Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
2 MART 2007 CUMA tarihçe BRÜKSEL GÜNLÜĞÜ ELÇİN POYRAZLAR ürkiye’nin AB sürüncemesinde aldığı Kıbrıs yarasını iyileştirecek bir merhem bulunur mu? AB içinde romantik saflıklarıyla bilinen çevreler KKTC’nin izolasyonunun kaldırılmasının bu süreçte ilerleme kaydedilmesi konusunda büyük bir adım olacağını savunuyor. Doğrudur; KKTC’nin izolasyonunun kaldırılması AnkaraBrüksel ilişkilerini bir nebze rahatlatabilir. Ne ki AB’nin kapasiteleri içinde Kıbrıslı Türkleri yalnızlıktan kurtarmayı başarmak yer almıyor. ??? Geçen AB Dönem Başkanı Finlandiya’nın Türkiye’nin müzakereleri ve doğrudan ticaret konusunda skandal düzeydeki başarısızlığının ardından AB içinde genel bir Kıbrıs fobisi oluştu. Bu konuyu genişleme grubu, daimi temsilcileri, bakanlar ya da liderler düzeyinde konuşmaktan büyük bir ısrarla kaçan AB, çözümsüz sorunlar sarmalında kendini kaybetmekten kaçınıyor. AB çok iyi biliyor ki Kıbrıs sorunu kısa vadede çözülmeyecek. Ve üye ülkelerin bir kısmı bu çözümsüzlüğü Türkiye’nin üyelik sürecini yavaşlatmak hatta durdurmak için fırsat olarak görüyor. Kıbrıs sorununu çözmek oldukça zor bir konu. Bunu bilen AB ise 2004 yılında karar aldığı KKTC’nin izolasyonunun kaldırılması konusuna odaklanarak hiç olmazsa kendi verdiği sözleri yerine getirme peşinde. ??? Finlandiya’nın ardından bu konuda adımlarını dikkatli atmaya çalışan AB Dönem Başkanı Almanya şu sıralar KKTC ve AB arasında doğrudan ticaretin geliştirilmesi konusunda çalışmalara başlamış. Bu hafta başında üye ülkelere Türk ve Rum tarafıyla görüşmelerine yönelik bilgi veren Almanya, gelen haberlere göre temkinli bir politika sürüyor. Finlandiya’nın “hem anlaşmazlığı çözerim, hem Türkiye’nin üyelik sürecini korurum, hem de Geliyorum diyen isyan Peygamberin ölümünü takip eden süreçteki pratikler, 29 yıllık bir geçiş süreci sonucunda monarşi hattına oturacaktı; ki bu geçiş döneminin bizzat kendisi de ciddi sorunlarla maluldü. Çünkü mevcut düzenin sınıfsal adalet yönünde değiştirilememiş olması bir yana, kabileler arası var olan görece adalet durumu da kaybedilerek monarşiye yönelinecekti. C Doğrudan Ticaret Masalı 13 Peygamberin sürgünü devletin başına geliyor Olağanüstü bir büyüklüğe ulaşmış olan İslam devleti, gerçekte yeni koşulların zorunlu kıldığı iç hiyerarşisini oluşturuyordu. Ancak bunu İslam’ın idealist bir yorumu ve ona güç veren öncü kadrolar ve kabilelerin katılımı üzerinden değil, tarihi boyunca onu ezmeye çalışmış olan egemen kabilenin çıkar ve birikimleri üzerinden gerçekleştiriyordu. Bu durum ise İslam’ın öncü kadroları arasında onarılmaz kırgınlıklara neden olması yanında, özgürlüklerine fazlasıyla düşkün “göçebe aşiretleri daima rahatsız eden otorite baskısını daha da dayanılmaz hale getiriyordu.” (B. Lewis, İslam’ın Doğuşu ve Yükselişi, s.71) Bu kadrolaşma içinde en çarpıcı olanı ise, Osman’ın, amcaoğlu Mervan bin Hakem’i kendi şahsındaki devletin sekreterliğine getirmesiydi. Bu görev, Hazreti Muhammed’in Mekke’de oturduğu uevin sonradan yapılmış resmi Erdoğan AYDIN Geçen hafta İslami devlet kurumlaşmasının sınıfsal açıdan ortaya çıkardığı sonucu anlatmak için, “eski tas eski hamam” deyimini kullanmıştım. ‘Cahiliye’ gidip yerine İslamiyet gelmiş, bu anlamda teolojik atmosfer kökten değişmişti; ama sınıfsal yapının değişmemesi bir yana, egemen sınıf (kabile aristokrasisi) ve onun içindeki egemen kast (Ümmeyeoğulları) da değişmemişti. Mekke soylu hiyerarşisinin en tepesindekiler, ezmeye çalıştıkları İslamın güçlerine bir dönem iktidarlarını kaptırmış, ama ardından o bayrağı da sırtlarına geçirerek daha sağlam bir şekilde geri gelmişlerdi. İslam bayrağı altında disipline edilen Arap enerjisinden tarihin en büyük egemenliklerinden biri yaratılmıştı; ama sonuçta o dönemlerde zaten uygulanagelen yönetim biçimlerinden, üretim ilişkilerinden, insan ilişkilerinden daha farklı bir şey ortaya çıkarılamamıştı. Ne denli kutsal halelere büründürürsek büründürelim, dinsel olarak ne denli olumlarsak olumlayalım, sonuçta o günkü insanlığın zaten uygulayageldiği (ve sadece günümüz değerleri açısından değil, o günün koşullarında da eleştiriye uğrayan), monarşi, feodalizm, iç sorunların zor yöntemiyle çözümü, büyümenin fetihlerle sağlanması, vb. kurum ve uygulamaların dışına çıkılamamıştı. Peygamberin ölümünü takip eden süreçteki pratikler, 29 yıllık bir geçiş süreci sonucunda monarşi hattına oturacaktı; ki bu geçiş döneminin bizzat kendisi de ciddi sorunlarla maluldü. Çünkü mevcut düzenin sınıfsal adalet yönünde değiştirilememiş olması bir yana, kabileler arası varolan görece adalet durumu da kaybedilerek monarşiye yönelinecekti. Peygamber ve onun soyunu sürdüren damadı Ali’nin de dahil olduğu Haşimoğulları ve diğer görece küçük Kureyş ve Kureyş olmayan kabilelere sadece tâbiyet seçeneği dayatılması bu sorunlardan sadece biridir. Bu süreç eğer İslam’ı ilk benimseyen kabilelerin veya kabileler üstü Müslüman kadroların temsilini yükselten bir iktidar yapısı olarak şekillenseydi bir ilerlemeden söz edilebilirdi. Ancak ne yazık ki böyle olmamıştır. Bükemediği eli öper gibi yapan Ümmeyeoğulları, kısa bir zaman sonra o elin gerçek sahiplerini (üstelik geçmişin ilkel demokratik geleneklerini de ortadan kaldıran bir mutlakiyetle) tahakküm altına alacaklardı. Özetle kısa bir dönem kaptırdıkları iktidarı tekrar geri alan Emeviler, dün pagan inançlarının bayrağıyla sürdürdükleri iktidarlarını, bu kez kendisine yenildikleri İslam inancının bayrağıyla sürdüreceklerdi. yasal planda ikinci adamlık olmakla birlikte, Osman’ın pasif kişiliği nedeniyle gerçekte yönetimin asıl belirleyicisi olmak demekti. Mekke’nin fethine kadar İslam’ı bastırmaya çalışmış olanların, böylece İslami egemenliğin iplerini tümden ele geçirmesi açısından bundan çarpıcı bir tercih olamazdı. Mervan’ın babası, Mekke müşriklerinin elebaşılarından ve Müslümanlara en fazla eziyet edenlerden biri olan Hakem bin Ebi’lAs’dır. Mekke’nin fethi sonrasında mecburen Müslüman olanlardandı. Devlet ve ekonominin merkezi Medine olduğundan, pek çok aristokrat gibi O da Medine’ye göçmüş, ama İslamcı literatüre göre bundan sonra da eski “saygısızlığını” sürdürmüştü. Ele geçirdiği sırları “herkese ifşa ettiği gibi, daha ileri giderek, Hz. Peygamber’in (sav) söyle diklerini değiştirerek başkalarına aktaracak”tı. Daha ötesi “Hz. Peygamber’in (sav) yürüyüşlerini ve hareketlerini taklit etmek gibi yakışıksız davranışlarda bulunduğu için Taif’e sürgüne gönderilecekti.” (A. Apak, Hz. Osman Dönemi Devlet Siyaseti, s.131) Hakem ile birlikte oğul Mervan’ı da kapsayan bu sürgün cezası, Osman’ın tüm ricalarına rağmen Ebu Bekir ve Ömer zamanında da kaldırılmayacaktı. İşte Osman, ilk dönem Müslümanlar nezdinde böylesi kötü namlı birinin sürgününe son vermekle yetinmeyip, oğlunu da devletin genel sekreterliğine getirerek adeta meydan okuyacaktı. Bu gelişme ilk Müslüman kadrolar nezdinde büyük bir infialle karşılanırken, Hilafet Mührü kendisine verilen Mervan ise devleti, “İslam’ın önde gelen şahsiyetlerine saygısızlık yapmaktan, onları rencide edecek sözler söylemekten çekinmeyerek” (Age., s.132) yönetecekti. T Kıbrıslı Türklere yardım ederim” hedefiyle geçen yıl getirdiği öneri paketinin yanından bile geçmek istemeyen Almanya, detaysız, isimsiz, sade bir doğrudan ticaret tüzüğünü kabul ettirme niyetinde görünüyor. ??? 22 Ocak’ta AB Dışişleri Bakanları’nın “doğrudan ticaret “ifadesi olmaksızın 2004 yılında verdiği sözlerin aynısını kabul etmesinin ardından Almanya, Rumları rahatsız etmeyecek, Türklerin bir miktar güvenini kazanabilecek, aynı zamanda siyasi düzeye taşınmayacak bir tüzüğün olabilirliğini ölçüyor. Anlaşılan o ki Almanya’nın kafasında liman veya yer ismi vermeden ticareti belli bir yasal temele dayandırarak gerçekleştirmek yatıyor. Türk tarafı AB’ye göndereceği malların Güney Kıbrıs limanlarından ulaştırılmasına “dolaylı ticaret” olacağı savıyla karşı çıkarken Kıbrıs Rum Kesimi ise AB üyesi ve adada kendini egemen gören bir yönetim olarak KKTC’nin uluslar arası alanda tanınmasını sağlayabilecek her yola taş koyuyor. ??? Almanya’nın doğrudan ticaret tüzüğünü oldukça teknik bir düzeyde yaşama geçirdiğini varsayalım. Bu adım KKTC’nin izolasyonunun kalkmasını sağlayacak mı? Eğitim, kültür ve spor alanlarında sürekli ambargoyla karşılaşan Kıbrıslı Türkler AB’nin mali yardım ve ticaret tüzükleriyle istedikleri özgür alana kavuşabilecek mi? Bunun karşılığında AB, 2004’te verdiği sözleri yerine getirdiğini Türk tarafının gözüne sokarak, Kıbrıs’ta açılım yapmasını dayatma hakkını kendinde görecek. Doğrudan ticaret tüzüğü KKTC’nin kısa vadede elini rahatlatabilir. Ancak çözümsüz Kıbrıs sorunu Türkiye ve KKTC’nin projelerini uzun vadede çıkmaza sürükleyecektir. elcpoy?yahoo.fr Yangına körükle gitmek Osman dönemi atamalarında, adil bir yönetim hukuku açısında meşruiyet olamayacağı gibi şeriatın kendi kuralları açısından da olmayacaktı. Bu suiistimal, kadrolaşma, keyfilik gibi uygulamaları, İslamcı literatürün yaptığı gibi, Osman’ın “iyi niyeti”, “güvenlik kaygıları”, “akrabalarına düşkünlüğü” ile açıklamak, içine girilen kurumsallaşmanın sınıfsal ve sosyo ekonomik niteliğini örtmeye yönelik fazlasıyla yüzeysel yaklaşımlardır. Böylece yapılmaya çalışılan şey, söz konusu kurumsallaşmanın yapısal sorunlarının insani bir zaafın ardına gizlenerek masumlaştırılmasıdır. Mısır’a, üstelik Mısır’ın fatihi Amr b. elAs’ı görevden alarak atanan ve Osman’ın süt kardeşi olan Abdullah b. Sad, Müslüman olduktan sonra vazgeçmiş (mürted), bu nedenle hakkında verilen ölüm kararı Osman’ın araya girmesiyle engellenmiş bir kişidir. Kufe’ye vali atanan ve Osman’ın anne bir kardeşi olan Velid, önceden vergi toplama sırasındaki uygulamalarından dolayı aleyhinde ayet inmiş ve “münafık” ilan edilmiş bir kişiliktir. (Age., s.139) Mervan örneğindeki uygulama daha da ilginç: Babası Hakem, sürgünden getirildikten sonra 100 bin Dirhem gibi bir servet ile ödüllendirilirken, Mervan’a da, gerçekte Peygamberin kızı Fatma’ya miras olan Fedek arazisi verilecektir. Medine Çarşısının geliri de Mervan’ın kardeşi Haris’e verilmiştir. Yine Osman’ın damadı Abdullah b. Halid’e, 400 bin dirhem tahsis edilirken, Abdullah b. Sad’a ise, Mısır’a vali atanması yanında Afrika’yı fethetmesi halinde ganimetlerin beşte biriyle ödüllendirilme sözü verilmiştir. Osman döneminde böylesi örneklerin ardı arkası gelmezken O, bu istismarlar nedeniyle gelişen tepkilere karşı: “Ebu Bekir ve Ömer, ellerinde olan hakkı terkettiler, akrabalarına mal vermediler. Ben ise malı aldım ve akrabalarım arasında taksim ettim” (Age., s.141) diyerek adeta yangına körükle gidecektir. Böylece Horasan’dan Kuzey Afrika’ya kadarki bu olağanüstü büyüklükteki hâkimiyet ve bütün bu toprakların önce talan sonra da vergi gelirleri İslam karşısında sorunlu bir kabileye akıtılıyordu. Bütün bu uygulamaların sonucunda ise kabile asabiyeti hızla artarken, İslam’ın önceden kâh dini idealizmle kâh fetih gelirlerinin paylaşımı ile sağlanan birliği de hızla dağılmaya başlayacaktı. Bunun sonucu ise iç savaşın kaçınılmazlığı olacaktı. İslami literatür bu süreci “fitne” olarak nitelendirirken, Osman’ın bu süreçteki sorumluluğunu ise “fitne çıkarmak isteyenlere malzeme sağlamak” bağlamında hafifletmeye çalışacaktı. (H. Algül, İslam Tarihi, c.2, s.445) Bu şekildeki tarih yazımı, aynı zamanda İslamcı siyasal aklın da yansıması olacaktır. Ne olursa olsun İslami otoriteye boyun eğilmesi, eğmemenin ise ‘fitne’ olduğu bilincinin yaygınlaştırılmasıyla, birey olmanın, yurttaş olmanın ideolojik, psikolojik, siyasal temelleri tahrip edilirken, kulluk ve tebaalık bilincinin sonraki 14 yüzyıl boyunca İslam coğrafyasının belirleyici statüsü olarak pekişmesi sağlanacaktır. Yıkmak değil, onarmak gerek Dikmen GÜRÜN Temeli 1946’da Lütfü Kırdar’ın belediye başkanlığı döneminde atılan, çeşitli politik nedenlerle yapımı ancak 23 yılda tamamlanarak 1969’da açılan Kültür Sarayı, Kasım 1970’te çıkan yangında kullanılmaz hale geldi ki, yangın ve sonraki gelişmeler başlı başına bir inceleme konusudur aslında. Yıllar sonra, binanın yapımında da çalışmış olan dünyaca ünlü mimar Hayati Tabanlıoğlu’nun önderliğinde, bina yeniden inşa edildi ve 1978 yılında Atatürk Kültür Merkezi (AKM) adı altında İstanbul’un sanat yaşamındaki önemli yerini aldı. AKM; 1300 kişilik opera, 500 kişilik konser salonu, 250 kişilik Oda Tiyatrosu ve sinema, sergi salonlarıyla (150 kişilik Aziz Nesin Sahnesi de bu bütünün bir parçasıdır bence) büyük bir boşluğu dolduruyor. Her kesimden ve yaştan insanın buluştuğu bir sanat merkezi olarak İstanbul’a canlılık katıyor, onunla özdeşleşiyor. Zaten bu tür binalar değil midir bir şehrin sanat yaşamını canlandıran? Londra, Paris, Viyana, Stockholm... Hepsi de en azından 100 yıllık opera ve tiyatro binalarıyla bezenmiş olmanın keyfini çıkartıyorlar. Biz ise eskidiği gerekçesiyle elimizdekini yıkmaya hazırlanıyoruz! Kendi akışına bırakılmaması gereken bir durum. Bunu sorgulamak da, her ne kadar Kültür ve Turizm Bakanı Sayın Atilla Koç, yıkıma karşı çıkışı “gericilik” olarak nitelendirse de, İstanbullu sanatseverlerin en tabii hakkı. İstanbul, özenle koruyamasak da, kültürel ve tarihi zenginlikleri, doğal güzellikleriyle dünyanın sayılı şehirlerinden biri. Sanatsal anlamda da aynı konumda olmak zorunda, çünkü çağdaşlık çizgisini yakalamanın gereklerinden biri de bu. Sanatsal kalkınmada, bir kentin, sanatın her türünün icra edilebileceği mekânlarla zenginleştirilmesi, yeni alanlar yaratılması kaçınılmaz. Bu açıdan bakıldığında yıkmak yerine yapmak temel hareket noktası olmalı. Ne yazık ki yıllardır bunun tersi bir durumla iç içe yaşamaktayız. Ayrıca, İstanbul gibi bir büyük kente tek bir opera salonu, bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda konser salonu yeterli mi? Bale ve dans toplulukları için donanımlı salonlarımız neden yok? Tiyatro salonları neden bu kadar az? Toplum olarak birlikte yaşamaya alıştığımız, kanıksadığımız sorunlar bunlar. Sorgulamıyor, kabulleniyoruz. Belki de bugüne kadar sorgulamadan kabullendiğimiz için, AKM’nin yıkımı bir kez daha gündemde. Hem de İstanbul’un Avrupa Kültür Başkenti seçildiği 2010 yılına çok az bir zaman kala... ÜMMEYEOĞULLARI’NIN İKTİDAR ARACI Yeni iktidar merkezi olan Medine, Mekke’nin düşmesi sonrasında da (ta ki iktidarı Şam’a kaptırana kadar) İslam’ın siyasal ve ekonomik merkezi haline gelecekti. Bu nedenle Mekke’nin düşmesi sonrasında bölgenin tüm aristokratları gibi Ümmeyeoğulları’nın çoğunluğu da gidip Medine’ye yerleşecek, iktidar organlarına yakın olarak nemalanma oranlarını arttırmaya çalışacaklardı. Üstelik Ümmeyeoğulları özgülünde bu durum, daha öte bir hedefe, iktidarı içeriden fethetme amacına yönelecekti. İronik bir ifadeyle, artık hepsi Medineliydiler! Çünkü gerek İslami yönetim gerekse de ekonomik ilişkiler anlamında temel toplanma ve dağılım merkezi Medine olmuş, Mekke ise, Kabe’nin mekânı olmak dışında eski özelliğini kaybederek egemenler açısından taşralaşmıştı. İşte bu Medine’de, hızla büyüyen İslam egemenliğinin yönetimine ilişkin ciddi bir mücadele verilmekte ve Halife seçimleri de bu mücadelenin yansıması olarak şekillenmekteydi. Yetişmiş insan, sayısal büyüklük ve ekonomik birikim anlamında diğerlerinden avantajlı olan Ümmeyeoğulları, kendilerinden olan Osman’ın Halife olmasıyla birlikte çok daha mutlak bir avantaj elde edeceklerdi. Osman, onların egemenlik amaçlarına ulaşmanın temel sıçrama dayanakları olacaktı. Kuşkusuz O, ilk Müslüman idealistlerden biriydi. Ancak hilafet döneminde, “nüfuzlarına kendini bütünüyle kaptırmış olduğu sülalesinin” (Carl Brockelman, İslam Ulusları ve Devletleri Tarihi, s.51) iktidara yerleşmesinin aracına dönüşecek; aristokrat kimliği İslami kimliğinin üstüne çıkacaktı. Esasen Osman’ın halife oluşu da onların gücünün bir yansıması idi. Bunun sonucunda Osman, bütün valilik makamlarına kendi akrabalarını getirecek, Ömer zamanında Şam’a vali yapılmış olan Muaviye’nin yetkilerini ise arttırarak Ümmeyeoğulları’nın İslam devletinin egemeni olmasını sağlayacaktı. Oysa gerek Peygamber gerek sonraki iki halife, kendi kabilelerinden atama yapmaktan hep uzak durmuşlardır; ki bu durum, Osman’ın yaptıklarının çok daha fazla göze batmasını, bu nedenle hem eski kabile asabiyetinin yeniden canlanmasını hem de halk ve diğer kabileler nezdinde saygınlık ve otoritesini kaybetmesini getirecekti. Halifenin dayanılmaz yalnızlığı slam’ın bu süreçteki kurumsallaşması, tehdit edilmiş gördüler. Halifeyi, sülalesinin etkiArap’ın Arap olmayana, Kureyş’in Kureyş sinden ayırmaya boş yere çalıştıktan sonra bizzat olmayan Arap’a, Emevi’nin Emevi olmayan onun aleyhine döndüler. Çok geçmeden pek az Kureyş’e ve tabii sınıfsal olarak da talanlardostu kaldı; bilhassa Peygamberin genç ve entridan en çok pay alanların alamayanlara karşı iktidakacı dulu ‘müminlerin annesi’ Ayşe, onun aleyhirı olarak maddileşecekti. Bütün bu gelişmene cephe aldı” (Age., s.52), diye yazacaktır. ler ise, hakları çiğnenenlerin sınıfsal, kaValileri dört bir yanda keyfi bir iktidar Yetişmiş bilesel ve kişisel tepkilerini büyütecek sürerken onların başı durumundaki insan, sayısal ve bu tepkiler, özellikle 650 yılınHalife, iktidarın merkezinde tam bir büyüklük ve dan itibaren açık tepkiler ve patlatecrit yaşıyordu. Ancak ilk İslami ekonomik birikim malar olarak kendini göstermeye kadroların Medine merkezli muanlamında diğerlerinden başlayacaktı. halefeti, Osman’la ilişkileri çerçeEtkili İslam kadroları Ali, Züvesinde kendini eyleme dökmeavantajlı olan beyr, Talha, Ammar, hatta Ayyecekti. Buna karşın Medine’den Ümmeyeoğulları, şe bile muhalefet odakları olayayılan bu tepkiler, İslam’ın üç kendilerinden olan Osman’ın rak öne çıkacaktı. Brockelman, yayılma ve akar merkezi duruHalife olmasıyla birlikte çok bu sürece dair; “Peygamberin mundaki Kufe, Basra ve Mısır’da daha mutlak bir avantaj elde fütuhatla fevkalade zenginlepatlayacaktı. Özellikle Mısır’daedeceklerdi. Osman, şen ve Mekke’deki eski mülkki muhalefet, Ebu Bekir’in oğlu onların egemenlik lerinden başka Taif’te de böyle Muhammed’in öncülüğünde isyaamaçlarına ulaşmanın mallar ve bundan başka geniş nın merkezi haline gelecekti. temel sıçrama araziler elde etmiş olan eski ashadayanakları bı, Ümmeyeoğulları’nın bu yükseHaftaya: Müslümanlar olacaktı. lişi ile, şimdiye kadarki mevkilerini NEDEN YIKILIYOR? Evet, şu günlerde AKM’nin Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından yıkımı söz konusu. Bilindiği gibi, 1997’de dönemin Kültür Bakanı İstemihan Talay, AKM’nin “kültür varlığı” olduğunu Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’na tescil ettirmişti. Bugün, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın bu tescili kaldırmak için girişimde bulunduğunu öğrenmek şaşırtıcı. Neden bu yıkım isteği? Neden onarım değil de yıkım? Arsanın ve yanındaki büyük otopark alanının sağlayacağı rant mı bu kararın alınmasında etken? Her ne kadar İstanbul 2 No’lu Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu Başkanı Prof. Dr. Mete Tapan “Israrla üzerinde durmak istediğim, burada mutlaka Atatürk Kültür Merkezi olacak. Burada başka bir şey yapılamaz” diyorsa da, böyle bir yıkımın ardından yaşanacakları tahmin etmek hiç zor değil. Ayrıca da elde mevcut bir proje var mı? Nedir yıkılıp da yapılmak istenen? Sanat çevreleri bu ciddi sorunun üzerine hassasiyetle gidecektir kuşkusuz. YA ŞAN TİYATROSU? Alışveriş merkezlerine meraklı bir toplumuz. Sağımız solumuz alışveriş merkezi. NişantaşıLevent arası bir nefeste beş tane sayabilirim. Yıllar önce Kuveyt’te şahit olduğum furyayı anımsatıyor bana son yıllarda yaşadıklarımız. Aramızdaki fark; onlar çölün ortasına dikiyordu binaları, biz bir şeyleri yıkıp başka bir şeyler yapıyoruz... Şu günlerde, 1987’de yanan, daha doğrusu yakılan Şan Tiyatrosu’na yönelik rivayetler de dolaşıyor ortada... Büyük bir alışveriş merkezi için görüşmeler yapıldığı söyleniyor. Şan da Beyoğlu’ndaki Saray Sineması gibi kocaman bir binanın sütunları arasına sıkışıp kalacak mı acaba bu gidişle? Halbuki birkaç dokunuşla orası Paris’in Atelier Berthier Sahnesi’nden daha mükemmel bir gösteri mekânı olabilir. İstanbul’a sanatsal bir renk katabilir, diğerinin Paris’e kattığı gibi... Hep birlikte, bu mekânlarla ilgili gelişmelerin takipçisi olmalıyız. İ Halifeye Ayaklanıyorlar