05 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

2 MART 2007 CUMA kitap V A S I Z P E R T A V S I Z P E R KULE CANBAZI SUNAY AKIN O bisiklet çalınmasaydı!.. okurken kimini de uyurken görürüz. İçlerinde biri var ki, uçağa bindiği ilk an gibi dimdik oturmakta ve kaskatı kesilmiş bir şekilde ileriye bakmaktadır. Şartı gerçekleşen Cassius’tur elbette bu yolcunun adı. Genç boksörün sırtında uçağa binmek için ortaya sürdüğü şart, yani paraşüt takılıdır!.. Roma’dan altın madalyayla dönen Cassius, 1964 yılında hayatının en önemli maçlarından birine daha çıkar. Rakibi, dünya ağır sıklet boks şampiyonu Sony Liston’dur. Bu maçı da kazanan Cassius Clay, 1975 yılında Müslüman olmaya karar verir ve adını değiştirir. Onu tanıdığınızı biliyorum... Ama ben, bu ünlü boksörün adını Arif Damar’ın bir şiiriyle anmak istiyorum. İşte, Damar’ın oğlu Nice’yi anlattığı şiir: İlk kez Bir zenci kız görür görmez Vapur dumanları gelmiş Nice’mizin aklına Afrika Harlem Amerika Ku Kluks Klan Linç Boksör Muhammed Ali Clay Karabiber siyah lale Dururken Ne gariptir ki, uçaktan çok korkan, sırtına paraşüt takmadan uçağa binmeyen Muhammet Ali Clay, ringdeki halini uçan iki hayvana benzeterek şu açıklamayı yapar: ‘‘Kelebek gibi uçarım, arı gibi sokarım”... Bir Amerikan askeri olarak Vietnam’a gitmeye karşı çıkan Muhammet Ali’nin elinden unvanı alınarak hapse atıldığında yer yerinden oynar. Protestolar karşısında çaresiz kalan Amerika geri adım atmak zorunda kalır. Bu olay, dünya barışı adına Muhammet Ali’nin kazandığı en önemli maçtır. Ne yazık ki, onun bu tavrını Amerika’nın Irak işgali sırasında anımsayan çok azdır. Kentucky’nin bir kenar semtinden Schwinn marka o bisikleti çalan hırsız, 12 yaşındaki Cassius’a dünya ağır siklet boks şampiyonluğunun yolunu açtığını elbette bilemezdi. Günümüzde yapılan hırsızlıklar, kimleri nerelere taşıyor dersiniz!?.. Son sözü hırsızların en büyüğü Al Capon’a veriyorum: ‘‘Çocukluğumda Tanrı’ya her gece bana bir bisiklet vermesi için dua ederdim. Baktım böyle olmuyor, ben de tuttum bir bisiklet çaldım ve geceleri Tanrı’ya beni affetmesi için dua etmeye başladım!..” C 15 Enis BATUR Yazar ve mecra DVDKitap konusunu açtığım denemede değinmiştim: Görselişitsel alanda yaşanan patlama, yeni kuşağın edebiyatçıları açısından yepyeni bir koridor yarattıüzerinde (henüz) yeterince düşünülmemiş bir tablo bu. 1990 öncesinde tek kaynak, tek üretim merkezi TRT’ydi; arşivinin durumu hakkında herhangi bir bilgimiz yok; belleğin ne kadarı korundu, ne kadarı silindi, kim bilir. O birikimi yabana atmıyorum; gene de, edebiyat bağlamında kısıtlı, sınırlı bir depo söz konusuydu. Her şey 1990 sonrasında, özel televizyon kanallarının ve radyoların yerden pıtrak gibi bitmesiyle, çoğalmasıyla hızlandı. Nasıl 1950 sonrasında, yazılı medyada, bir dergi ve gazete eki patlaması yaşanmasıyla, edebiyatçılar için alan açılmış, yazı ve söyleşi yoluyla o bölgede etkin olmaya koyulmuşlarsa, 1990’la birlikte görselişitsel düzlemde de benzeri gelişmeler yaşanır olduydu. Son on beş yıl içinde arşivimde "kayıt"lar birikti. Yaklaşık 15 saati bulan bir görsel toplam, 80 saati aşkın sessel toplam, belki gün gelecek basılı ortama geçerek somut olarak bibliyografama taşınacak; en azından seçilip kurgulanarak. Dilenirse, 10 DVD, 50 CDRom üretilebilir o arşivden. Bunların bir bölüğü yazarın üzerinedir: Belgesel yapımlar, portre çalışmaları, söyleşi ve sohbetler. Dolayısıyla, bir anlamda üstmetin kategorisine sokulacaklardır. Bir de, televizyon ve radyo için, benim gibi, pekâlâ Yapıt’a uzantı getiren "iş"ler kotaranlar var. TRT’de, "SanatMekân" programında, 80’i aşkın söyleşi gerçekleştirdim ya, onları "iş"ten saymıyorum örneğin. Buna karşılık, "Okudukça" için gerçekleştirdiğim, her biri üçer dakikalık, sayıları 40’ı bulan "görsel ve nesnel denemeler"i düpedüz ürün olarak görüyorum. Orada, 1993’ten başlayarak, önce Köprü, Fal ve Şiir, Şapka, Uzay ve Şiir, Sıtma Metaforu gibi izlekler, sonra da kirpi oku, Bizans tuğlası, çakmak gibi nesneler üzerine sözel denemeler kurmuştum; görsel destek eşliğinde. Radyoda da öyle: Açık Radyo’da, "Şifa, Şifre, Deşifre" başlığı altında, birer saatlik 27 program yaptım; 199596’da "Çocuk Ölümü"nden Goethe’ye, Endülüs ezgilerinden Yersizyurtsuzlaşmaya, bu kez musiki destekli işler çıkardım. Geçen yıl, 13x5’lik bir Beckett portresi çizdim. NTV Radyo’da, 2001’de, "Şiir ve Musikisi"nde, Lévinas ve Attar, Crumb ve Lorca, başka "iş"ler de üretmiş olurdum; çoğu zaman geri durmayı seçmeme karşın bunca saatlik malzeme oluştu. İnternet ortamı, bir başka bağlam getirdi, 2000’lerle birlikte. İki sitede toplandı benim etrafımdaki halka. Şimdi, Epsilon Beta topluluğu projem yürürse, belki bir üçüncü odak gerekecek. O olanağa, teknik bilgisizliğim nedeniyle biraz mesafeliyim. Bereket öyle, yoksa gırtlağıma kadar batabilirdim sanal ortama. Bu döküm neyi gösteriyor? Özellikle son on beş yıl içinde, edebiyat adamının eylem alanının alabildiğine genişlediğini. Şüphesiz her yazar aynı ölçülerle, aynı dozda yaklaşmamıştır yeni alanlara. Ama, pek çok örnek, ekrana ya da mikrofon önüne geçmiştir: Ahmet Oktay’dan Hilmi Yavuz ve İsmet Özel’e şairler; Selim İleri’den Kürşat Başar’a ve Mario Levi’ye yazarlar bir çırpıda sıralanabilir. Attilâ İlhan’ı unutuyordum. Bir ayrım önemli. Görselişitsel bağlamı bazı projeler için seçmek, o mecralara yönelik ürün tasarlamak farklı bir bakışaçısı gerektiriyor. Ben, sözgelimi, "SanatMekân" programını yalnızca geçim çarkını döndürebilmek adına yaptım; tek özgürlüğüm, konuları ve konukları seçmekteydi. Seçtiğinizde, "format"ınızı da dayatabiliyorsunuz olanaklar elverdiğince. Yoksa, yapmazsınız, olur biter. Öyle bekleyen, çünkü kabul görmemiş, tasarılarım var. Benim kuşağım yarı yolda yetişti bu açılıma. Görselişitsel alana 40’ımdan, sanal ortama 50’imden sonra açıldım sayılır. Bu nedenle yanlışlar yaptım, hepimizin yanlışları oldu. Bizden sonraki kuşak için durumumuz kulağa küpedir. Gelgelelim, şimdilik, bu bağlamda özgün çıkış yapan bir genç edebiyatçı göze çarpmıyor. Acaba, mecralar üzerinde yeterince düşünmüyorlar mı? İmge ve ses üzerinde? Bugünkü koşullar, DVDCDCDRom üçgeni çerçevesinde, ciddi bir sorun dayatıyor: Üretim (çoğaltım) ve dağıtım, düğümkonular. "XX. Yüzyılda Sanat"ı kitap olarak yayımlamıştık Geceyarısı’nda; oysa DVD formatında çıkmalıydı. Demek bir işbilirin ortaya çıkmasını bekleyeceğiz. Yeni kuşaktan birileri, üçgen çerçevesinde yayıncılığa girişirse, erden bir alan bekliyor olacak onları. hicago’da üretilen Schwinn bisikletleri, her çocuğun rüyasını süslerdi. 