29 Nisan 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

2 2000’Lİ YILLARDA ERDAL ATABEK C olaylar ve görüşler 16 ŞUBAT 2007 CUMA Şiddet, Kurtulamadığımız İlkellik... üşüncelerimi söyleyemediğim için her gün ölmektense düşün“D düklerimi söyleyerek ölmeyi tercih ederim. İnsan bir kere ölür.” Prof. Emre Kongar’ın bu sözleri ekrandan yayılırken bin yıllar ötesinden düşünceleri için suçlanan, kimileri Sokrates gibi ölüme mahkum edilen düşünürlerin sesini duyar gibi oldum ve koltukta dondum kaldım. Ülkem buralara mı gelmişti? Ya da ülkem buralardan bir türlü çıkamıyor muydu? Sevgili usta İlhan Selçuk, “Düşünüyorum,Öyleyse Vurun” dememiş miydi? Bir kitabının adını böyle koyarken Descartes’ın ünlü “Düşünüyorum, öyleyse varım” (Cogito Ergo Sum) sözlerinin altını çizmiyor muydu? Düşünenleri, konuşanları yargılamaktan, vurmaktan, kırmaktan vazgeçecek, uygar bir düzeye ulaşamayacak mıydık? Devlet tarafından uygulanıp düşünen, konuşan insanlara yönelik şiddete şimdi de fanatik grupların insan yaşamına kasteden şiddeti mi ekleniyordu? ??? İster törelerin arkasına saklanan aile şiddeti olsun, ister din ya da milliyet, etnik köken kalkanı arkasında harekete geçsin, “şiddet”, toplumların ilkel güdülerinden kurtulamadığının açık bir göstergesi. “Senin gibi düşünmüyorum, ama düşüncelerini korkusuzca söyleyebilmen için yaşamımı ortaya koyarım” diyen cesur düşünür Voltaire miydi? Çok emin değilim, ama ona yakıştığına eminim. Mehmet Başaran dostumun “Kuşatılmış Yaşam” kitabını okurken de uğradığı soruşturmaları, yaşam karartmalarını nasıl göğüslediğini, hangi acılarla kutsal bildiği eğitim görevini yapma uğraşı verdiğini görüyoruz. Uygar toplumlar, bu evreleri arkasında bırakabilen toplumlardır. Bu şiddet dalgalarından bütün uygar toplumlar geçmişlerdir. Ortaçağ Avrupası, engizisyonların, aforozların, asılanların, diri diri yakılanların tarihini yaşamıştır. Çok uzağa gitmeyelim, bugün Avrupa Birliği’nin en güçlü ülkeleri olan Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya boğaz boğaza savaşmışlardır. Elbette, dünya savaşları ekonomik paylaşım savaşlarıdır. Gene ekonomik ele geçirme planları Amerika’yı Irak’a getirmiş, Ortadoğu’ya sokmuştur. Avrupa Birliği, bu korkunun ürünüdür. Peki ya bizim ülkemiz? Biz bu şiddet dalgasına nasıl sürükleniyoruz? Bunun temel yanıtı, eğitemeden, meslek sahibi yapamadan, çalışma şansı vermeden çoğalmayı marifet sanmamızdır. Eğitimden yoksun, sanatla tanışmamış, kendini geliştirme olanağı olmayan genç nüfusla övünmek kadar yanlış bir şey olamaz. Bu gençler, dünyada olup biten her şeyi internetle öğrenmekte, ama kendilerini hiçbir varlık gösteremeyen kişiler olarak algılamaktadırlar. ??? Güvensizlik, çaresizlik, umutsuzluk yaygınlaşmaktadır. Fark edilmeyen, özdeğer kazanamayan, varoluşuna bir anlam bulamayan insanlar bunu nasıl yapacaklarını bilememektedir. Oysa yaşamı yaşanır kılan şey, onda bir anlam bulabilmektir. Her gün daha da artan ekonomik eşitsizlik öfkeyi artırmaktadır. Çaresizlik, insanları şiddetin her türüne yöneltmektedir. Bu durumun çözümünü arayan çağdaş örgütlenmeler yerine şiddet grupları oluşması, elbette ilkel davranışların sürdüğünü anlatmaktadır. Bir an önce “şiddet kültürü”nü fark etmeliyiz. Karşı çıkmamız gereken en önemli olgu, bu “şiddet kültürü”dür. Okullardan statlara, sokaklardan hedef seçilen insanlara uzanan şiddet, toplumun karşılaştığı en büyük tehdittir. Kişilerin arkasındaki büyük tehdidi görmeliyiz. Yoksa hepimiz bu şiddetin bir parçası oluruz. “Şiddet toplumu” olduğumuz zamansa hiç kimse güvende olamaz. Bilmemiz gereken budur. email: [email protected] [email protected] www.erdalatabek.com Tehlikenin Farkında Olmak ya da Olmamak G eçen akşamlarda TV’nin birinde 12 Mart’ın muhbir ajanlarından biri konuşuyordu. “Osmanlı çökerken, paylaşmadan kalan kısmıyla milli bir devlet kurulmasına karar verilmiş. Şimdi koşullar değişmiş. Türkiye’nin Osmanlı’ya benzer çokuluslu bir yapıya dönüşmesi zamanı gelmiş.” Buna göre, Türkiye Mustafa Kemal’in önderliğinde emperyalizm ve maşalarıyla savaşarak kazanılan utku sonucu bağımsız, özgür, üniterulus devletini kurmamıştı. Emperyal güçler öylesine müsaade etmişlerdi. Şimdiki konjonktürde ise Türkiye Cumhuriyeti’nin çözülme zamanı gelmişti. Bu görüşleri bir Türk insanından duyarsanız kahrolur musunuz ya da adam son yıllarda türeyen birtakım kişi ve kuruluşların ülkeye biçmek istedikleri ve yönetimler eliyle (medya desteğinde) gerçekleştirilmekte olan bir yapısal dönüşümün sonuçlarına toplumu koşullarındırıyor mu dersiniz? Bu, ulusal duyguları ve birliği yaralanmış bir toplumda herkese göre değişir. Gerçek, soğuk savaş sonrası ABD’nin tek hegemon güç olarak, AB’yi de yanına alıp; neoliberal vitrinle sunulan küresel boyutlu sömürgeleştirme saldırısı ve dayatmalarıyla başlayan bir süreçte Türkiye’nin de içinde bulunduğu ve halkları çoğunlukla İslam, gelişmekte olan Ortadoğu ve Avrasya ülkelerinin kontrol altına alınması ve onların ulus devlet direnişlerinin yok edilerek potansiyel kaynaklarından; jeopolitik ve jeostratejik konumlarından yararlanmaktır. Dünya, emperyalizmin bu açgözlü serüveninin Irak’ta seyircisidir. Türkiye bu dayatmaları; Batı ile çıkar ilişkileri olan ya da Batı sempatizanı olarak yetiştirilmiş, bir kısım politikacı, bürokrat, bilim adamı ve büyük medyası ile kendi arzusuyla olumlu karşılamıştır. Ülkemiz Özal yönetiminden başlayarak, özellikle son yıllarda giderek ABD ve AB’nin güdümü altına girmiştir. Bu teslimiyetçi politikaların uygulamalarını her alanda görmek olanaklıdır. AŞAMSAL ULUSAL ÇIKARLAR Bu uygulamalar; bugüne değin Cumhurbaşkanımızın anayasanın lafzına, ruhuna ve yeminine sadık davranışları, Silahlı Kuvvetler’in genelde rejimin temel değer ve niteliklerine; özelde laikliğe, ayrımcılığa ve yaşamsal ulusal çıkarlara dönük hassasiyetleri, yargı erkinin genelde anayasa ve İdare Hukuku’nun özüne sadık kararları ve kimi sivil toplum kuruluşlarının kamuoyunu uyandırmayı amaçlayan bildiri ve eylemleriyle bir ölçüde hayata geçirilmeleri yavaşlatılmış veya ertelenmiştir. Ama emperyal güçler ve dahilde onlarla aynı idealleri paylaşanlar inatla ve ısrarla yollarına devam ediyorlar. Petrol Kanunu içeriği, Kuzey Kıbrıs’ın Rum egemenliğine girmesi için AB ve Rum dayatmalarına karşı kararlı politikaların yürütülememesi, Kuzey Irak’ta kukla bir devlet oluşturma çabaları karşısında yeterince etkili olamayışımız son günlerin gidişatının örneklerindendir. Tüm emareler; Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyetimizin temel değer ve niteliklerinden uzaklaştırılmak istendiğini; gündemde Batı’nın yanında ve kontrolünde, taleplerini yerine getiren muhafazakâr demokrat zarfla sunulan ılımlı İslami bir rejimin kurulma yolunda olduğunu göstermektedir. Bu yol Atatürk’ün kurduğu devletin giderek tarih sahnesinden çekilişi ve sonuçta Irak’a benzer şekilde etnik, mezhep, milli, gayri milli ayrışmalarının ivme kazanaca EVET/ HAYIR OKTAY AKBAL Tanju ERDEM Amiral (E) Y Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyetin özünü değiştirmeye yönelik tehdit teşkil eden faaliyetlerin halkımız ve henüz kadrolaşmamış devlet erklerince önlenmesi ve rejimin korunması reflekslerinin kararlılıkla ortaya konulması yaşamsal bir görev olmuştur şimdi. Gecikilmemelidir. ğı istikrarsız bir geleceği ifade etmektedir. Türkiye bu yolda Lozan’da kazandıklarını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Siz bunları öngörünce bazıları da diyecekler ki; ne oluyorsunuz, gül gibi yönetiliyoruz. Yabancılar gelsinler, bize zenginlik getirsinler, yol iz göstersinler. Rumlar, Ermeniler dostumuzdur. İran en büyük tehdittir. ABD en büyük, AB medeniyet projesidir. 1 Mart tezkeresini geçirmemekle ABD’ye ayıp ettik. Milliyetçilik çağın dışında kalmış bir duygudur. Dünya artık büyük bir köydür. Tehlike yok ki farkında olalım. Bunların bilmediği; sınırsız yabancı müdahalesi ile bir ülkede sağlıklı bir gelişmenin, kalkınmanın olamayacağıdır. Bu duruma düşen bir ülke giderek onurunu, saygınlığını, istikrarını yitirebileceği gibi, zaman içinde tarih sahnesinden de silinebilir. Bunun örnekleri vardır. Bir ülke ticari bir müessese gibi bir gidişin sonu iflas etmez. Ama büyük Atatürk’ün dediği gibi ülke işgal altına ve işgalcilerle işbirliği yapanların kontrolüne girer. İşgal; askeri bir işgal olmayabilir. Politik, ekonomik, güvenlik, sosyokültürel boyutlarıyla işgaldir. EMOKRASİ ARAÇ DEĞİL Ülkenin özgüvenini, ulusal duygularını, ulusal birliğini, onun güç Biz Kimlere Yazarız? iz kimlere sesleniriz? Biz, gazete, dergi yapraklarında durmadan yazan kişiler?.. Evet, biz kime, kimlere sesleniriz? Kimler için yazarız? Arada bir görürüm, otobüste, trende, vapurda, ya da kahvede, park kanepesinde, bir adam açmış gazetesini okuyor... Benim iki gün önce yazdığım bir yazı bu. Şu ya da bu duygulanma, öfkelenme, gözlemleme, araştırma sonucu ortaya çıkmış bir yazı. En çok beşaltı dakikada okunabilecek uzunlukta... Okur, okur, okur.. bitiremez bir türlü. Arada bir bırakır, düşünür, yeniden başlar. En sonunda katlar cebine koyar, çantasına sokar, başka birine verir. O anlarda ne düşünür, ne der içinden? İnsanları dıştan anlamak olanaksızdır. Gülümsese, ya da kaşlarını çatsa bir anlam verirsiniz, ama yanlış olur. Hatta sorsanız bile gerçek düşüncesini öğrenemezsiniz, çekinecektir, şaşıracaktır, “Neden soruyor, ne anlamak istiyor?’’ diyecektir, ya hiçbir şey söylemeyecektir, ya da düşüncesinin tam tersini bildirecektir... Ama o yazı bir tohum atmıştır düşüncesine, ya yeşerir o tohum, ya çürür gider. ??? İşte, biz böyle okurlara da yazarız. Gözümüzle gördüğümüz, tanıdığımız kişilerdir bunlar. Ama kaç tanesini görmek olanaklıdır? Pek azı. Binlerce, on binlerce, hatta yüz binlerce okur var. Bir gazeteyi beşaltı kişi okur en azından, demek yüz binleri aşıyor şu satırları okuyacak, beğenecek, kızacak, kesip saklayacak, yırtıp atacak olan insanlar... Böyle büyük bir kalabalığı sürekli hoşnut etmek, sürekli doygun kılmak en güç işlerden biridir. Hele bu uğraşı on yıl, yirmi yıl, otuz yıl, daha da uzun bir süre hemen her gün yerine getirmek ne demektir, bunu düşünmek bile akılları durdurur! ??? Biz, kime yazarız? Bir zamanlar bir tartışma çıkmıştı yazın alanında... ‘Kendimiz İçin Yazmak’ başlıklı bir deneme yayımlamıştım. “Ne demek kendimiz için yazmak, toplum için yazılır” gibilerden sözler edenler olmuştur. Biraz ‘ileri’ gitmiştim belki.. daha doğrusu görüşümü iyi açıklayamamıştım, ‘kendimiz’in, ‘toplum’un bir parçası olduğunu daha iyi belirtmek gerekirdi. Ama hangi toplumun parçası? Yalnız bugünkü mü, yani içinde yaşadığımız zaman sürecinin toplumu mu? Değil, yarının, öbür günün toplumlarıydı söz konusu olan!.. İçinde yaşadığımız zamanın kurallarından, beğenisinden kopmak gerektiğini belirtmek istemiştim. Okurları düşünmemek anlamını verdiler yanlış olarak!.. Okur için yazmazsan kimin için yazıyorsun? dediler. Elbette, kimse yalnız kendisi için yazmaz.. ama kendisi gibi, kendisine benzer nice insanlar bulunduğunu düşünerek yazar; böylelikle de belirli bir düzey tutturur. Stendhal’in ‘mutlu bir azınlık’ dediği de, önce az, sonra sayıları artan büyük bir okur yığınıdır. ??? İşin yazınsal yönü hep ağır basar bende! Politikadan da, gündelik sorunlardan da söz açsam, yazına dayanır konu.. yazından güç, anlam kazanır... Yazın, yaşamın dışında soyut bir uğraş değil de ondan... Yazın okuru ile gazete okurunu birbirinden ayırmak istemem. Bence ‘okur’ hep aynı kişidir, roman da, köşe yazısı da, şiir de, deneme de, bilimsel kitaplar da okusa, ‘okur’dur eninde sonunda... Bizim seslendiğimiz bir sessiz insan yığınıdır, büyük bölümü gözle görülmeyen bir buzdağına benzetmek gerekir okur yığınını... Ne düşündüğü, ne sevdiği, neden hoşlandığı, ne istediği belli olmayan, ancak zaman içinde sezilerek, duyularak anlaşılabilen bir giz... ??? Stendhal şöyle diyor: “Ben bu öyküyü hiç görmediğim, hiçbir zaman da göremeyeceğim, bu yüzden de üzüldüğüm küçük bir okur topluluğu için yazdım. Gecelerimi onlarla birlikte geçirmek hoşuma gidiyor da ondan...” Evet, büyük yazar doğru söylüyor, okurlarla baş başa günler, geceler geçirmek yazarların en çok sevdiği şeydir. ‘’Ey okur, benim benzerim’’ dediği gibi şairin, kendimizi kimi zaman okur, kimi zaman yazar yerine koyarak... B D lü aracı dilini aşındırır. Ülke kaynaklarından öncelikle gelişmişlerin şirketleri nemalanır. Demokrasiyi bir araç olarak kullanarak yönetime egemen olanlar halkına ve muhaliflerine giderek otoriterleşirler. Esasen dinin kamusal alana ve yaşam dinamiklerine karıştırılma girişimleri olan bir toplumda demokrasiyi sürdürmek olanaklı mıdır? Ülkenin güvenliği artık küresel güvenliğin bir parçasıdır. Hele Türkiye gibi emperyalizmin merkez ülke olarak değerlendirdiği bir ülke, emperyalist hedeflerin, planların sıçrama tahtası olarak kullanılmak istenecektir. Böylesine bir süreç ve getireceği uğursuzluklar üzerinde düşünüp değerlendirmek için tehlikenin farkında olmak lazımdır. Onun için de yakın tarihimizi bilmeli, Atatürkçü düşünceyi özümsemeli, onun ilkelerine dört elle sarılmalıyız. Bizim görüşlerimiz fanatik bir Batı düşmanlığı olarak algılanmamalıdır. İnsanlık ailesinde ulus ve yurt sevgisiyle dolu; bağımsız, onurlu, uygar ve gönenç içinde bir ulus olarak yücelme milli ülkümüzü ve kaygılarımızı dile getiriyoruz. Saklı ya da aşikâr, Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyetin özünü değiştirmeye yönelik tehdit teşkil eden faaliyetlerin halkımız ve henüz kadrolaşmamış devlet erklerince önlenmesi ve rejimin korunması reflekslerinin kararlılıkla ortaya konulması yaşamsal bir görev olmuştur şimdi. Gecikilmemelidir. HAYAT EPİK TİYATROSU MUSTAFA BİLGİN hetiyatrosu?mynet.com Türkçe artık gündemimizde yok mu? “Uyan Şahan uyan, gör neler oldu / Yâreli yurdumuz düşmanla doldu” dizeleri, altmış küsur yıldır belleğimden silinmeyen anonim dizelerdendir. Belli ki, Türk yurdunun düşman işgali altında bulunduğu 2O’li yılların başında söylenmiş... Ben, birkaç kelime değişikliğiyle “Uyan aydın uyan, gör neler oldu / Yâreli dilimiz düşmanla doldu” diyeceğim, çünkü ana sütü gibi helâl dilimiz, alabildiğine özensizliğin, zevksizliğin ve Refik Erduran’ın yirmi yıl önceki deyimiylezüppeliğin işgali altında... Ve bu işgal ağırlaşarak sürüyor. Türkçe ustaları Talât S. Halman, Şiar Yalçın ve Feyza Çilingirler’den başka Ebru Toktar, Dr. Mehmet Tengirmen ve diğer yazarların Türkçe sevgisiyle yıllarca yineledikleri uyarıya sorumlu veya sorumsuz kurumlar ancak omuz silkmekle yetindiler; dilin başına gelenlerin aktörleri oldular; sorumlulukları ve sorumsuzluklarıyla...Yazar Ahmet Cemal’in bunu eleştiren bir yazısı “Dilimiz Nasıl Yıkıldı” başlığıyla çıkmıştı. Ben de yıllar önce “Milliyet Sanat” dergisinde endişelerimi dile getirmiştim. Peki, bütün bunlar vehim veya kuruntudan mı ibaretti? Devlet katındaki sorumlu aydınlar, görevliler ve kurumlar bu kadar duyarsız ve tepkisiz hale mi geldiler? Bugün, Allah sayılarını artırsın, şairler, yazarlar ve bilim adamlarımız tümen tümen... Yetmiş üniversitemiz, ülkeye aydın kuşaklar yetiştiriyor, ama “Güneş Adam” Mustafa Kemal’in yetmiş yıl önce Sarayburnu’nda, tahta başında, elinde tebeşirle sergilediği Türkçe bilinci ve sevgisi, ondan yetmiş yıl sonra yok; sırra kadem basmış!.. Oysa o yıllarda Mustafa Kemal’in, çalışmalarına bizzat katıldığı Dil Encümeni, aynı zamanda bir Türk Nevzat YALÇIN çe sevgisi encümeniydi. Türk dili ve tarihi Atatürk’ün en büyük tutkularıydı. Encümen toplantılarına katılanlar arasında, Türkçe sevgisiyle yoğrulmuş değerlerden Agop Dilaçar ve Falih Rıfkı Atay’la tanışmak bana bir kıvanç ve onur kaynağı olmuştu. 4O’lı yılların ikinci yarısıydı o dönem. Ulus’taki mütevazı TBMM binası, önünden gelip geçenlere saygı telkin ederdi. Milletvekillerinin hemen hepsinde bir Türkçe kültürü vardı. Aradan onlarca yıl geçti. Günümüzün ihtişamlı pembe koltuklarına kurulan milletvekillerinin pek çoğunun, bırakın Türkçedeki yozlaşmayı mecliste irdelemelerini, orada konuştukları dili dinlerken âdeta şaşırırsınız. Doğru Türkçe ise onlar için ancak leğen örtüsüdür. Dileriz ki, gelecek Mecliste mucizevi bir yenilik olsun. Hani, Türkçemizin eskiden olduğu gibi estetik boyutlarda değilse bile, uygarlığın “lâzımı gayrı müfârik”i olan zarif konuşma geleneğinin hüküm sürdüğü, espriler ve eleştirilerle süslenen bir mecliste konuşulduğunu görmek, halkımız için neden bir özlem olarak kalsın? Diyeceksiniz ki, ne yapalım, sayın Başbakan kendi üslubuna bir çeki düzen veremezse ötekiler ne yapsın? Haklısınız, ne diyebilirim? Şimdiii, bu uzun “giriş”i yapmanın ne âlemi vardı, diyebilirsiniz. Yanıtım, yazımın başlığındadır. Orada, Türkçemizin yani bizi “Türk halkı” yapan ana öğenin gündemde olup olmadığını soruyorum. Çünkü, kaç onyıldır hiçbir kesimden bilinçli bir hareket gelmemiş olması, Türkçeyi düşünen endişeli kesimde gelecek kuşakların nasıl bir Türkçe konuşacağı konusunda büyük kuşkular duyulmaktadır. Bir süre önce, bir gazetede yazar Ebru Toktar’ın “Lise mezunu Türkçeyi öğrenemiyor” başlıklı bir yazısını okumuştum. Toktar, bu yazısında, TÖMER (Türkçe Öğretim Merkezi) Başkanı Dr. Mehmet Tengirmen’in “Anadil Bilincinin Geliştirilmesi” başlıklı raporuna göndermelerde bulunuyor; dil konusundaki araştırmaların yetersizliğine değiniyordu. Ben de, Türkçenin içinde bulunduğu durumun vahametini, ateşin bacayı çoktan sardığını görüyorum. Refik Erduran, sözünü ettiğim yazısında “büyük gazetelerimizin sayfaları dil cinayetleriyle dolu; Devlet televizyonu dil anarşisini körüklemekte başı çekiyor” diyordu. Bu yetmiyormuş gibi bazı özel televizyonların da yaraya tuz biber ektikleri ayan beyandır. Yine Dr. Tengirmen’den öğreniyoruz ki, “Türkiye’de yalnızca Türkçe öğretmeni yetiştirmeyi amaçlayan bir kurum henüz yoktur.”“Henüz” sözcüğünden, “Cumhuriyet kurulduktan seksen üç yıl sonra bile ve Türkçenin bugün içinde çırpındığı perişanlığa rağmen” anlamı çıkmıyor mu? ??? l923’ten beri kaç hükümet ve kaç Milli Eğitim Bakanı gelmiş geçmiş, bir düşünün! Oysa Arapça Kuran kursları ve İmamHatip “Liseleri” pıtrak gibi. Bunca gencimize yazık olmuyor mu? Dış piyasalara imamhatip ihraç edemeyeceğimize göre, laik Türkiye Cumhuriyeti’nde orta eğitime onlarla nasıl bir yön verilebilir? Dr. Tengirmen’in endişesine katılmamak mümkün mü? Arapça yerine Türkçe öğretme ni yetiştiren okullar açmak çok daha fazla ulusal önem taşımıyor mu? Ülkemiz, kendi halkımızın ülkesi değil mi? Bu ülkede Arapça mı konuşuluyor, Türkçe mi, söyler misiniz? Yazılı basınımız, radyolar ve televizyonlar, kuşkusuz en etkili yayın organlarıdır. Ama bu organların sağladığı yararlar kadar verdikleri zararlar da halkımızı etkiler. Özellikle dil konusunda... Yanlış cümleler, yanlış vurgular ve özentilerden doğan hatalar yayın organlarımızda o kadar sık yapılıyor ki, dilimiz, İngilizlerin “pidgeon English”i türünden “pidgeon Turkish” diyebileceğimiz bir Türkçe’ye dönüştü. Eskiden ‘Güzel Türkçe’ye örnek gösterilen İstanbul Türkçesi bu özelliğini yitireli kırk yıl oldu. Bugünün yazılı “Doğru Türkçe”si ise, bu bilince sahip, ama sayısı bir elin parmak sayısını geçmeyen yazarların kaleminde kaldı. “Dilde denge”nin bilincinde olan bu yazarlar, örneğin yazılarındaki (^) şapkacığına dokunulmamasını şart koşarlar. Haklıdırlar. Çünkü bu işaretin kaldırılması Türkçede deprem etkisi yapmış; dilin o güzelim fonetiğini yıkmıştır. Bu yüzden (ilân, lâzım, selâm, telâş, ahlâk, belâ, hikâye, şikâyet) ve benzeri birçok sözcük, (yılan, salam, talaş, molla, ) kelimelerindeki şapkası çalınmış (a) ile yanlış telâffuz edilmektedir. Doğru Türkçeyi konuşmuş ve yaşamış kuşakların “Güzel Türkçe”yi özlememesi mümkün mü? “Ne olmuş yani, varsın öyle değil de böyle olsun” diyebilir misiniz? Ben, bu özlemimi, Ermeni vatandaşlarımızdan sevgili Meline, o nefis Türkçesiyle bizi aradığı zaman gideriyorum. Meline, hâlis muhlis bir İstanbul çocuğudur.... CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle