20 Nisan 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

22 HAZİRAN 2007 CUMA kitap A S I Z P E R T A V S I Z P E R V KULE CANBAZI SUNAY AKIN İstanbul’un müze haritası bu zenginliklerini oluşturdular!?. Şüphesiz ki doğru yanıt ikinci seçenektir. Peki öyleyse, AB’ye üye olmanın yolu müzelerden geçiyorsa, bu müzeleri kim kuracak? Bize yeni müzeleri açacak olanlar kimlerdir? Koç, Sabancı, Eczacıbaşı müzelerini kurdular. İyi de yaptılar. Sahi, kimden bekleyeceğiz yeni bir müzeyi? Duyarlı, esas zenginliğin kültür mirasımız olduğunu kavrayan yeni bir holdingimizden mi? LHAM PERİLERİNE İHTİYACIMIZ VAR Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın kapısından içeri girin ve Akdeniz’de ya da Ege’de bir koya beş yıldızlı bir otel yapmak istediğinizi söyleyin… Paranız yoksa size “Turizmi teşvik primi” diye kredi verilir… Üstelik, beş yıl da vergi alınmaz!.. Aynı bakanlığımızın kapısından içeri girin ve müze kurmak istediğinizi söyleyin!.. Sakin ola ki gözünüzün önüne Atilla Koç’un haberleri gelmesin. Kız Kulesi gibi bir tarihi eserin lokanta olmasına göz yuman Sayın Koç muydu? Sorunu günlük politikalara mal etmek çözümsüzlüğün parçası olmaktır. Sorun, dama oyununda taş yemek değil, satranç oyununda hamle yapabilecek görüşe sahip olabilme sorunudur. Her şey, gökyüzü ile yeryüzünün kızı Mnemosyne’nin Zeus’la yaşadığı dokuz geceden dokuz kızın doğmasıyla başlar!.. Helikon Dağı’nda oturan bu kızlar “Musalar” diye bilinirler. Musalar düşünceyi yönetirler, kavgaları yatıştırırlar, insanlar arasında Barışı sağlarlar. Beyaz, kanatlı bir at olan Pegasus bu dağdan şairlere ilham götürür. Sahi, siz Musalar’ı “İlham perileri” olarak tanırsınız! Müze sözcüğü işte bu dokuz kızdan doğmuştur. Müze sözcüğünün kaynağı “müz”, yani ilham perisidir. Geleceğinizden güven duymak, yarınınıza umutla, güler yüzle bakmak istiyorsanız ilham perilerine ihtiyacınız vardır. İlham perilerini de ancak ve ancak müzelerde bulabilirsiniz. Karanlıktan aydınlığa çıkmak mı istiyorsunuz? Öyleyse bilmelisiniz ki bu yol müzelerden geçer. Bilginin kaynağı, bir toplumun kültür DNA’sı, belleği müzelerdedir. İstanbul 2010 yılında Dünya’nın kültür başkenti!... İstanbul’un müzelerini gösteren bir haritanın hazırlanmamış olduğunu biliyor muyuz? Gelişmiş tüm ülkelerin otellerinde, kentlerdeki müzeleri, evet, yalnızca müzeleri gösteren haritalar verilir misafirlere… İstanbul’un bu büyük, hem de çok büyük ayıbını fark eden kaç sorumlu var ki!?.. C 15 Enis BATUR Küçük nesire övgü: “Evyazı Tahtası” üçük nesir” diye bir şey var, biz pek bilmiyor, tanımıyoruz. Bunu söylerken bir avuç okuru, iki avuç yazarı ayırıyorum. Oysa, Serveti Fünun döneminden, yüzyılı aşkın bir süreden beri “mensur şiir”i iyikötü tanıyoruz. Halid Ziya'nın, Mehmet Rauf'un kitap boyutundaki ürünleriyle sınırlı değilmiş o moda: Derginin farklı sayılarına dağılmış, farklı şair ve yazarların gözdesi olmuş bir ara mensur şiir. 'Moda' dedim ya, küçülterek ya da küçümseyerek hiç değil: Mensur şiir, Aloysius Bertrand'dan doğmuş olsa bile, daha çok Baudelaire'in etkisiyle bütün edebiyatlara biraz bulaşmıştır. “Küçük nesir”, mensur şiirin handiyse ikiz kardeşidir; olsa olsa yumurta ikizi olmadıkları ileri sürülebilir, bunda da belirgin, kesin ölçüler, ölçütler ortaya koyulabildiği söylenemez. Bizim edebiyatımızdaki kimi örneklere daha önce değinmiştim. “Küçük nesir”, bir bakıma TYN'dir de, bana kalırsa. TYN'ye de değindiydim birkaç yıl önce, son dönemde ortayere fırlayan bir kavram: Tanımlanamaz yazınsal nesne'nin kısaltılmışı, besbelli ufo'lardan esinlenerek devreye sokuldu. Sözün özü, “küçük nesir” arada kalmayı sevmiş bir yazı biçimi. Tamıtamına bir “tür” sayılmıyor ya şimdilik, yarının neler getireceği bilinmez tabiî. Okura sorsanız şiir de diyebilir önündeki metne, öykü ya da deneme de. Dahası, melezdir “küçük nesir”, hepsinden bir renk, bir tad devşirmiştir. Her dilin edebiyatının, edebiyat ortamının çatık kaşlı, tatsız, yetkisi kendisinden menkul, parmak sallamaya bayılan komisercikleri vardır. Bunlar “küçük nesir”e de, benzeri 'şey'lere de illet olurlar. Müphem, ele avuca sığmaz, sınıflandırmaya gelmeyen her çıkışa kükremektir işleri. Ciddiyet hastasıdır herbiri. En büyük güçlerinin “böyle şiir olmaz”, “böyle öykü olmaz”, “böyle şey olmaz” diye masaya vurmalarından geldiğine inanırlar. Tarih biraz zalimdir oysa, iki saat geçsin, kimse hiçbirini anımsamayacaktır. “Küçük nesir”, böyleleri üzerinden okur üzerinde de “K gıcık yaratır. Muhalefet yapmadığı halde muhaliftir çünkü. Muhatap almadığı halde rencide eder. “Küçük nesir” yazanlar bir tür tarikat oluşturmuşlardır, meşrepleri biribirine benzer. Atalarını, ağabeylerini, kardeşlerini gönülbağı duyarak izlerler. Zor, zorlu iştir “küçük nesir” yazmak. Kısa bir metin zaaflarını daha çabuk gösterir. Her fazla(dan) unsur göze batar. Bir kıvam tutturma sanatı ister. Edâ, tonlama, soluk ayarı canalıcı önemdedir burada. Teğeller alınmış olmalıdır. “Küçük nesir” yazarı, seçtiği yolun engebeli olduğunu bilir, aldırmaz. Dergiler, yayınevleri tanımlı yazınsal nesne bekler, okuru yokuşa sürebilecek işler için kapılarına genellikle sürgü eklemeyi yeğlerler. Ondandır, sabırlı ve kalender tabiatlı olmayı bilmelidir o yola sapan. Nereden mi çıktı bu “küçük nesir” övgüsü şimdi? Sıkı örneklerinden biri, doğal olarak sessiz sedâsız, önümüze çıktığı için, bugünlerde: Mustafa Akar'ın Evyazı Tahtası (Lamure, 2007 yayını) başlığı altında topladığı tadına doyulmaz “küçük nesir”leri, bir rafta sıkıştırıldığı iki kitabın arasından seslendi sanki, yabancısı olduğu (kendini öyle hissettiği) bir kitapçı dükkânında.Aldım ve okudum, bir defa daha okumadan önce, bana güvenen birkaç okur varsa onlar da arar, bulurlar umuduyla masa başına oturdum. Evyazı Tahtası, “ev” imgesinin etrafında dönen dolaşan 72 parçadan oluşuyor. Evet, “küçük nesir”. Evet, mensur şiir. Evet, deneme. Evet, tekmili birden, pekâlâ roman. Mustafa Akar'ın daha önce Küçük Bir Gökada başlıklı bir şiir kitabı yayımlanmış. 1979 Giresun doğumlu, “küçük nesir”lerinin esin kaynağı olarak hem Giresun evlerini, hem de Benjamin'i ya da Calvino'yu göstermekte sakınca görmüyor. Özgün bir bakış, bir dil, anlatım. Sayfaların arasından ikidebir kuyruklar geçiyor. İsa’nın Kayıp Şifresi/ Henri Loevenbruck/ Çeviren: Ayşe Meral/ Kesit Yayınları/ 368 s. Her şey, çölün ortasında kayıp bir manastırın bombalanması ve bütün rahiplerin öldürülmesiyle başlar. Demien Louvel, on yıldır New York’ta yaşamakta olan bir TV programının yazarıdır. Çok kötü bir hayat sürdükten sonra kokaini ve o yaşam tarzını bırakmaya karar vermiştir. Babasının ölümünü haber alır ve hiç istemeden Paris’e dönmek zorunda kalır. Çocukluğundan beri babasından nefret etmiştir ve cenaze merasimine aslında hiç katılmak istemez. Ancak Paris’e gelip miras meseleleri için babasının avukatıyla görüştükten sonra onun garip şeylerle uğraştığını ve kaza süsü verilmiş bir suikasta kurban gittiğini anlar. Opus Dei ve Acta Fidei gibi Vatikan’a sadakatle bağlı gizemli tarikatların; Bilderberg ve Masonlar gibi gizli örgütlerin bulaştığı olaylar zincirinde kilit noktası Hz. İsa’nın kendisinden sonra gelecek nesillere bıraktığı mesajıdır. Ancak bu mesaj şifrelidir ve olayların hızından başı dönen Demien’in garip birtakım olayların peşine düşmesi de ilk başlarda merak dürtüsünden kaynaklanmaktadır. Ancak daha sonra mesajın kendisi önemli hale gelir. Hz. İsa, insanlığa nasıl bir mesaj bırakmış olabilir ve en önemlisi bu mesajı açabilecek şifre nasıl çözülecektir? Kuvayı Seyyare/ Nurer Uğurlu/ Örgün Yayınevi/ 564 s. Çerkez Ethem kuvvetleri, Milli Mücadele başlarında, düzenli ordu birlikleri kurulmadan önce, ulusal harekete karşı başlayan isyanların bastırılmasında (Ahmet Anzavur, Hilafet Ordusu, Düzce Bolu Adapazarı ve Yozgat isyanları) önemli rol oynamıştır. Bu başarılarından dolayı Çerkez Ethem kuvvetlerine Büyük Millet Meclisi tarafından Kuvayı Tedibiye, Kuvayı Seyyare gibi sanlar verilmiştir ve Çerkez Ethem Ulusal Kahraman ilan edilmiştir. Kardeşleri Tevfik ve Saruhan Milletvekili Reşit Bey’le birlikte Türkiye’de Sosyalizmin kurulmasını savunan Yeşil Ordu’nun kurucuları arasında yer alan ve genel sekreterliğini yapan Çerkez Ethem, daha sonra oluşturulan Türkiye Halk İştirakiyun Fırkasıyla da yakın ilişkiler kurmuştur. Bu kitapta Nurer Uğurlu, Çerkez Ethem ve kuvvetleri üzerine bir inceleme sunuyor. 75. Yılda Türkçenin ve Dil Devriminin Öyküsü/ Şerafettin Turan, Sevgi Özel/ Dil Derneği Yayınları/ 424 s. “Kaynaklara, belgelere, tanıklara dayanarak Türkçeye ilişkin bildiklerimizi, yaşadıklarımızı, olumlu ve olumsuz bakış açılarını aktardık. Atatürk’ün Türk Dil Kurumu’nu niçin kurduğunu, Türkçeyle niçin bu denli yakından ilgilendiğini, TDK’ye verdiği önemi, yazık ki çoğumuz bilmiyoruz. Çünkü bir bütün olan Türk Devrimi gibi Harf ve Dil Devrimleri de ulusal eğitimde yeterince ele alınmıyor, yer bulamıyor.” Bu yapıt, Türkçenin Orta Asya’dan Anadolu’ya uzanan akışını, Cumhuriyet kurulmadan önceki durumunu, Atatürk’ün kurduğu Türk Dil Kuru mu’nun 19321983 arasındaki öyküsünü, 1983’ten sonra olup bitenlerle Dil Derneği’nin doğuşunu içeriyor. Nükleer Destan/ Dr. Hayrettin Kılıç/ Bil Yayınları/ 360 s. “Bu kitap benim son 1718 yıldır yayımladığım makaleleri içeriyor. (...) Nükleer reaktörlerle ilgili sorabileceğiniz her soruya cevap vermeye çalıştım. Çernobil’den tutun Ermenistan’daki Matzamor’dan veya savaş alanlarında şu anda kullanılan, gümüş mermi dediğimiz seyreltilmiş uranyum 338’den yapılan mermilere kadar.” Bu kitapta nükleer fizikçi Prof. Dr. Hayrettin Kılıç, Nükleer Enerji ve açığa çıkardığı sorunlar hakkında bilgiler sunuyor. Bir Devrim İki Darbe 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül.../ Kamil Karavelioğlu/ Gürer Yayınları/ 392 s. Balkan Harbi’nden Galiçya Cephesi’ne, oradan İstiklal Savaşı’nın Büyük Taarruzu’na kadar, 10 yıl askerlik yapan Aksekili Osman Çavuş’un oğullarından Kâmil Karavelioğlu, 1927’de dünyaya geldi. Kuleli’den itibaren geçirdiği başarılı eğitim, öğretim dönemlerinden sonra, 196O’ta, 33 yaşında bir kurmay Yüzbaşı olan Karavelioğlu; Demokrat Parti’nin tekin olmayan gidişine karşı, Türk Silahlı Kuvvetleri içinde gizlice örgütlenen bir avuç idealist ihtilâlci subayın arasına, yakın arkadaşları Numan Esin ve Muzaffer Özdağ aracılığıyla katıldı. Peki; bundan sonra artık, 27 Mayıs 1960 Devrimi yapacak ekibin içindeki Kâmil Karavelioğlu’nu neler bekliyordu? 27 Mayıs 1960 gecesi için yapılan görev bölümünde ona ne düştü? Milli Birlik Komitesi’nin yapısı nasıldı? İhtilâli Türkiye radyolarından duyuran “Güçlü Albay” Alparslan Türkeş nasıl müsteşar oldu, müsteşarlıktan nasıl uzaklaştırıldı? “İlim Heyeti” 1961 Anayasası’nı nasıl hazırladı? İltimaslı paşalar kimlerdi? Milli Birlik Komitesi hangi kanunları çıkardı? Milli Birlik Komitesi’ndeki “daha uzun yönetimde kalalım” diyen 14’ler nasıl tasfiye edildi?. “Muhteris” Albay Talat Aydemir’in lider olduğu Silahlı Kuvvetler Birliği neydi ve neler yaptı? Yassıada’da Yüksek Adalet Divanı’nın verdiği idam kararlarının infazı Milli Birlik Komitesi’nde nasıl oylandı? Silahlı Kuvvetler Birliği’nin Şubat 1962 ve Mayıs 1963 kalkışmaları nasıl önlendi, Talat Aydemir ve Fethi Gürcan neden idama gitti? 12 Eylül 1980 darbesi’nin mucidi Kenan Evren nasıl “Kore Kıdemi” kazandı? Kenan Evren 12 Eylül 1980’den tam iki yıl evvel darbeye nasıl karar verdi? Bunlar ve benzeri pek çok olayın içinde yaşayan Kâmil Karavelioğlu 1961 Ekimi’nde “Tabii Senatör” oldu. 1961 seçimlerinden sonra parlamentonun açılıp hükümetin görev yapmaya başlamasına rağmen hâlâ darbe peşindeki Silahlı Kuvvetler Birliği’nin 2021 Şubat 1962 ve 2122 Mayıs 1963 kalkışmalarına yakından tanık oldu. Aralarında kendi komite arkadaşlarından bazılarının da bulunduğu isyancıların önderleri Talat Aydemir ve Fethi Gürcan’ın idamlarını yaşadı. Ardından yeni, yeni hükümetler, seçimler kargaşa ve kaotik yıllar içinde 12 Mart 1971 Muhtıralı Darbesi’ni, her şeyi “atomize eden” 12 Eylül 1980 Darbesi’ni yaşadı, gördü. Kitap fotoğraf ve kupürlerle zenginleştirilmiş. sman Hamdi Bey ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu’ndan sonra Karun Hazineleri’nin de çalınması ülkenin kültür hayatına bomba gibi düşmüştü!.. Osman Hamdi Bey, kurduğu Arkeoloji Müzesi, Sanayii Nefise Mektebi ya da Nemrut Dağı’nda yaptığı çalışmalarla değil, Kablumbağa Terbiyecisi adlı tablosuyla anıldı. Yakup Kadri Karaosmanoğlu 1933 yılında yayımlanan “Ankara” romanında ihalelerin “yüzde 10”unu cebine atan idarecilere karşı bizleri uyarmıştı. Ama o da eserleriyle değil, adının verildiği “hızlandırılmış tren”in devrilmesiyle gündeme geldi, konuşuldu!.. Karun Hazinesi haberi ise unutuldu gitti!.. Bir millet düşünün ki, ressamlarını bankalarının içi boşaltılınca, yazarlarını trenleri devrilince, antik eserlerini de müzeleri soyulunca anımsıyor! Bir millet düşünün ki, kültür hayatının değerleri hortumcuları, yanlış ulaşım politikaları ve hırsızları sayesinde haber oluyor!.. Müzelerimizin ne durumda olduğu, sergilenen eserler sanki çok umurumuzdaymış gibi ahlanıyor, vahlanıyoruz. 1992 yılında Kız Kulesi’ni Şiir Cumhuriyeti ilan etmiş, içinde şiir kitaplarının, şairlerin el yazmalarının, kalemlerinin, daktilolarının sergilendiği bir müzeye dönüşmesini istemiştim. Eski Şark Eserleri Müzesi’ndeki yazılı ilk aşk şiirinin de Kız Kulesi’ndeki müzede sergilenmesi düşüncesini ortaya atmıştım. Bunların hiçbiri olmadı, Kız Kulesi “kafeterya ve satış merkezi” yapılmak üzere ihaleye açıldı. Daha da kötüsü ihalede tarihi eser şöyle tanımlanmıştı: “900 metrekare inşaat alanı!!!” Bergama’dan sökülerek Berlin’e götürülen Zeus Tapınağı’nı Almanlardan geri istiyoruz. Peki ama neden? Gidip ölçtük mü, Zeus Tapınağı kaç metrekare inşaat alanı? Türkiye’ye geri getirirsek, lokanta olarak hizmet vermeye uygun mudur? Yoksa, tarihi en az Bergama Tapınağı kadar eski olan Kız Kulesi’nin şanssızlığı yurtdışına kaçırılmamış olması mıdır? Hiç kimse kusura bakmasın ama, işte ben bu halimize çok gülüyorum! Bu ülkenin politikacıları, ekonomistleri yıllardır birliklerine üye olmamız umuduyla Avrupa ülkelerine gidip geldiler… Hâlâ da gidip geliyorlar. Hiçbir itirazım yok; umarım başarırlar. Benim merak ettiğim bir şey var; aralarından biri kendine şu soruyu sormuş mudur: Avrupa ülkelerinin yüzlerce müzesi var. Bu milletler önce zengin oldular, ekonomilerini düzelttiler, sonra müzelerinin olmadığını fark edip, paralarla müzelerini mi kurdular, yoksa önce müzeleri açıp, oralardan geçerek mi O İ Sergi, 19 Ağustos’ adek açık Frida’nın 100. yaşı kutlanıyor Kültür Servisi Meksika’nın dünyaca ünlü kadın ressamı Frida Kahlo, 100. doğum yılında Mexico Güzel Sanatlar Sarayı’nda bütün önemli eserlerinin yer aldığı bir sergiyle anılıyor. Kahlo’nun dünyanın çeşitli yerlerinde bulunan 354 tablosu, deseni, gravürü, mektupları, kendi ve yakınlarının fotoğrafları, Güzel Sanatlar Sarayı’nın 8 salonunda sergileniyor. Sanatçının ilk kez bu kadar fazla eserinin bir arada teşhir edilebildiği serginin açılışına Devlet Başkanı Felipe Calderon da katıldı. 14 Haziran’da açılan serginin 19 Ağustos’a kadar açık kalacağı ve 1907’de doğan Kahlo’nun doğumunun 100. ve 1957’de ölen eşi Diego Rivera’nın ölümünün 50. yılı dolayısıyla bu yıl boyunca ulusal düzeyde çeşitli etkinlikler düzenleneceği bildirildi. Resimlerinin büyük bölümü otoportrelerden oluşan Frida’nın 70 tablosundan 50’si, bugün büyük bir Kahlo hayranı olan Madonna’nın koleksiyonunda bulunuyor.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle