25 Kasım 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

12 iyet k l ü m a t Kıbrıs’r ıkıyor ç n e d Türkle C strateji 22 HAZİRAN 2007 CUMA AB, Rumlara mahkum KONULDU AL GÖZÜM SEYREYLE IŞIL ÖZGENTÜRK K Tartışmalı bir şekilde AB’ye üye olan Kıbrıs Rum kesiminin durumuna yeterli tepkiyi göstermeyen Türkiye, ıbrıs, kendisini eşitliğin, adaletin, hukukun Maraş’ta usulsüz alınan tapular üstünlüğünün timsali kabul eden AB nedeniyle tazminat ödemeyi kabul denizinde çifte standartların hüküm sürdüğü bir ada konumuna geldi. Kendi perspektifine etti. Rum kesimi ise Türk tarafındaki almasından sonra AB eliyle Kıbrıs’a yaklaşımı görünce adanın mülkiyetini "Avrupa" eşitliğinin, adaletinin, yavaş yavaş ele geçirme planları demokrasisinin, medeniyetinin getirileceği yapıyor. umut edilmişti ancak Kıbrıs Türkleri gibi Gözde KILIÇ YAŞIN AB’nin kendisi de Rum milliyetçiliğine mahkum oldu. Annan Planı’na ilişkin referandumdan hemen iki gün sonra 26 Nisan 2004’de Avrupa Komisyonunca karara bağlanan "Mali Yardım ve Direk Ticaret" tüzüklerinin Rum engellemesi nedeniyle bir türlü çalıştırılamamasını bir tarafa bırakmak gerekir zira zaten bu yönde bir başarı beklenmiyordu. Kaldı ki siyasi, kültürel, ulaşım gibi alanlarda ki ambargolar yönünden bir değişiklik yapmayacak olan ve ekonomik ambargoyu da sadece AB ile sınırlı olacak biçimde, GKRY’yi de yetkili kılarak ve şartlı kaldıracak olan Doğrudan Ticaret Tüzüğü’nün gerçek anlamda Türkler için bir getirisinin olmadığı da aşikâr. Oyunun içindeki oyun ise KKTC’ye ekonomik açıdan da bir katma değer sağlamayacak olan bu AB ile doğrudan ticaretin karşılığında istenen Maraş ile ilgili. izlenimi yaratmış, kapalı bölge olması da bu yaklaşımı güçlendirmiştir. Rumların, kapsamlı bir çözüm olmaksızın Maraş’ın alınabileceği inancına da yine aynı açıklamalar sebep olmuştu. Hâlbuki Kıbrıs’ta mülkiyet konusunun yeni bir boyuta taşınmasını gerektirdiği gibi Maraş’ın iadesi tartışmasını da rafa kaldıran kimi gelişmeler oldu. Maraş’ın yüzde 90’ından fazlasının iki Türk vakfına; Lala Mustafa Paşa Vakfı ve Abdullah Paşa Vakfı’na ait olduğunu tespit eden Gazimağusa Kaza Mahkemesi’nin 28 Ocak 2002 ve 27 Aralık 2005 tarihli kararları belgeleri ile birlikte kamuoyuna açıklandı.(1) Vakfedilmiş bir malın "hiçbir şekilde devredilemez, satılamaz ve zaman aşımına uğrayamaz" nitelikte olduğu, 1878–1960 İngiliz Yönetimi ve 1960–1974 ortak Cumhuriyet döneminde yasal ve anayasal düzeyde tanınmış olmasına rağmen bu hak korunamadı. Kapsamlı çözüm sağlanmadan Maraş’ın iadesinden bahsedilmesine yönelik yapılan itirazlar, bu belgelerin ortaya çıkarılmasının ardından Maraş’ın iadesinin söz konusu dahi edilmemesi gerektiği şekline dönüştü. Maraş’ın masada tutulmasına yetkililerce yine de karşı çıkılmadı. Üstüne bir de aslında vakıf malı olduğu belgeleriyle ispatlanmış olmasına rağmen evi için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) başvuran Kıbrıslı Rum Mira Ksenidi Aresti’nin davasında bu bilgiler AİHM’ye taşınmadığı için tazminat ödenmesi ve malın iadesi kararı ile karşılaşıldı. Maraş’ta benzer durumda olan beş bin taşınmaz daha olduğu da Aresti’nin avukatı tarafından açıklandı. TÜRKLERİN MALINA EL MARAŞ’A SAHİP ÇIKILDI Maraş zaten içeriği ne olursa olsun her görüşmede ısrarla iadesi istenen bir bölge. Doğrudan Ticaret Tüzüğünün koşulu haline gelmesi ise Aralık 2005 görüşmelerine denk gelir. Yapılan açıklamalar, Türk halkında "bir gün mutlaka Rum Yönetimine terk edilmesi gereken şehir" Rum kesiminde kalmış Türklere ait taşınmazların durumu söz konusu olduğunda ise AB üyesi olmakla Avrupa değerlerine sahip olduğu zannedilen Rum Yönetimi’nin sınır tanımaz çirkin tavrıyla karşılaşıyoruz. Rum saldırganlığı nedeniyle güvenli bölgelere sığınmak zorunda kalan 60 bin Türk güneydeki taşınmazlarını kaybetmişti. Türklere ait 5 bin 500 evin Rum Yönetimi tarafından kuzeyden gelen Rum göçmenlere dağıtılmış olduğu, Türklere ait araziler üzerinde de Rumlar tarafından 6 bin kadar ev yapılmış olduğu ifade ediliyor. Buna Kıbrıs Vakıflar İdaresi’ne ait olan vakıf mallarının büyük bir kısmının 1571’den itibaren kurulan 700 vakfın adet olarak yüzde 44’ünün(2) Rum tarafında kalmış olduğu bilgisinin de eklenmesi gerekir. Terkedilmiş Türk köylerinde "taş üstünde taş kalmadığı"nı ise yine bir Rum gazetesi olan Politis’ten öğreniyoruz. Güney Kıbrıs’ta bulunan Türklere ait taştan evlerin yağmalandığını, yeni yapılan villalarda kullanılmak üzere evlerin yapımında kullanılan taşların tanesi 1.5 KL’den satıldığını, köşeleri oluşturan taşların ise 10 KL’ye kadar alıcı bulduğunu, Finike, Dereboyu, Kuşluca, Gündoğdu, Faslı ve Çakırlar başta olmak üzere pek çok Türk köyünün talan edildiğini okuyoruz. Rum gazetesindeki haberin en ilginç yanı ise bu yağmadan Rum polisinin ve "Kıbrıs Türk Malları Vasiliği"nin haberdar olduğunu ifade etmesi. Çünkü haberin yapılmasından iki gün sonra Rum Yüksek Mahkemesi, Rumlara verilen taşınmaz mallarının iadesini isteyen Türklerin davasını "mallarının idaresinin Rum İçişleri Bakanlığı bünyesindeki "Kıbrıs Türk Malları Vasiliği"nde olduğu" kararıyla sonuçlandırıyordu. Türk mallarının kesinlikle güvenli ellerde olmadığı açık ancak bunu uluslararası camiaya duyuracak iradenin varlığı tartışılır. Sevdiğim işi yapabilme hakkımı talep ediyorum! ugünlerde üniversite adayı gencecik bir kız olsam, hiç kuşkunuz olmasın çoktan elimde pankart Ankara yollarına düşmüştüm. Pankartımdaki yazı şu olurdu: “Sevdiğim işi yapabilme hakkımı talep ediyorum!” Yoksulluğun, işsizliğin tavan yaptığı, seçim sisteminin tüm falsolarının ayan beyan ortaya çıktığı, akla karanın birbirine karıştığı şu günlerde, böyle bir talep, biz yaşını başını almış olanları şaşırtabilir, hatta “ne oluyor yahu, memleketin bu kadar sorunu varken, bu da ne demek?” diye içimizden söylenebiliriz. Ama kazın ayağı öyle değil, bugün yoksulluk, işsizlik kadar önemli ve acilen çözülmesi gereken dev bir sorun var. Bu ülkede insanlar eğitimin çarpıklığı ve toplumsal baskı nedeniyle girdikleri ve yaptıkları işlerden hoşnut değil, bu nedenle insanların çoğunun yüzü gülmüyor, çoğunun işlerine dair, hiçbir beklentileri yok. Dünyanın bütün büyük filozoflarının mutluluk kavramı konusunda hemfikir oldukları bir bilgi vardır: “Dünyadaki mutluluk iki şeyle mümkündür: sevdiğin işi yapmak ve sevdiğin biriyle yaşamak.” Mutluluk için gerekli olan ikinci koşul çokça bizim becerimize kaldığı için bu konuda pankart açmamız pek yakışık almaz, ama “Sevdiğim işi yapabilmeyi talep ediyorum!” sloganı, yediden yetmişe hepimiz için geçerli. 1 milyon 640 bin genç insanın hayatlarını belirleyen ÖSS’den sınavından çıktıkları ve “acaba nereye kapak atacağım?” sorusunu sordukları şu günlerde, “sevilerek yapılan iş kavramı,” daha da bir önem kazanıyor. Kim bilir gene kaç kişi istemeden kimya mühendisi, kaç kişi işletmeci, kaç kişi eczacı olacak. Belki biri gastronomi okumak istiyordu, bir başkası peyzaj mimarı olmak, bir diğeri o dağ senin, bu ova benim maden aramak istiyordu. Kim bilir... Bu konu gerçekten hepimizin tahmin ettiğinden çok daha önemli. Altı yıllık sinema atölyesi hocalığım sırasında bu gerçek defalarca masaya geldi. Her meslekten genç, orta yaşlı, yaşsız olarak nitelendirebileceğim öğrencilerim, bu sorunla ilgili pek çok çalışma yaptılar ve doğal olarak kendilerinin ve çevrelerindeki kişilerin mesleki kaderlerini ve bu kaderin getirdiği yaşamı didik didik ettiler. Şimdi bir örnek vermek istiyorum; diliyorum bir yerlerde ÖSS kıskacında kıvranan bir gencecik insan bu örneği okur ve birden yaşasın “çözdüm” diyerek çığlıklar atmaya başlar. Bir kişi bile yeter. Galatasaray Üniversitesi öğrencisi Esra’nın atölyeye getirdiği öykü şöyleydi. “Eda son derece disiplinli, çalışkan bir öğrencidir. Başarılıdır ve hayata karşı her zaman meraklıdır. Dayısının ona armağan ettiği fotoğraf makinesiyle her yere girip çıkmak ve insan fotoğrafları çekmek onun vazgeçilmez bir tutkusudur. Eda o yıl ÖSS’ye girer ve soluğu kuzenlerinden birinin işlettiği kıyı kasabalarından birindeki dalış okulunda alır. Bir ara dalış sertifikası olduğu için dalış okulunda çalışmaya başlar. Bu arada National Geographic dergisinden bir grup oraya sualtı fotoğrafları çekmek için gelir. İçlerinde bir kadın fotoğrafçı vardır. Zaman içinde Eda kadın fotoğrafçının asistanı olur. Çalışmalar sırasında kimi zaman kadına hayranlık duyar; kimi zaman onun aile, yerleşik bir düzen gibi kavramları reddetmiş olmasını yadırgar, hatta onu içten içe suçlar. Yaz geçer, fotoğraf ekibi işini bitirip döner ve fotoğrafçı kadın Eda’ya sualtı fotoğraf makinelerinden birini armağan eder ve bir kart verir; bir gün canı bu işleri yapmak isterse başvurabileceği bir adrestir bu. Eda da İstanbul’a döner; ÖSS sonuçları açıklanır; Eda iyi bilinen bir üniversitenin işletme bölümünü kazanmıştır. Aile ve arkadaşları bayram eder, Eda da heyecanlanır. Sadece bir kız arkadaşı Eda’ya ‘gerçekten işletme okumak isteyip istemediğini’ sorar. Eda ilk kez bu soruyla karşılaşmıştır.” Hikâye burada biter, bundan sonrası herkesin geliştirebileceği pek çok sona açıktır. Öyle de oldu ve tam on kişi ayrı bir Eda hikâyesi getirdi. Kiminde Eda işletme okudu, başarılı bir iş kadını oldu, ama bir travma onun yaşamını sorgulamasına yol açtı ve Eda, kadın fotoğrafçının ona armağan ettiği ve uzun süredir kullanmadığı fotoğraf makinesini alıp yollara düştü. Kiminde Eda tüm baskılara rağmen işletme okumadı; çıraklıktan başlayıp fotoğraf sanatçısı oldu.Yoksulluğu ve desteksiz ayakta durmanın ne kadar zor olduğunu anladı ve bütün bunlara rağmen başarmanın keyfini yaşadı. Çok dramatik hikâyeler de vardı; birinde Eda yaşamının nasıl başkaları tarafından yönlendirildiğini anlayıp derin bir bunalıma girdi ve intihar etti. Bu en uç hikâyeydi. Bu örneği çoğaltabiliriz, çevrenize bakın ve bir kere daha düşünün! Acaba siz nasıl bir yaşam istiyorsunuz? Hiçbir zaman, hiçbir şey için geç değildir. “Sevdiğim işi yapabilme hakkımı talep ediyorum!” diyenlerin yolu açık olsun. Sevgiler! B ‘UTANÇ BELGESİ’ KKTC’de kurulan Mal Tazmin Komisyonu’nun AİHM tarafından iç hukuk yolu olarak tanınmasının yarattığı mutlu şaşkınlıktan olsa gerek mahkemenin hem hak ihlalini tanıdığı hem bundan Türkiye’yi sorumlu tuttuğu ve Türkiye’yi tazminata mahkum ettiği yani muhatabın Türkiye olduğu hem de aslında iadesine karar verilen mülkün Türkün öz malı olduğu üzerinde durulmadı. Üstelik AİHM, benzer şekilde çözülmek şartıyla sırada bekleyen 1400 davayı, Türkiye’nin alt idaresi olarak gördüğü KKTC’deki Tazmin Komisyonuna havale etmiş oldu. Son birkaç haftadır GKRY’de yaşanan telaşlı hareketliliğin bir nedeni de buydu. Rum Yönetimi, varlığını kesinlikle reddettiği KKTC’ye ait herhangi bir kuruma vatandaşlarının başvurmasını "sahte devletin statüsü yükseltilmesin" gerekçesiyle ve tüm adanın egemeni olduğu iddiasıyla tabiri caizse yasaklamıştı. Nitekim KKTC Mal Tazmin Komisyonu’nun karara bağladığı 22 başvuru sahibinin isimleri "utanç belgesi" adıyla Rum SİGMA TV ile aynı gruba ait Simerini gazetesinde açıklanınca da "hain" avcılığı başlamış oldu. Hatta uluslararası camiaya BM ve AB nezdinde çağrıda bulunuldu. ADALET MÜLKÜN TEMELİDİR Aynı kararında Rum Yüksek Mahkemesi "Kıbrıs sorunu çözülmeden Türklere mal iadesi yapılamayacağı"nı da belirtiyordu. Hâlbuki aynı mahkeme 24 Eylül 2004’te Rum Yönetimini dava eden bir Türkü haklı bularak evinin ve bahçesinin iadesine karar vermişti. O zaman karara karşı çıkan ise Rum Kesimi İçişleri Bakanı Andreas Hristu olmuştu ve "Kıbrıs sorunu çözümlenmediği sürece Güney Kıbrıs'taki hiçbir Kıbrıs Türk malının devrinin söz konusu olmadığını" söylüyordu. Geçen zamanda "yargı"nın, "yürütmeye" yani Papodopulos’un sarsılmaz hedeflerine uydurulmuş olduğu anlaşılıyor. Papadopulos iyi biliyor ki mülke sahip olan adaleti lehine çevirir. Biliyor ki mülkiyet sorununu BM’nin kapsamlı çözüm arayan planları haricinde çözebilir. Ve biliyor ki bunu, karşılığında hiçbir şey vermeden de yapabilir. Hukuku lehine çevirmek için uygun koşulları yakaladığının farkında. Birleşik Kıbrıs’a ulaşmak için istenilen her şeyi koşulsuz yerine getirmeye çalışanların karşılarındaki yapıyı iyi anlaması gerekir; Rum Yönetimi acele etmiyor ve devletinden vazgeçenlerin toprağını da, malını da, egemenliğini de, kimliğini de zamana yayarak, yavaş yavaş ve sabır karşılığında ele geçirebileceğini fark etmiş durumda. Dipnotlar: 1 Ata AtunSema Sezer, "Maraş’ı Kimse Veremez", Cumhuriyet Strateji, 20.02.2006 2http://www.devletarsivleri.gov.tr/yayin/osmanli/kib risveb/birincibolum/kibrisvakiflaritarihi.htm Papadopulos Türkiye’ye ilişkin felaket senaryosunu gündeme getiren Hudson Enstitüsü’nün geçmişi karanlık ‘Karanlıklar Prensi’ yine gündemde Bahadır Selim DİLEK ABD’deki muhafazakâr düşünce kuruluşu Hudson Enstitüsü’nün arkasından BOP’un fikir babalarından olan eski