1895 yılında, bir Alman göçmen olan Ignaz Schwinn tarafından üretilen bisikletlerin çoğu da çocukların hayallerinde kalırdı. Son derece pahalı olan bu bisikletleri yoksul ailelerin oturduğu semtlerin sokaklarında görmek olanaksızdı. 1942 yılının 17 Ocak günü, tabelacı Marsellus’un bir oğlu gelir dünyaya... Çocuğa “Cassius” adı konulur. Marsellus kılı kırk yararak kazanmaktadır geçim parasını. Eşi Odessa çalışmamaktadır. Çok geçmeden, Schwinn bisikletleri Cassius’un da hayal dünyasındaki tahtına oturur. Tabelacı Marsellus, 12 yaşına giren oğluna aldığı armağan ile evlerinin bulunduğu sokağa girdiğinde, o sırada sokakta oynayan çocuklar da ardına takılır. Çünkü, Cassius’un armağanı bir Schwinn bisikletidir! Kentucky’de, yoksulların yaşadığı semtte bir Schwinn bisikletinin ömrü çok olamaz. Cassius’u karakolda gözyaşları içinde görürüz!.. Bisikletinin çalındığını anlattığı polis memuru Joe Martin’e şunları söyler, hıçkırıklara boğularak: ‘‘Eğer o hırsızı yakalarsam kimse elimden alamayacak... Onu sabaha kadar kırbaçlayacağım...” Joe Martin, çocuğun hayatını değiştirecek bir teklif sunar: ‘‘Bak evlat, benim bir boks salonum var. Oraya git ve boks öğren. Hırsızı yakalayınca da kırbaçlamak yerine bir güzel pataklarsın.” C ÜNYANIN EN İYİ BOKSÖRÜ 1960 yılında, Roma Olimpiyatları’na katılacak ABD boks takımı seçmelerinde görürüz, 18 yaşındaki Cassius’u... Olimpiyat takımına seçilse de buna sevinemez. Çünkü, Cassius uçaktan çok ama çok korkmaktadır. Hayatının bu en önemli spor organizasyonuna katılmak istese de uçak korkusu onu nakavt eder ve takımdan çekilir. Ne var ki, onun dünyanın en iyi boksörü olacağına inanan antrenörleri sabah akşam dil dökerler kapısında. Sonunda Cassius, uçağa binmeye ikna edilir... Ama bir şartı vardır!.. Amerika Birleşik Devletleri boks takımını Roma’ya götüren uçakta tüm sporcuları koltuklarını arkaya yatırmış, kimini kitap D Maderna ve Hölderlin türü buluşturmalarla 12 program, Açık Üniversite’de 11 programlık "Alternatif Edebiyat Tarihi Dersi" dizisi gerçekleştirdim. Şimdi, NTV Radyo’da gene, "Sessizliğin Sesi"nde, sanırım 30 programdan oluşacak bir "XX. Yüzyıl Müziğinin Güzergâhı" projesinden yol alıyorum. Başkalarını bilemem, ben bunları ana uğraşımın koşutunda ilerleyen bir yanyol olarak önemseyerek hazırladım, hazırlıyorum. Öylesine, bir anlamda bilinçsizce sürüklenerek yaptığım işler saymıyorum hiçbirini. Aşırı görünme tasası içime işlemiş olmasaydı, TV ve Radyo için Suna Korad/ Prof. Dr. Pars Tuğlacı/ Etik Yayınları/ 126 s. “Tarih boyunca genellikle şairler, ressamlar, müzik ve tiyatro sanatçıları, kendi etkili ve duyarlı faaliyetleriyle dünya insanlarının sevgi ve barış içinde yaşamaları açısından çaba harcamış oldukları bir gerçektir. Sanatın milliyeti olamayacağı bilinmektedir. Sanat alanındaki dünyaca ünlü yeteneklerin asılları ne olursa olsun, meydana getirdikleri eserleriyle, davranışlarıyla bütün dünya insanlarına hitap ederler. Onların bıraktıkları, aslında bütün insanlığın malıdır. Bu anlamda Suna’mız, ebediyen yaşayacaktır.” Prof. Dr. Pars Tuğlacı, Suna Korad’ın yaşamını anlatıyor. Edebiyatımızda Müstear İsimler/ Tahsin Yıldırım/ Selis Kitaplar/ 528 s. Alman Terbiyesi/ Zafer Şenocak/ Alef Yayınevi/ 168 s. Salih, 1881 Manastır doğumludur. Hayat onu bu Balkan şehrinden alıp Berlin’e, Prusya ordusunun bir subayı olarak savaşlara ve İstanbul’a sürükleyecektir. Altmışlı yaşlarına gelip hatıralarını yazmaya koyulduğunda yeni bir savaş başlamıştır. İnsanların birbirini boğazladığı bu büyük kıyım onun ruhunda da bir savaş başlatacaktır. İçinde pek çok çatışma sürüp giderken, kendini ne ölçüde Berlin’e, Almanya’ya, ne ölçüde İstanbul’a, Türkiye’ye ait hissedebilecektir? Enver Paşa’ların, Hitler’lerin, von Papen’lerin, Talat Paşa’ların, Alman, İngiliz casuslarının, Türk istihbaratçılarının, Nazi hayranı milliyetçilerin, faili meçhul cinayetlerin, yarım kalan aşkların anlatıldığı bir roman… Bir Fransız Yalanı/ GeorgesMarc Benamou/ Çeviren: Sonat Ece Kaya/ Babıali Kültür Yayıncılığı/ 392 s. “Bu kitap doğduğum yerlere yapılmış bir seyahattir. Fransız resmi tarihinin efsaneleri ile gerçek tarihi, bir başka ifadeyle tarihçilerin tarihini yüzleştirmek istedim. Nitekim bugüne kadar, Paris, devletin en tepe noktaları, ‘Fransız ordusunun Cezayir’de yaptığı işkencelerden haberdar olunmadığını’ iddia etmeye devam etti…” Bu kitap, ikiyüzlülük, ırkçılık, soykırım ve darbeler üzerine saati saatine kaydedilmiş bir tutanak. GeorgesMarc Benamou’nun bu araştırması ve soruşturması, Fransız tarihinin kara deliklerinden biri olan Cezayir Savaşı hakkında aydınlatıcı bir yapıt. eski Türk edebiyatında benzeri sembolik kelimelerin kullanıldığı da bilinmektedir. Müstear isimler zamanla öyle yaygınlaşmıştır ki kimi zaman yazarların, şairlerin gerçek adı unutulmuş, takma adları ön plana çıkmıştır. Bu yapıt, Türk edebiyatında müstear isimleri inceliyor. Senfonik Kişilik/ Vişne Korkmaz/ Alev Yayıncılık/ 322 s. “‘Senfonik Kişilik’ kavramını yeniden düşünmek gerekiyor. Bu kavram toplumsallığı ifade etmektedir, üstelik Rus siyasal düşünce tarihi eleştirilerini hatırlarsak Aristoteles ve Rousseau’nun okunmadığı topraklarda gelişmiştir. Bu kadarı bile, ideallerin tek bir kurumsal ve tarihsel gelişimi olmadığını göstermesi bile, geç modernizmin, modernizm sonrası söylemlerin sorunlarıyla boğuşan bizim açımızdan önemlidir; çünkü siyasal başarı amacından kısmen bağımsız, bağımsız olması gereken bir eylem alanını toplumsal taleplerimiz için özgür bırakmaktadır.” Bu kitapta Vişne Korkmaz, ‘senfonik kişilik’ kavramını irdeliyor. Zor Yıllar/ Nalân Tuntaş/ Remzi Kitabevi/ 248 s. Dünya Savaşı’nın yol açtığı çalkantılarla yoğrulan Anadolu, 20. yüzyıla, batıdan doğuya, kuzeyden güneye tam bir kuşatma altına girmekte; Türkiye’yi Sèvres’e sürükleyen saldırılar ırk, köken farkı gözetmeden sürmektedir. Oysa Anadolu, tarih boyunca koynunda barınanları ayrımsız kucaklayan; karlı dağlarını, verimli ovalarını, berrak akarsularını, ak sütünü sunan müşfik bir anadır. Nalân Tuntaş, işte bu duyarlığını işleyerek; kurgusuyla, olay örgüsüyle Dünya Savaşı yorgunlarını romanlaştırıyor. “Zor Yıllar”, Sarıkamış’tan Cumhuriyet’e uzanan süreçte cephelerde, sınır boylarında yurdunu savunan Sarı Saffet’in kişiliğinde ve onun çevresinde somutlaşan Mehmetçiğin öyküsünü anlatıyor. Kurtuluş Savaşı Türküleri/ Hamdi Tanses/ Say Yayınları/ 320 s. “Kurtuluş Savaşı Türküleri”, işgal altındaki Anadolu topraklarında verilen mücadele, ulusal dayanışma ve Cumhuriyet sonrasında filizlenen kimliğin neler pahasına korunduğunu özetleyen ağıtlar, destanlar, marşlar ve Atatürk’ün sevdiği türkülerden oluşuyor. Müzisyen ve araştırmacı Hamdi Tanses, tüm bu türküleri, notaları ve sözleriyle veriyor. Bazı türkülerin hangi zamanda, hangi vesileyle kim ya da kimler tarafından nasıl yakıldığı da açıklanıyor. Ermeni şair Zahrad öldü Kültür Servisi İstanbullu Ermeni şair Zahrad 21 Şubat günü 83 yaşında yaşamını yitirdi ve Kumkapı Meryem Ana Ermeni Kilisesi’nde yapılan törenden sonra Şişli Ermeni Mezarlığı’nda toprağa verildi. Asıl adı Zareh Yaldızcıyan olan Zahrad, “İstanbul Ermeni şiiri” de denen çağdaş Ermeni şiirinin yaşayan ustalarındandı. 10 Mayıs 1924’te İstanbul’da doğdu. Babası, o daha üç yaşındayken veremden ölünce, anne tarafından dedesi Levon Vartanyan (Hacı Levon) tarafından büyütüldü. 1942’de Pangaltı Mıkhitaryan Lisesi’ni bitirdikten sonra, üç yıl okuduğu İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ndeki eğitimini yarıda bıraktı.Yaşamını ticaretle kazandı. re yer vermeye başladı. Kendine özgü bireşimsel bir yapı, kişisel bir şiir dili oluşturarak yeni bir özle birlikte yeni bir söyleyiş biçimi getirdi. Yeni bir şiirsel beğeni dalgası, taze bir soluk yarattı. 1960’ta yayımlanan ilk kitabı ‘Büyük Şehir’de Gece Bekçisi, Mercimek Ayıklayan Kadın, Sivrisinek, Hesapsız, Yapracığı Gören Balık... gibi ilk özgün şiirleriyle birlikte “Garip” etkisindeki şiirleri de yer alır. Yarattığı üslup ve teknikle geniş bir okur kitlesi kazanan Zahrad, yalnızca İstanbul Ermeni şiirinde kendinden sonraki şairleri değil, tüm dünyadaki Ermeni şiirini derinden etkiledi. Şiirleri yirmi beş dile çevrildi. Ancak, bu tutkulu İstanbul ve deniz şairi; Türkiye’de, kendi kentinde bile, cemaati dışında, ancak sınırlı bir çevre tarafından tanınıyor. Zahrad’ın Türkçe olarak, Ohannes Şaşkal’ın çevirisiyle, üç şiir kitabı yayımlandı: “Yağ Damlası” (İyi Şeyler Yayıncılık, 1993 ve 2000), “Yapracığı Gören Balık” (Belge Yayınları, 2002), “Işığını Söndürme Sakın” (Adam Yayınları, 2004). İngilizceye çevrilmiş şiirleri ise “Gigo Poems” (California,1968) ve “Selected Poems” (Canada,1974) adlı kitaplarda toplandı. Şairlerin, âşıkların ve edebiyatla uğraşan diğer kişilerin yapıtlarında, kendi isimlerini farklı gerekçelerle de olsa saklayıp yerine değişik adlar aldığı sembolik kelimelere mahlas, müstear isim denir. Şemsettin Sami sözlüğünde bu kelime için “muvakkaten kullanılmak üzere alınmış olan” karşılığını verir. Müstear isimler her zaman dikkat çekmekle beraber bazen polemik boyutuna gelmiş, bazen hoş bir anı olarak kalmış, bazen de unutulanlar arasına karışmıştır. Arap edebiyatında kullanılmış bu sembolik isimler, daha sonra İran edebiyatına geçmiş ve oradan da Türk edebiyatında kullanmaya başlanmıştır. Ancak KİŞİSEL BİR ŞİİR DİLİ Klasik Ermeni şiirinin etkisindeki ilk dönem şiirlerinden sonra, bir süre Garip Akımı’nın etkisinde şiir yazan Zahrad daha sonra yeni yaratım biçim ve yöntemleri denemeye; düşünce ve coşkusunu gerçeküstücü bir teknikle dile getirerek şiirlerinde çarpıcı imgele
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle