19 Nisan 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

22 HAZİRAN 2007 CUMA tarihçe BRÜKSEL GÜNLÜĞÜ ELÇİN POYRAZLAR Osmanlı’nın yeni düzeni Erdoğan AYDIN C 13 Cinayet Kurguları İ stanbul’un fethiyle birlikte, 1125 yıllık imparatorluğun manevi mirası Osmanlı’nın eline geçmiş oluyordu. Kuşkusuz ele geçirilen devlet, gerçek bir imparatorluk olmaktan uzun zamandır çıkmıştı. Şehrini son ana kadar savunup Fatih’in ifadesiyle bir “kahraman” olarak ölen Konstantin’den kalan şey, gerçekte bir imparatorluk değil, çağının en büyüğü de olsa harabeye dönmüş bir şehirdi. Ancak bu harabe halinde bile O, II. Mehmet’in dünya çapında kabul gören bir imparator haline gelmesini sağlayan manevi bir güce sahipti. Özetle çağ açıp çağ kapatmamıştı İstanbul’un fethi, ama Osmanlı’nın, hem Hıristiyan hem Müslüman devletler nezdinde büyük bir etkinlik elde etmesini sağlamıştı. Döneminin zaten en büyük güçlerinden biri olan Osmanlı, bu fetihle birlikte, bir imparatorluk olarak rüştünü bütün dünyaya kabul ettirmişti. O ana kadar güçlü ve yayılan önemli bir devlet olmakla birlikte Osmanlı, gerek dünyadaki etkisi gerekse de iç kurumlaşmasıyla bir dünya devleti değildi. İstanbul’un fethi sonrasında ise, Hıristiyan ve Müslüman tüm devletler nezdinde büyük bir önem kazanacak, kendi içinde gerçekleştirdiği reorganizasyonla da imparatorluk haline gelecekti. Bu etki sıçraması ve reorganizasyonun manevi temeli, ekonomiksiyasal bir güç olmamasına karşın, dünyanın en büyük imparatorluğunun mirasçısı olan bu efsane şehrin, bu “kızıl elma”nın ele geçirilmesiydi. Bu niteliği nedeniyledir ki İstanbul’a sahip olmak, içeride ve dışarıda Osmanlı’nın anlamını değiştiren bir işlev görüyordu. Ama fethin asıl etkisi içeride gerçekleşecekti. İstanbul’un fethini yabancı gözüyle anlatan bir resim... kendileri dışında bir iktidar gücü istemiyorlardı. Buna karşın önce savaş beyi sonra da feodal mülk sahipleri olarak başından beri Osmanlı’da kurucu rol oynamış olan beyler ise, devletin artık yayılmacı politika izlemekten vazgeçmesini, ama buna karşılık tahta olan fiili ortaklıklarının pekiştirilmesini, yani Avrupa’dakilerin benzeri bir iktidar sistemi kurulmasını istiyorlardı. Bir başka güç olan şeriatçı ulema ise, bu saflaşmada fetih eksenli bir yaklaşımla devşirmelerden yana tutum alıyordu. İşte İstanbul’un fethi bu iktidar kavgasında kritik bir etken oluşturacaktı. Zağanos ve Şehabettin Paşaların temsil ettiği birinciler, bütün planlarını fetih üzerinden elde edecekleri güç ve bu güçle ötekileri tasfiye üzerine kuruyordu. İkinciler ise, zaten Osmanlı’ya haraç ödeyen şehrin fethine gereksinim duymuyor, ama iç egemenlik alanının yeniden düzenlenmesini talep ediyordu. Bu güç kavgasında II Murat, Çandarlı ile uyumlu davranmıştı; II. Mehmet ise Devşirmelerin “adamı” olarak iktidara yükselmiş ve kaderini fethe bağlamıştı. bilme ve iktidar ortağı olma gücü elde ediyorlardı. Öyle ki, özel “arazilerden sağlanan gelirler, tımarlardan sağlananların birkaç katını buluyor, genellikle en az 170 bin akçe tutuyordu.” (E. Werner, Büyük Bir Devletin Doğuşu, c.2. s.141) Esasen gelinen bu kritik eşikte Osmanlı, ya bu feodal beylerin çıkar ve istekleri doğrultusunda padişahın otoritesini zayıflatma pahasına daha barışçıl bir dış siyaset ve daha feodal bir iç düzene geçecekti; ya da Fatih’in yapacağı şekilde bu beylerin ekonomik ve siyasi güçlerini dağıtarak merkezi, savaş temelli imparatorluk kurumlaşmasına gidecekti. Özetle bıçak sırtı bir durum sözkonusuydu ve bu dengenin ilelebet sürmesi olanaksızdı. İstanbul fethedilmemiş olsaydı feodallerin bu kapışmayı kaybetmesi olanaksızdı. Ancak İstanbul’un fethinden sonra Osmanlı’da dengeler değişecekti. Nitekim Fatih, Türk Müslüman kökenli bu beylerin topraklarına el koyarak radikal bir güç tasfiyesine gidecek, onlardan kalan boşluğu da Bizans’tan ele geçirdiği bürokratik birikimle desteklenen kapıkullarınca dolduracaktı. Mutlak bir iktidarın gereği olarak Fatih, son veziri Karamani Mehmet hariç hepsi de dönme/kul ehlinden oluşan bir yönetim kurumsallaşması kuracaktı. Bu sayede “eski ailelerin devlet idaresindeki nüfuzu bertaraf edilmiş ve padişahın emir ve arzularına mutlak surette tâbi kimselerin devletin başına getirilmesi” dönemi başlamış olacaktı. Fatih’in devri, padişah ile vekili mutlakı arasındaki münasebetler bakımından dikkate değer bir değişikliği ifade etmektedir. (H. İnalcık, İslam Ansiklopedisi, 7. Cilt, s.511) “Mutlakiyetçiliğin ve merkeziyetçiliğin bir vasıtası olan gulâm (kul/köle) sistemi, XVI. asırda uç düzeyine varmak üzere Fatih devrinde idarede ve orduda hakim bir duruma geçmiştir.” (H. İnalcık, age., s.513) UTLAKLIĞIN KURUMSALLAŞMASI Fatih bu devlet tarzıyla kendi iktidarını mutlaklaştırır ve karşısında kuvvet bırakmazken devşirmelerden seçtiği devlet yöneticilerinin alta karşı yetkilerini de arttıran, tam anlamıyla despotik bir rejimi kurumsallaştırmış oluyordu. Bu bağlamda örneğin “Veziri azamın kudretini arttırarak onu devletin tek amiri haline getirmiş, ancak hükümdar karşısında rolünü hiçe indirerek devlet idaresindeki merkezciliği ve mutlaklığı daha da koyulaştırmıştır.” (A. Mumcu, Siyaseten Katl, s.38) Kuşkusuz Fatih’in bey topraklarını devletleştirmesi, kimi tarihçilerin kurduğu yanlış paralelliklerle “ilerici” bir şey olarak düşünülmemeli. Çünkü sözkonusu o değişim, beylerin elinde biriken toprakların despotik ve devşirme devletin elinde tekelleşmesinden başka bir anlama gelmiyor, dolayısıyla bu işten halkın çıkarı olmuyordu. Yani feodal beyin insafından “kurtarılan” köylüler merkezi devletin reayası, kulları haline geliyordu. Ne için? Daha etkin bir saldırı mekanizmasına daha çok ve disiplinli asker olmak ve devletin temsilci memurları durumundaki sipahilerin daha etkin bir vergi aktarım mekanizması haline gelebilmeleri için. Özetle halk açısından bu iki durumun temelde bir farkı yoktur. Üstelik bu yeni durum (sonraki hafta göreceğimiz gibi), Osmanlı’nın fetih kapasitesini arttırmasına karşılık üretim eksenli gelişim dinamiğini kaybetmesi ve sonraki yüzyıllarda geri kalmasının da nedenine dönüşecektir. Özetle bu değişimin sonucu olarak köylüler feodalin “sürü”sü olmaktan “kurtarılırken”, devletin “sürü”sü haline getirilmiş oluyordu. Bunun anlamı ise, Fatih döneminden başlamak üzere artan bir üretim zaafı, sürekli enflasyon altında ezilme, savaşlardan savaşlara koşturarak ölme ve öldürme, ötekine karşı “Ali kıran baş kesen”, devlete karşı ise “kul/köle” ruhlu bir toplumsal dönüşüme, bir toplumsal erozyona uğramaktı. M KIRAN KIRANA MÜCADELE Fetih öncesi Osmanlısında bir ikili iktidar sözkonusuydu. Veziri azam Çandarlı Halil Paşa, II. Mehmet’in, sadece çok genç olması nedeniyle değil, ekonomi ve siyasal gelenekte muktedir olan bir gücün temsilcisi olması nedeniyle iktidarın ortağı durumundaydı. Fetihle birlikte II. Mehmet, işte bu iktidar paylaşımına son verecek mutlak bir otorite elde edecekti. Bu otoritenin ilk tescili ise, önceden de belirttiğim gibi Çandarlı’nın öldürülmesi olacaktı. Bu tasfiyenin kişisel bir sorun olduğu düşünülmemeli. Aksine bu iki muktedirin şahsında yaşanan mücadele, iki farklı güç odağının çıkar çatışmasıydı. Bu bağlamda Çandarlı’nın tasfiyesi, daha sonra sayısız örneğini göreceğimiz vezir öldürmelerinden nitelik farkla, siyaset ve ekonominin yeniden yapılandırılması girişimiydi. Nitekim bu öldürmeyi, ekonomi ve devletin yeniden düzenlenmesi izleyecekti. Durumu daha doğru anlamak için, fetih öncesi Osmanlı iktidar mekanizmasındaki saflaşmayı görmek gerek. Osmanlı’nın büyüyen egemenliğiyle birlikte iyice palazlanmış iki gücün, iktidarı belirlemek üzere birbirlerine karşı yürüttükleri kıran kırana bir mücadele yaşanıyordu. Bunlardan birincisi, toplumsal dayanakları olmadığından varlıkları tahtın mutlak gücüne bağlı olan devşirmeler iken, ikincisi ise, ciddi bir toplumsal ve ekonomik güce sahip olmalarıyla merkezi sınırlayabilen feodallerdi. Zamanla devletin tüm yönetim birimlerinde etkin bir konum elde eden devşirmeler, kendilerine olan gereksinimi arttıran yayılmacıfetihçi bir dış politika savunuyor ve padişahın etrafında merikan “düşünce kuruluşu” Hudson Enstitüsü’nün bir toplantısında Türkiye’ye yönelik felaket senaryoları tartışıldığı iddia ediliyor. İddialara göre Türkiye için suikastlar, terör eylemleri, savaş biçilmiş bu senaryoda. Tek sözcükle cinayet kurguları. Bazı olayların önünü açabilecek, kimilerine fikir verebilecek, kimilerine örnek oluşturacak.. Kısaca “biz demiştik” dedirtecek. ??? Akademik ya da lobi çalışmalarının yapılmasını beklediğiniz bir kuruluşun cinayeti kurguladığını öğrenmek “düşünce kuruluşu” kavramının zaten akıllarda kuşku yaratan niteliğini iyice bozuyor. Düşünce kuruluşu ya da ThinkTank denince aklıma bir binanın içinde masa başında bütün gün düşünen insanlar geliyor. “Ne işle meşgulsünüz?” “Profesyonel düşünücüyüm efendim” Söz konusu kuruluşun tüm düşünücüleri bir araya gelip toplantılar yapıp düşündüklerini yazıp kamuoyu ya da siyasetçilerle paylaşıyorlar. Bu kuruluşlarda çalışanların hiçbiri düşünür ya da filozof değil ve olmak gibi bir hedefleri de yok. Hayat değil onları ilgilendiren, reelpolitika gelişmeleri ve bu güncel politikayı kendilerine maaş veren kişi, şirketler ya da oluşumların çıkarlarına göre yönlendirmek. Yani orada çalışanlar kendi adlarına, insanlık adına ya da ülke yararı adına düşünmüyorlar. Onlar için düşünme alanları işverenlerinin o günkü politik çizgisine göre belirleniyor. ??? Böylesi bir kuruluşta çalışırken kibar bir söylemle “düşün düşün, nicedir sonun” deyişinin ima ettiği sapmaları yaşayabilir kişi. Savaş çağının getirdiği “sı A kıcı ölümler” onlara yetersiz hatta tatsız da gelebilir. Amerika’da yaşıyor olmanın getirdiği “polisiye heyecanla” komplo teorilerine de kayabilir düşünücü. Ancak bu kişisel bir akıl sapması değil de bazı üst düzey siyasi oluşumların niyetlerinin bir göstergesi ya da ağız yoklamasıysa o zaman iş düşünme ve “beyin fırtınası” etabını aşmış, cinayet kokan tehlikeli bir boyuta ulaşmış demektir. ??? İşte o anda, efendilerin ülkesinde masa başına toplanmış bir avuç insanın dünyanın başka bir köşesindeki insanların siyasi tercihlerini, hayatlarını hatta ölümlerini kurgulama hakkını kendinde görmesine ve bunu medyatik bir biçimde kullanmasına kızmamak ve yakalarına sarılmamaktır hata olan. Bunlara “deli saçması” diyerek geçiştirmek de mümkündür. Deli saçması olarak gerçekten kabul ediliyorsa benzerlerinin hatta daha berbat örneklerinin yaşandığı Türkiye’de bu cinayet kurgusu felaket telalığı göreviyle basına malzeme olarak sunulmamalıdır. Durum böyleyse ki böyledir, o halde kurgunun bir şekilde işlemeye konduğunun farkına varmak gerekir. ??? Düşünce özgürlüğünün sınırında cinayet bulunur. Bu duruma özel olarak düşünce kuruluşu giysisi altında hangi odakların barındığı araştırılmalıdır öncelikle. O zaman bu siyasi güçlerin maskeleri düşecek, kurguların altındaki asıl amaçlar gün ışığına çıkacaktır. “Dervişin fikri neyse zikri odur”. Zaman, Türkiye ile ilgili düşünme tekelini başkalarının elinden alıp kendi işimiz haline getirme zamanıdır. elcpoy?yahoo.fr Prenses’le Türk doktora büyük sürpriz Londra`da evde bakıma muhtaç hastalara hizmet veren ‘Trust for Carers’ için düzenlenen özel bir yemekte, geçtiğimiz yıl Kraliçe Elizabeth’den “Üstün Hizmet Ödülü” alan doktor Teoman Sırrı, doktorluğunu yaptığı MANSIONS firmasının yardım zarfını Prenses Anne’e takdim etti. İçindeki yardım mikarından haberi olmayan Sırrı ile zarfı açan Prenses Anne 500 bin sterlinlik çekle karşılaşınca büyük sürpriz yaşadılar. Mustafa K. ERDEMOL İngiltere Kraliyet ailesinin en tanınmış üyesi olan Prenses Anne ve düzenlediği özel yemeğe davet ettiği Kraliçe’den Üstün Hizmet Ödüllü Türk Dr. Teoman Sırrı büyük bir sürpriz yaşadılar. Dr. Teoman Sırrı, evde bakıma muhtaç hastalara hizmet veren “Trust for Carers”in yardım yemeğinde, doktorluğunu yaptığı MANSIONS şirketinin gönderdiği yardım zarfını Prenses Anne’ye teslim etti. Prenses Anne’nin davetliler önünde açtığı zarftan 500 bin sterlinlik çek çıktı. Yarım milyon sterlin yardım çeki hem Prenses Anne’e hem de zarfı getiren Türk doktora büyük sürpriz oldu. İngiltere’de, evde yardıma muhtaç hastaların bakımına destek olmak amacıyla Prenses Anne’nin öncülüğünde kurulan “Trust for Carers”in yardım yemeğine davet edilen Kraliçe Üstün Hizmet Ödülü sahibi Dr. Teoman Sırrı, yemeğe giderken doktorluğunu yaptığı MANSIONS şirketinin yönetimi tarafından kendisine bir zarf verildiğini ve bu zarfı Prenses’e yemekte takdim ettiğini kaydetti. Eşi Dr. Esin Sırrı ile birlikte katıldığı yemekte, yardım çekinin yer aldığı zarfı Prenses Anne’nin davetliler önünde açtığını ve 500 bin sterlinlik çek çıktığını belirten Dr. Sırrı, “çekte yazılı rakam benim için de Prenses için de sürpriz oldu. Doktorluğunu yaptığım şirket yemeğe giderken zarfı elime tutuşturmuştu. Yarım milyon sterlinlik bir çek olduğundan haberdar değildim. Yemekte büyük bir sürprizle karşılaştım” diye konuştu. FEODALLERİN TASFİYESİ Yaşanan çatışmanın nasıl sonuçlanacağı meselesi Osmanlı’nın bundan sonraki yönelimlerini de belirleyecek bir önem taşıyordu. Birincilerin kazanması devşirme ve merkezi bir yapının kurumsallaşmasını, ikincilerin kazanması ise Osmanlı’nın feodalleşmesini ve Manga Carta’sını üretecekti. Özetle resmi tarihlerimizden öğrenemeyeceğimiz kritik bir süreç sözkonusuydu. Nitekim fetih öncesi, Osmanlı düzeninin temeli olan miri sistem giderek beylerin özel mülkleri karşısında ikincil plana düşmeye başlıyordu. Böylece kendi ekonomik ve siyasal konumlarını arttıran mülk sahipleri, toprakları üzerindeki kullanım haklarından gelen güçle Padişaha karşı özerkleşe Hükümdarın ve devşirme Osmanlı Devleti’nin iradesini mutlaklaştıran bu durum, giderek daha da artmak üzere toplum üzerinde büyük bir tahribat yaratacaktır. “Vatandaşın devlet karşısında hiçbir değerinin olmaması, onu zaman zaman korkak, haklarını almayı ve korumayı bilemez hale getirmiş; zaman zaman da devleti hiçe sayma ve ona her fırsatta baş kaldırma yoluna itmiştir. Birinci hal insanın devletin kölesi olmasını gerektirmiş ve bu tabasbus her türlü gelişmeyi engellemiştir...” (A. Mumcu, Siyaseten Katl, s.207) Fatih’in bu politikasının gelişimine bağlı olarak güvencelerini yitiren feodaller, topraklarının mülkiyetini vakıf düzenine geçirerek onları padişahın elkoymasına karşı güvenceye almaya çalışacaktı. Ancak Fatih’in bu gelişmeye karşı yanıtı da sert olacak; söz konusu vakıflar sıkı bir takip altına alınıp peşpeşe devlet mülkü haline getirilecek ve yeni toprak/devlet düzeni doğrultusunda sipahilere dağıtılacaktı. Burada kararlı bir “vakıf bozma” iradesiyle karşı karşıyayız. Bu vakıf bozma politikası, “en başta vakıflarla kendilerine sağlanan imkânları yitiren dervişler tarafından çok ağır bir dille” eleştirilecektir (Bkz., C. Kafadar, Türkiye’de Din Devlet İlişkileri Sempozyumu Bildirisi). Fatih, özellikle fethin yarattığı avantajla, işte bu mülk sahiplerinin otoritesi ve ekonomik olanaklarını ellerinden alarak onları merkezi sistemin mutlak bağımlıları haline getirmeye yöneliyordu. Bu kapsamda hem profesyonel ordu yeniçerilerin, hem de timarlı sipahilerin bağlı oldukları ailelerin, “Mihail oğulları, Evrenos oğulları, Malkoç oğulları, Turahan Bey oğulları, İshak Bey oğulları gibi Osmanlı’nın yeni düzeni MANSIONS, TOTTENHAM’IN DA SPONSORU uc beylerinin nüfuz ve tahakkümlerini kırmaya ve onları doğrudan kendi emri altına almaya muvaffak olacaktı.” (H. İnalcık, age., s. 513). “Onun amacı, hiçbir grubun kendisini denetim altına sokacak kadar yeterli güce sahip olamaması için bir kuvvetler dengesi yaratmaktı. Bu yüzden bazı önemli idari görevler başvezirden alınıp dini, mali ve idari hiyerarşiyi denetleyen kazasker, defterdar ve nişancıya verilmişti.” Diğer yandan, “sayılarını arttırarak uc beylerinin de güçlerini azaltmıştı. Bunların savaşta komuta edecekleri asker sayısı da düşürülmüş ve eskisinden daha etkin bir biçimde Rumeli Beylerbeyi’ne bağlanmışlardı.” (S. Shaw, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, 1. Cilt, s.934) Özetle İstanbul’un fethi, kendi konumunu yasal güvenceye alamamış olan Osmanlı aristokrasisinin de ölümünü hazırlayacaktı. Sonuçta Fatih, “kudret ve nüfuz sahibi Rumeli Beylerini alâlade beyler derekesine” indirecekti. (Mufassal Tarih, 1. Cilt, s.467) Böylece “..muhtelif şekilde, mülk veya vakıf olarak devletin elinden çıkmış topraklar Miri’ye mal edilecektir.(..) Bu gayeyle bütün vakıf ve mülklerin gözden geçirilmesi hakkında Fatih’in emir vermiş olduğuna, neticede de 20 binden fazla köy ve mezranın miriye mal edilip sipahilere dağıtıldığına dair Tursun Bey’de görülen kayıtlar bu işin ne kadar sıkı ve şümullü tutulduğuna delildir.” (Mufassal Tarih, 1. Cilt, s.605) Böylece alternatif iktidar dinamiklerinin tasfiyesiyle Çandarlıvari güçlü “ikinci adam”ların ortaya çıkmasını engelleyerek mutlak bir iktidar gücü yaratmış oluyordu. İngiltere Premier ligi takımlarından Tottenham Futbol Klübü’ne 52 milyon sterlinle sponsorluk yapan MANSIONS firmasının resmi doktoru olan Teoman Sırrı, aslen Kıbrıslı Türk olup, İngiltere’de mesleğini sürdürüyor. Yardımseverliğini ile bilinen Dr. Sırrı, uyuşturucu bağımlısı gençlerin tedavisi için gerçekleştirdiği projeleri ile de tanınıyor. Dr. Sırrı’ya 2005 yılında Kraliçe II. Elizabeth tarafından Üstün Hizmet Payesi verilmişti. PRENSES’İN YARDIM VAKFI Evde bakıma muhtaç hastalara yardım amacıyla Prenses Anne’nin öncülüğünde kurulan “Trust for Carers”, yapılan yardımlarla hizmetini sürdürüyor. Prenses Anne, zaman zaman özel yardım yemekleri düzenleyerek vakfa gelir sağlıyor. Özel yemeğin davetlileri arasında Türk doktor Teoman Sırrı’nın yanısıra, Everton Futbol Klübü Başkanı Ken Kraliçe’den ödüllü Türk Doktor Teoman Sırrı, Prenses Anne’nin özel yemeğine eşi Dr. Esin Sırrı Wright gibi ünlüler de yer aldı. ile birlikte katıldı.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle