yüksek olmasının nedeni, ülke ekonomisinin yabancı para sahiplerince “riskli” bulunmasıdır. Yıllardır IMF denetiminde bir program uygulamasına; yabancılar tarafından “çok başarılısınız” diye övülmesine ve “her zaman borcuna sadık” bir ülke olmasına karşın, Türkiye, küresel sermaye tarafından “aşırı riskli” bulunmaktan ve yüksek faiz ödemekten bir türlü kurtulamıyor! Bu kadar çok faiz ödenince dolar yağıyor! Karşılığında da devlet bütçesinin dörtte birinden fazlası faiz ödemelerine ayrılıyor; önceki yıllarda olduğu gibi 2008’de de, asker, sivil, tüm personel giderleri toplamından daha fazla faiz ödenmesi gerekiyor. Türkiye’ye dolar yağmasını sağlayan ikinci etken, kamu ve özel mal varlıklarının yabancılara satışıdır. Sermaye varlıklarının, başta bankalar olmak üzere işletmelerin, arazi ve konut gibi taşınmazların yabancılara satışı da döviz girişi sağlıyor. Yüksek faizin ve yabancılara satışların, ekonomi üzerindeki etkileri ayrı bir konudur. Ancak, 2008’de her iki politikanın, faizin zorunlu olarak, satışların da büyük bir “istekle” “sonuna kadar” uygulanacağı hükümet tarafından açıklanmış bulunuyor. ??? Ekonominin “dışardan nasıl etkileneceğini” kestirmek için kimi küresel ipuçlarına bakılabilir. Küresel sermayenin tepe noktalarının yorumcuları, 2008’in hiç de kolay bir yıl olmayacağı noktasında birleşiyor. Neden olarak da, ABD’nin durumunu işaret ediyor. Bu ülkede, geçen ağustosta başlayan, esas olarak konut finansmanı ve banka sisteminin risklerini yayma uygulamasından kaynaklanan parasal çalkantılar, sermaye üzerindeki küresel bulutları arttırdı. Başkanlık seçimleri; Irak bataklığı ve Ortadoğu’nun “kaynayan kazan” olmasından kaynaklanan petrol fiyatlarının varili yüz doları yakalaması; “gıda” ve kimi hammadde fiyatlarının tırmanması yeni bir “küresel fırtına” kaygılarını arttırıyor. Fırtınadan kaçınmak amacıyla ABD ve diğer merkez bankalarının faiz oranlarını azaltmalarının yetersiz kalabileceği görüşü güçleniyor (The Economist, 29 Aralık). Küresel sermayede yaşanacak olası dalgalanmalar, IMF ile anlaşma yapılsa da Türkiye ekonomisini olumsuz etkiler. Özellikle büyüme, enflasyon, yüksek faiz ve cari açık gibi değişkenler “olumsuz” etkilenir. Eğer dışarıdaki sallantı bunalıma dönüşürse, yurtiçinde de küresel düzlemde de “zengini daha zengin eden” bu süreç, yeni bir “kemer sıkma” politikasına konu olur; ekonomik, toplumsal ve siyasal zararları altta kalanlara yüklenilerek “yeniden yapılandırılır”. ??? Türkiye ekonomisinin “gerçek ve büyük eksiği”, ileriye dönük makro, yani bütüncül politikaların bulunmamasıdır. AKP hükümetleri, 1980’lerde başlayan “piyasa en iyisini bilir” yanlışına sarılıp gidiyor. Sanayisi, tarımı, teknolojisi, enerjisi ve doğal kaynaklarıyla ekonominin yarınlarını kapsayan bir bütüncül sermaye birikimi politikası oluşturulmuyor. Dünya, “piyasanın başarısızlıklarını” konuşuyor; özellikle küresel ısınma alanında yaşananlar, piyasanın başarısızlığını çok somut olarak kanıtlıyor. Bizde ise “piyasaya iman” sarsılmıyor. Hükümet, 2008’e bu imanla giriyor, ancak, yerlisiyle ve yabancısıyla, büyük sermaye, ondan, IMF damgasıyla yeni bir “iman tazelemesi” istiyor. İman tazelense de, bunun, bırakın uzun dönemli gelişmeyi bir yana, “günü” kurtaracağı bile çok kuşkuludur. A AKP, ABD’nin Ortadoğu’yu yeniden biçimlendirme tasarımlarını yaşama geçirdiği, Türkiye’nin Güneydoğu sınırında yeni bir devletçik yaratma çabasının doruk noktaya ulaştığı bir dönemde, son seçimlerde aldığı yüzde 47’lik oy oranına da güvenerek toptan yeni bir anayasa önerisini gündeme taşımada ısrarlı. Önümüzdeki günlerde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından açıklanması beklenen bu anayasa önerisinin ana iskeletini kuşkusuz geçen ay başında AKP’nin Prof. Dr. Ergun Özbudun’un başkanlığında bir grup akademisyene hazırlattığı anayasa taslağı oluşturacak. Çeşitli alanlardan akademisyenler, uzmanlar ve siyasetçilerin katkılarıyla hazırladığımız bu dizi ile AKP’nin nasıl bir “anayasa” peşinde olduğunu irdelemeye çalıştık. Ortaya “federasyon”cu bir ruh çıktı! Birkaç gün sürecek dizimizde o “ruh”un somut verilerle ete kemiğe büründürülüşüne tanık olacaksınız. SUNUŞ: E gerçek kılmaya çalışmaktadır. İkincisi, ‘dünyanın açıldığı Türkiye pazarı’nı anayasal güvenceye bağlama isteğidir. Bu istek de AB, Dünya Bankası/IMF ve ABD merkezlidir. Özünde de bu merkezlerdeki dev tekellerin istekleridir. Yerli tekeller ve iriliufaklı sermaye grupları, bu isteklerin taşeronluğunu çoktan kabul etmiş bulunuyorlar. ‘Yeni’ anayasanın zihniyeti, Türkiye’nin, küreselci emperyalist piyasalara ve bu piyasaların merkezlerine bağımlılığını, anayasal hükümlerle garanti altına almaktan ibarettir.” Hazırlanan “yeni” anayasaya, “III. Meşrutiyet Anayasası” demenin uygun olacağını vurgulayan Birgün Ayman Güler, uluslar ve yurttaşlık çağında “milliyetler” ile “cemaatler”e yaslanmanın başka bir anlama gelmeyeceğini belirterek şöyle devam etti: “Yeni zihniyet, tüm yönetsel yapıyı bu amaçlara göre ‘yeni’lemeye yönelmiştir. Bu anayasanın, siyasal üniter sistemin temeli olan merkeziyet ilkesini ortadan kaldırma niyeti açıktır. Yerleştirmeye çalışılan ilke, AB’nin diliyle subsidiarite/yerellik, Dünya Bankası’nın diliyle idarimali federalizmdir. Ağustos 2007 taslağında bu örgünün ‘mali federalizm’ bacağı için gerekli hükümler yerlerine yerleştirilmiştir. Hiç kuşku duyulmaması gerekir, ortadaki taslak tasarılaştıkça, idari federalizm hükümleri de yerlerine yerleştirilecektir. Ağustos 2007 taslağı şöyle diyor: ‘Madde 96 –Mahalli İdareler: …(7) Mahalli idarelere, görevleri ile orantılı gelir kaynakları sağlanır ve bu amaçla gerekli düzenlemeler yapılır.’ Bu görev TBMM’nindir; 1982 Anayasası’nın yenisi, yüce Meclis’e ‘gelir kaynağı sağlamak için düzenleme yap’ görevi veriyor. Ama daha önemlisi, bu görevin özü şudur: Bu hükümle TBMM, kendisine ait olan bir yetkiyi ‘gelir kaynağı oluşturma’, yani vergi–resim–harç koyma yetkisini devredebilir hale getiriliyor. Bu yorumu bir dış göz olarak yapmıyoruz. Tersine, taslak hazırlayıcılar bu özelliği kendileri gerekçede yazmış bulunuyorlar. Doğrudan kendi sözleriyle: ‘Son fıkrada (7. fıkra) mahalli idarelere kendi gelir kaynaklarını oluşturma imkânı vermeye açık ve dolayısıyla daha geniş bir ademi merkeziyet alanı sağlamak amaçlanmıştır.’ İyi bilindiği gibi vergi koyma yetkisi ulusal yasama organındadır. Ondan başka hiçbir organ bu yetkiyi kullanamaz. Bu, egemenlik yetkilerinin en önemlilerindendir; taslak, yerel yönetimleri yerel egemen kurumlara dönüştürüyor. Taslak madde 41’de, bu olanaktan başka, yerel yönetimleri tüm yerel gelirlerinde yasal sınırlar içinde hem genel olarak oranları belirleme, hem de muafiyet, istisna, indirim oranlarını belirleme bakımından yetkilendiriyor. Bu yetki TBMM’ye ve çoğu kalemlerde yasanın belirtme siyle Bakanlar Kurulu’na aittir. Günümüzde 26 gelir kaleminden yalnızca 6’sının oranları yerelce belirlenirken, bu hükümle birlikte tüm yerel gelir oranları yerelce belirlenecektir. Bu değişikliğin anlamı, vergilendirmede siyasal kontrolün yerel birimlere devredilmesidir. Böylece yerel birimler, hangi toplumsal sınıf ya da zümreye ne kadar yük ya da nimet sunacağına karar veren siyasal makamlar haline getirilmektedir. Siyaset ve yönetimin odağı başkentten 81 il özel idaresine ve 3225 belediyeye kaydırılmaktadır.” ‘EŞİTLER ARASI İLİŞKİ’ Asgari ücret ifadesi bile yok A KP yeni anayasa değişikliği ile emeği yalnızlaştırmayı amaçlıyor. AKP’nin kimi akademisyenlere hazırlattığı anayasa taslağında “asgari ücret” ifadesi bile yer almıyor. Mali federalizm sistemi Yolİş Sendikası Eğitim Dairesi Başkanı Yıldırım Koç, AKP’nin anayasa taslağının zorla çalıştırmanın önünü açtığını söyledi. Anayasa taslağının çalışma yaşamı ile ilgili bölümlerini irdeleyen Türkiye Yolİş Sendikası Eğitim Dairesi Başkanı Yıldırım Koç, 2004 yılında anayasanın 90. maddesinde yapılan değişiklikle, Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) sözleşmeleri ile iç mevzuatın çelişmesi durumunda, iç mevzuatın TBMM tarafından değiştirilmesine gerek kalmaksızın, çelişen hükümlerin geçersiz sayılması ve uluslararası sözleşmenin doğrudan uygulanması ilkesi getirildiğini anımsatarak “AKP’nin hazırlattığı yeni anayasa taslağında bu düzenleme kaldırıldırılmaktadır. Çalışma yaşamı açısından en büyük ve olumsuz değişiklik, bu düzenlemedir” dedi. AKP’nin anayasa taslağının zorla çalıştırma (angarya) konusunda eski hükmü tekrarlayarak zorla çalıştırmanın önünü açtığını da dile getiren Koç, şu belirlemeleri yaptı: “Taslakta, memur ve sözleşmeli personel statülerinde çalıştırılan lar için çeşitli kısıtlamalar sürdürülmektedir. Örneğin, taslağın 37. maddesine göre, ‘kamu kurum ve kuruluşlarının memur ve sözleşmeli personel statüsündeki görevlileri... siyasi partilere üye olamazlar.’ Bu katı ve çağdışı yasak, tüm kamu çalışanı konfederasyonları tarafından eleştirilmekte ve memurlarla sözleşmeli personelin siyasi partilere üye olma hakkının tanınması istenmektedir. Ayrıca, grev hakkının yalnızca işçiler için tanınıyor olması da Türkiye’nin uluslararası yükümlülükleri ile çelişen bir düzenlemedir. Günümüzde memurlar ve sözleşmeli personel, doğrudan uygulanırlık kazanmış olan 87 sayılı ILO Sözleşmesi sayesinde, şiddet içermemek ve ‘temel hizmetler’ alanında olmamak koşuluyla, grev hakkından yararlanmaktadır. Böyle bir düzenleme, bugün uygulanan bir hakkın ortadan kaldırılması anlamına gelecektir.” Yıldırım Koç, taslağın sendikaşma hakkına da ciddi bir kısıtlama getirdiğine değinerek “Taslağın 47/3. maddesine göre, ‘sendika kurma hakkı, milli güvenlik, kamu düzeni, başkalarının hak ve hürriyetle rinin korunması ile suç işlenmesinin önlenmesi sebepleriyle sınırlanabilir.’ Yürürlükteki yasalar, sendikaların kurulması sonrasında bu nitelikte bir suç işlenmesi durumunda yargı yoluyla sendikaların kapatılabileceğini belirtmektedir. Anayasa ile peşinen bir sınırlamanın getirilmesi sendikal hakların ihlali anlamına gelmektedir” dedi. Taslakta yer alan ve halen de uygulanmakta olan, birden fazla sendikaya üye olma yasağının da sendikal hak ihlali sayıldığını aktaran Koç, şu görüşlere yer verdi: “Anayasa tasarısının 48. maddesinde düzenlenen toplu iş sözleşmesi ve grev haklarında da kısıtlamalar söz konusudur. 1982 Anayasası’nın çağdışı ve sendikal hakları ihlal eden düzenlemeleri sürdürülmektedir. Olumlu tek değişiklik, 1982 Anayasası’nın 54. maddesinde yer alan kapsamlı grev yasaklarına yeni tasarıda yer verilmemiş olmasıdır. Buna karşılık, grevlerin yasaklanmasında veya ertelenmesinde kullanılabilecek önemli bir kapı açılmakta ve ‘toplu iş sözleşmesi ve grev hakları, milli güvenliğin, kamu düzeninin, genel sağlığın, başkalarının hak ve hürriyetlerinin korunması veya suç işlenmesinin önlenmesi amaçlarıyla sınırlanabilir’ denmektedir. Bu düzenleme de hak kısıtlayıcı niteliktedir. Beğenmediğimiz 1982 Anayasası’nın bazı olumlu hükümleri bile yeni taslakta yer almamaktadır. Örneğin, AKP’nin anayasa taslağında ‘asgari ücret’ ifadesi bile yer almamaktadır.” B u sistemin “mali federalizm sistemi” olduğuna değinen Prof. Güler, “Mali federalizm, merkezle vesayet ilişkisi içinde iş görme mantığına sığmaz. Bu, merkezle ‘yerellik/subsidiarite’ yani eşitler arası ilişki gerektirir. Çünkü ‘kendi’ kaynakları üzerinde ‘kendi’ karar organlarıyla tasarruf eden karar mercii için, merkezle ilişkisinin ‘idari federalizm’ çerçevesinde yürütülmesi kaçınılmazdır. Böylece devletin yapısı merkeziyetçilik olarak bilinen üniter ilkeye göre örgütlenmeden, ‘federal ilkeye göre örgütlenme’ye geçer” dedi. Bu hükümleri içeren yeni III. Meşrutiyet anayasasının Prens Sabahattin’in “teşebbüsi şahsi ve ademi merkeziyet” ilkelerini diriltiğine de değinen Güler, “Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın o zamanlar sonuna erdiremeği şey şimdi, 2007 yılında sonuna erdirilmeye çalışılıyor. Ama bir farkla; aradaki sürede elde edilen Cumhuriyet deneyimi ve birikimi, böyle tarihsel bir gericiliğe nesnel olarak izin verebilir görünmüyor” diye konuştu. HAFTAYA: EGEMENLİK VE YARGIDAKİ ANLAYIŞ Gürsu KUNT ANTALYA Bir kadın olarak tüm başarılarını Atatürk’e ve ona duyduğu inanca borçlu olduğunu, Latife Hanım’ın hayatında ayrı bir yeri bulunduğunu, sevgiyi, yalnızlığı, acıyı, mutluluğu doruğuna kadar tattığını, inişli çıkışlı yaşamının kendisini zenginleştirip aydınlattığını anlatan Şen Sahir Sılan, 2002’de yazdığı ilk kitabı “Pişman Değilim”den sonra, “Kendime Sürgün. Bibi’ye Mektuplar” adlı kitabını piyasaya çıkardı. Kızların iyi eğitim alması gerektiğine inanan Sılan, kitabın tüm gelirini de üniversite eğitimi alan genç kızlara bağışlayacak. Saraybosnalı Hamdi Paşa Resulbegoviç’in soyundan gelen 7 dil bilen, 5 enstrüman çalan bir annenin, ilk Büyük Millet Meclisi mebusluğu ve İsmet İnönü’nün özel kalem müdürlüğü yapan bir babanın kızı olan Şen Sahir Sılan bugün 81 yaşında. Sılan, geliri genç kızların eğitimine harcanacak kitabı için, “Bu kitap, anne olmanın Her şeyimi Atatürk’e borçluyum dışında, benim hayatımın ikinci anlamı. Kadınların iyi yetişmesi gerektiğini düşünüyorum. Sonuçta bir erkeği de bir kadın doğurup yetiştiriyor” diyor. Tanin gazetesinde çalışırken Atatürk’le tanışan ve onun çağrısı üzerine, 1921’de milli mücadeleye katılmak için Anadolu’ya giden babası Necmeddin Sahir Sılan’ı vatansever bir insan olarak tanımlayan Sılan, babasının aşklarını “Vatanı, Atatürk, İnönü ve annem” diye sıralıyor. Annesi Cemile’nin de “çağdaş bir kadın” olduğunu anlatan Sılan, o yıllarda bile annesinin saçının açık olduğunu, hiç çarşafa girmediğini vurguluyor. Ekonomik anlamda ciddi sıkıntılar yaşayan, ama Amerika’da tek başına ayakta durmayı da başarabilen Şen Sahir Sılan, Tayvan Başkonsolosluğu’nda işe başlıyor. 3 yıl sonra da New York’taki daimi Türk temsilciliğinde çalışıyor. 1995’te Türkiye’ye dönüyor. 1989’da Antalya’ya yerleşiyor. Amerika’da fotoğraf sanatçısı olan torunu Seze’nin, “Anneanne senin her şeyini öğrenmek istiyorum” demesi, hayat arkadaşının da destek çıkmasıyla, ilk kitabı olan “Pişman Değilim”i kaleme alıyor. 12 baskı yapan kitabının ardından yengesi Ayşe Sılan’a, Amerika’dan yazdığı bir anlamda içini döktüğü mektupları “Kendime Sürgün. Bibi’ye Mektuplar” adıyla kitaplaştırıyor. Kitabın satışının kendisi için çok önemli olduğunu söyleyen Sılan, “Tüm geliri üniversite eğitimi alan genç kızlar için harcanacak. Bir Atatürk kadını olarak hayatımın altın yılını yaşıyorum. Bir insanın okumasına yardımcı olursam ne mutlu bana” diyor. yakupkepenek06@hotmail.com