Savunma Bakan Yardımcısı Richard Perle çıktı Karanlıklar Prensi olarak anılan Richard Perle ABD Başkanı George W. Bush’un ve yönetimdeki Yeni Muhafazakâr kadronun akıl hocası olarak da biliniyor. ANKARA Türkiye’ye ilişkin felaket senaryolarının basına sızdırılmasıyla, AKP’nin askeri hedef alan açıklamalarına zemin hazırlayan ABD’deki muhafazakâr düşünce kuruluşu Hudson Enstitüsü’nün arkasından Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) fikir babalarından olan ve özellikle Ortadoğu’ya ilişkin yaklaşımları nedeniyle “Karanlıklar Prensi” olarak bilinen ABD eski Savunma Bakan Yardımcısı Richard Perle çıktı. ABD Başkanı George W. Bush’un ve yönetimdeki Yeni Muhafazakâr (NeoCon) kadronun akıl hocası olarak bilinen Perle, Hudson Enstitüsü’nün mütevelli heyetinde yer alıyor. Türkiye’ye ilişkin adeta kâbus senaryolarının ele alındığı toplantının basına sızmasının ardından Hudson Enstitüsü’nün yapısına ve faaliyetle rine ilişkin tartışmalar da gündeme geldi. Bu bağlamda söz konusu düşünce kuruluşunun küresel anlamda ciddi bir karanlık ilişkiler ağı içinde olduğu ortaya çıktı. Edinilen bilgilere göre, Hudson Enstitüsü’nün en önemli seksiyonlarından biri olan Ortadoğu bölümünün başında ise aynı zamanda, İsrail kökenli Ortadoğu Medya Araştırma Merkezi’nin (MEMRI) kurucusu Meyrav Wurmser bulunuyor. ANIŞMANLIK DA YAPMIŞTI İsrail askeri istihbaratında 30 yıla yakın çalışmış olan Albay Yigal Karmon ile birlikte MEMRI’yi kuran ve “Amerika’nın Saddam’ı Yenmekteki Başarısızlığı” adlı kitabın yazarı David Wurmser’in karısı olan Meyrav Wurmser’in İsrail istihbaratına halen D en yakın isimlerden biri olduğu biliniyor. Bunların yanı sıra Wurmser’in, 1996 yılında İsrail aşırı sağcı Likud hükümetine, barış girişimlerini bırakması, Türkiye ve Ürdün ile işbirliğine giderek Irak ve Suriye’ye savaş açılması yönünde rapor yazan ekip içinde de yer almış olması da dikkat çeken bir başka nokta olarak gösteriliyor. Karmon’un da aynı zamanda İsrailli devlet adamları İzak Şamir ve İzak Rabin’e terör konusunda danışmanlık yapmış olması da dikkat çekerken, Hudson Enstitüsü ile MEMRI arasındaki ilişki, ABD yönetimindeki Yeni Muhafazakârların, medya politikalarını nasıl şekillendirmekte olduğunu da gözler önüne seriyor. Hudson Enstitüsü ile yönetim anlamında organik bağı bulunan MEMRI, Londra, Berlin ve Batı Kudüs’te merkezleri aracılığı ile başta Arap dünyası, Avrupa ve İngiltere’de yayımlanan Arapça gazeteleri takip ederek, söz konusu gazetelerde yer alan, “kendine göre önemli makaleleri ve haberleri” İbranice, İngilizce, Almanca, Fransızca ve İtalyancaya tercüme ederek abonelerine ve özellikle İsrail’in resmi kurumlarına servis ediyor. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da, 3 Kasım seçimleri öncesinde ABD’ye yaptığı ziyaret sırasında Hudson Enstitüsü’nün mütevelli heyetinde yer alan Perle ile gizli bir görüşme yapmıştı. Erdoğan bu görüşmede Perle’e AKP’nin ABD’nin Irak politikasını desteklediğinin güvencesini vermişti. ABD’nin Irak’ı işgaline kuvvetle destek veren Perle, ABD Savunma Bakanlığı’ndaki 17 yıllık görevinden 2004 yılında istifa etmişti. isilozgenturk@gmail.com
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle