29 Nisan 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

16 ŞUBAT 2007 CUMA kitap V A S I Z P E R T A V S I Z P E R KULE CANBAZI SUNAY AKIN C 15 Enis BATUR Yazar ve para çekmecelerinde biriktirdiği eski çek defteri koçanlarından hareketle kaleme aldığı o yazısında, koçanlara düştüğü kısa açıklama notlarından geçmiş günleri anımsama çabasına girişiyordu Perec kimin aklına gelirdi, bir yazarın gelirgider notları, öyle bakıldığında düpedüz bir yaşamöykü şeridi çekebilmiştir önümüzde. Ülgener’in kitaplarına yeniden dönmek bir yol, burada. Bu düşünceleri, alıştırma konusunu Nahit Sırrı Örik’in 1934’te yayımlanan (Varlık Neşriyatı, No: 6) bir piyesi ateşledi aslında: "Muharrir"i 1931’de yazmış Nahid Sırrı, önce dergide tefrika etmiş, sonra kitap haline getirilmiş, bilmem 1997’de Oğlak Yayınları "Bütün Oyunları"nı toplayana dek geçen yarım yüzyıl içinde okuyanı, göreni olmuş mudur?"Muharrir", yıllar sonra, arada zengin işadamına dönüşmüş bir sınıf arkadaşının şımarık, yurtdışında okutulduğu için doğru dürüst anadilini konuşamayan çocuğuna ders vermesi için tutulan, geçim çarkını döndürmeyi başaramamış bir "yazar portresi"ne dayanıyor. Buruk, ironiyle ekşilik arası salınan bir sahne çalışması. İstanbul’da bir oyuncak müzesi yuncağı küçümseyen bir toplumun geleceği olamaz. Uygar ülkelerde oyuncak düşleri artsın, kurduğu hayaller çoğalsın diye alınır çocuğa… Gelişmemiş ülkelerde ise oyuncak bir tek amaçla verilir çocuğun eline; oyalansın!.. Oyuncağa değer vermeyen, onu aşağılayan milletler başka devletlerin elinde oyalanmaya mahkumdur. Gezdiğim onca oyuncak müzesinde sergilenen eserler bu gerçeği haykırdılar, her seferinde… Oyuncağın tarihi bilimin tarihidir, sanatın tarihidir… Önce düş vardır çünkü; gerçek onun ayak izlerini takip eder. O MÜZELER TOPLUMUN BELLEĞİDİR Bir millet önce zengin olup ceplerini parayla doldurduktan sonra müzelerin olmadığını fark ederek bu eksikliğini gidermeye kalkışmaz, kalkışamaz… Demokrasiyi sindirmiş, ekonomisi gelişmiş ülkeler önce müzelerini kurdular ve oradan geçen, eğitilen kuşaklar her yönden zenginliğe ulaştılar. Müzelerin kapıları aydınlanmaya giden yola açılır. Müzeler toplumun belleğidir çünkü…Yöneticilerinin bu gerçeği kavrayamadığı bir ülke balık hafızasına sahiptir. Müzeler bize yaşamın satranç oyunu olduğunu öğretir. Bu bilgi birikiminden yoksun olanlar dama oyunundaki gibi günü kurtarma çabasındadırlar ve asla geleceğe yönelik bir hamle üretemezler. Oyuncak müzeleri, geleceğimiz olan çocuklarımıza bilgi toplumu olmanın öneminin anlatıldığı ilk adımdır. Dünyayı oyun ve oyuncakla algılayan çocuklar için oyuncak müzesi, sözcüklerin yerini kurmalı bebeklerin, şatoların, trenlerin, robotların aldığı bir kitap gibidir. Bu üç boyutlu masal kitabının içinde çocuklar hem kendi dünyalarına hem de kendinden önceki çocukların dünyalarına doğru bir yolculuğa çıkarlar. Oyuncak uçakların sergilendiği camekânın önünde, bir havacılık müzesine sığmayacak çeşitlilikte uçaklarla karşılaşılır… İnsanın Ay’a adım attığı 1969 yılından önce yapılan oyuncak uzay gemileri, düş kuran, çocukların oyunlarına uzayı katan milletlerin bunu başardığını haykırır… Hitler’in iktidara geldiği 1933 yılından sonra yapılan oyuncak Nazi askerleri, II. Dünya Savaşı’nın 1 Eylül 1939’da değil, çocukların düşlerinin, oyunlarının işgaliyle başladığının kanıtıdırlar… Tüm bunlar bize şu gerçeği haykırırlar: Oyuncaklar üretildikleri ve oynandıkları dönemlerin en önemli tanıklarıdırlar. Sultan Abdülaziz’in “Şömendifer geçecekse göğsümden geçsin” sözüyle tren taşımacılığa izin vermesinden sonra Osmanlı döneminde en önemli arsalar tren yolunun sağlı sollu iki kenarı olmuştur. Hele bir de İstanbulBağdat tren yolu açıldığında Haydarpaşa’dan başlayan rayların etrafında birbirinden güzel konaklar boy göstermeye başlamıştır. Ne yazık ki, yanlış imar planlarıyla bu köşklerin, konakların çoğu yıkılmış ve yerlerine apartmanlar dikilmiştir. İstanbul Oyuncak Müzesi, Erenköy ve Göztepe tren istasyonlarının tam ortasında bulunan aileme ait köşkte 23 Nisan 2005’te açıldı. Bu tarih özellikle seçilmiştir. Çünkü Mustafa Kemal Atatürk’ün çocuklara armağanı olan bu anlamlı gün, oyuncak müzesinin açılmasıyla bir nevi taçlandırılmıştır. Mutlu sona giden bu yolu çok kolay yürüdüğümü söyleyemeyeceğim. Fakat yaşadıklarım ‘OTOPORTRE’ GİRİŞİMİ Y aşamöyküsüalanındakuramsal çalışmalarınrepertuvarısonçeyrek yüzyıl içinde alabildiğine geliştiyse, bunda en büyük pay araştırmacı Philippe Lejeune’dedir. Özyaşamöykü, yaşamöykü, günlük gibi yazı türlerine odaklanarak başlayan bu serüven, zamanla her türden "kayıt" tutanaklarına yöneldi. Bir aşamadan sonra "kişisel tarih"in sınırlarından taşıldığı biliniyor: Artık kurum ve kuruluşların kayıtları da o gözle taranıyor. Lejeune, bir de dernek kurmuş bu bağlamda: "Rousseau’nun Hatası", düşünürün yaşamöyküsü alanındaki öncülüğüyle ilintili bir vaftiz etme biçimi olsa gerek; derneğin aynı adla yayımlanan, her sayısını bir dosya konusuna ayıran dergisiyle 2005 yılı Şubat ayında tanıştığımda yüzümü bir gülümsemenin kapladığını saklayacak değilim: Dosya konusu "Para"ydı, Kitaplık dergisinin 31. sayısının (Kış 1998) dosya başlığı "Yazar ve Para(lanmak)" olduğu için pek bir keyiflenmiştim; dahası, bizim hazırladığımız sayının içeriği kesinkes daha doyurucuydu, yerli yabancı çok sayıda tanık metne de yer açmıştık. ‘PARA’NIN VARLIĞI Konu edebiyatın çerçevesine girdiğinde, "para"nın varlığı tedirgin edebilir kimi okurları, "ulvi" bir düzleme "süfli kaygıların taşınmasını yadırgayanlar çıkabilir. Birincisi, ender görülür zengin yazarlar (Roussel, Larbaud, vb.), çoğunluk geçim sıkıntısı çekmiştir. Böyle olunca da, mektuptan günlüğe, özyaşamöyküden denemeye, ikide bir yakınmalarla karşılaşılır. İkincisi, ekonomik çerçeve, özellikle anlatı ürünlerinde sık sık kendini dayatan bir olgudur. Eco ve arkadaşlarının, Ulysses’de ne kadar para harcandığını inceleyerek eğlendiklerine değinmiştim; ne ki, akça sorunlarının sayfalar arasında dolaştığı tek roman sayılamaz Joyce’unki, kayda değer bir inceleme alanıdır bu. "Para"nın kurbanı yazar figürü, Balzac’tan Musil’e, hem de kendi kalem(ler)inden, aktarılmıştır. Öteki kutapta, bir tomar kâğıt parayla gezmeden edemeyen Sartre’ın "hal"i çıkar karşımıza. Sorunu kişisellikten soyarak kurcalayanların başında, Foucault’nun gözünde XX. yüzyılın en önemli metinleri arasında saydığı "Canlı Mangır"ıyla Klossowski gelir yazık ki hâlâ dilimize çevrilmemiştir. "Rousseau’nun Hatası"nın andığım sayısında, Perec’in hoş bir denemesiyle karşılaştıydım: Yıllar yılı Kitabın sonundaki yayın notunda "İstanbul Şehir Tiyatrosunun repertuvarına kabul edilip mevsim içinde oynanacağı iki üç sene evvel ilan olunmuştu, beklenilen eşref saatin yakında gelmesine muharriri duacıdır" denildiğine bakarak bir tür "otoportre" girişimi olarak da görebiliriz. Nahid Sırrı’nın muharriri para karşısında tutarsız kalır: Bir adım atar gururla, sonra bir adım geri gider gücü karşısında. En sonunda, zengin arkadaşını hem yazar, hem de yayıncı olma sevdasına bulaştırarak hemcinslerinin yazgısına ortak olma yönünü seçer. Türk edebiyatında, yazarın "para" çerçevesindeki konum ve tutum yelpazesi yeterince incelenmiş değil ne yazık ki. Bir kültür tarihi, bir kültür toplumbilimi geliştirilmedi ülkemizde. Sorunu yazarı yargılamak olarak koymamak gerekir: Büyük sıkıntılar içinde yaşayıp öleninden milyarderine, bana kalırsa, toplumun ve sistemin refleksleri hesaba katılarak yapılacak bir akademik soruşturma, içinde yaşadığımız diyarın değer ölçülerine de ışık düşürecektir. Son dönemde yaşanan zihniyet değişimine de: Bugünün genç yazarını, daha da genç yazar adayını biçimlendiren, yönlendiren etmenlerin arasında "para"nın hangi sırada yer aldığı, bunun, adına Edebiyat dediğimiz uğraşın özünü zedeleyip zedelemediği böyle öğrenilebilir ancak. dan ve yaşayacaklarımdan asla şikâyetçi değilim. Çünkü ülkemde bir müze kurmanın zorluklarını bilerek çıktım bu yola… Türkiye’de duyarlı, çocukları, çocukluğunu ve tarihi seven insanların çok olduğuna inandım ve asla hayal kırıklığına uğramadım. Bir pergelin çivisi gibi yüreğimi bu inançtan hiç ayırmadım ve gerçeği arama yolunda asla yalnız kalmadım. Sonunda kazanan ben değil, “biz” olduk. İstanbul Oyuncak Müzesi’nin kapısından içeri giren bir anne ya da baba bir eliyle çocuğunu tutuyorsa ayrılırken de öteki elinden kendi çocukluğunu tutuyor… Bunu yaşamanın, görmenin mutluluğundan daha büyük, daha yüce bir ödül tanımıyorum. Bir oyuncak müzesini ilk kez, yıllar önce gittiğim Almanya’nın Nürnberg kentinde görmüştüm. O kadar çok etkilendim ki, tüm günümü hiç farkına varmadan orada geçirdim. İstanbul Oyuncak Müzesi’nin ilk oyuncağını da Berlin’deki bir oyuncakçıdan satın aldım. Bu oyuncak, tekerlekli bir attır ve ben, onun süvarisi olarak çıktığım yolda asla bir oyuncak koleksiyoncusu olmaya niyetlenmedim. Yaklaşık dört bin antika oyuncağı bir araya getirirken bir tek amacım vardı; İstanbul’da bir oyuncak müzesi açmak! Masal diyarı İstanbul, bir oyuncak müzesini fazlasıyla hak ediyor. Ona olan sevgimi, hayranlığımı kitaplarımın dışında bir de oyuncak müzesiyle anlatabildiysem ne mutlu bana. Ne İstanbul kirlensin istiyorum ne de çocuklarımızın düşleri… Vapurlarıyla, camileriyle, martılarıyla, kuleleriyle İstanbul bana hep, bir halının üstüne çocukların kurduğu oyuncak bir kent gibi görünmüştür. Başımı ne zaman bu kentin sokaklarında yürürken gökyüzüne kaldırsam, bulutların arkasına gizlenen ve bizlerle oynayan o çocukları görür gibi olurum. İstanbul’da yağmur o çocukların gözyaşları, güneş ise gülümseyişleridir. ‘DÜŞLERİMİZE KUNMAYIN’ DO Türkiye Günlüğü (İki Cilt)/ Stephan Gerlach/ Çeviren: Türkis Noyan/ Kitap Yayınevi/ 902 s. Stephan Gerlach Avusturya elçisi ile birlikte, sefaret heyetinin vaizi olarak 1573’te İstanbul’a geldi. Güncesi, torunu Samuel Gerlach tarafından 1674’te Frankfurt’ta basıldı. Şimdi de tam 332 yıl sonra Türkçeye kazandırılan bu yapıt 16. yüzyıl OsmanlıTürk dünyası için önemli bir kaynak. İstanbul’un Müslim ve gayrimüslim halkının yaşamını dikkatle gözlemleyen Gerlach, özellikle hükümdar, hanedan, saray ve iktidarı oluşturan paşalar hakkında önemli bilgiler vermiş. Yalnız Galata’daki ecnebi topluluklarda değil, Divanı hümâyun kalemlerinde de her dilden yazıldığına ve konuşulduğuna şahit olmuş. Gerlach güncesinde Atmeydanı’ndaki eğlenceleri, yabancı heyetlerin karşılanışını, Ramazan davetlerini, cenaze alaylarını, düğünleri, Muharremâşurenevruz kutlamalarını, Hıdrellez, min Alayları’nı, bin bir çeşit mal satılan pazarları, Boğaz’da sürüler halinde dolaşan yunusları da anlatmış. İki cilt halinde yayımlanan kitabın ilk cildi 15731576, ikinci cildi 15771578 yıllarını içeriyor. İmgenin Tılsımlı Rüzgârı/ Haluk Sunat/ Yirmidört Yayınevi/ 336 s. “Yazınsal bir metni, diyelim, Halid Ziya’nın ‘Mai ve Siyah’ını, başarma, ünlenme, yazarlık sevdası hakkında bir roman olarak okumak, makul bir okuma olabilir. Aynı romanı, ‘narsisistik yapı’nın görünümlerine ilişkin bir roman olarak okumaksa, doğrudan psikanalitik tavra uygun düşer. Halbuki, ‘psikanalitik duyarlıklı bakış’, söz konusu metne, narsisistik ‘çatışmalar’ın, ‘imge(lem)sel’ düzlemde ne den lerine dikkat çekerken, hava ve iklim olaylarıyla ilgili birçok olguya da açıklık getiriyor. Buyruk ve İtaat: Kültür, Sanat ve İktidar/ İsmail Mert Başat/ Everest Yayınları/ 364 s. li ayrıştırıp görünür kılınabildiği, çokseslilik ve çokkatmanlılık içinde ne denli ‘sorunsallaştırılabildiği’, dolayısıyla, ne ölçüde ve nasıl, ‘yaratma’ düzlemine taşınabildiği merakı ile yaklaşır. Peki; tümüyle, yazar öznenin hayat karşısındaki tekil duyarlık ve deneyimlerinden kaynaklanan yazınsal metne, böylesi bir merak ve eleştirel yordamla yaklaşmak ne denli uygundur? (…) İşte; elinizdeki kitap, Birey Sorunsalı’nın izinden yürüyen, Hayal, Hakikat, Yaratı ve Boşluğa Açılan Kapı’ya eşlik eden yazılarıyla anılan eleştirel yordamı, ‘yazınsal metne psikanalitik duyarlıklı bakış’ı açmaya ve örneklemeye çalışıyor” diyor Haluk Sunat. AtatürkMac Arthur Görüşmesinin İçyüzü/ Cüneyt Akalın/ Kaynak Yayınları/ 78 s. Dr. Cüneyt Akalın, ABD Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Douglas Mac Arthur’un 27 Eylül 1932’de Türkiye’ye yaptığı ziyareti sırasında Atatürk’le aralarında geçtiği iddia edilen görüşmeyi inceliyor. II. Dünya Savaşı sonrasından bu yana birçok politikacı, Amerikancı düşüncelerini Atatürk’ün o görüşmesine dayandırmaya çalışıyor, 1950’lerden beri Türkiye’nin dış politikadaki tercihleri AtatürkMac Arthur görüşmesinden yola çıkarak temellendiriliyor. Atatürk ile Orgeneral Mac Arthur arasında 27 Eylül 1932’de İstanbul Dolmabahçe Sarayı’nda yapılan görüşmenin belgesi olduğu iddia edilen ve ilk kez Münih’te Kafkasya adlı bir dergide yayımlanan metnin bir soğuk savaş yalanı olduğunu vurgulayan Akalın, konuyu aklın ve tarih biliminin ışığında aydınlatmaya çalışıyor. Gövde’m/Enis Batur/ Sel Yayıncılık/ 266 s. Özel Ansiklopedi’sinin bu yedinci kitabında Batur, kendi gövdesinden öteki gövdeye uzanan ana ve ara yollara açılıyor: Neden erkek çocuk ağlamamalı ve kız çocuk otururken bacaklarını bitiştirmelidir? Kitap boyunca anatomi dersinden yapışık ikizlere, şeytan tırnağından osuruğa, hasta gövdeden olmadık gömülme törenlerine sıçrıyor Enis Batur: Erotizm, mistik bakış, ironi, Hayat’ın şakaları ve şiddeti, organlar ve maskeler sayfadan sayfaya “can”ın sınırlarında dolaştırıyor okuru. “Gövde’m” romanesk bir deneme kitabı. Küresel İklim Değişimi ve Türkiye/ Mikdat Kadıoğlu/ Güncel Yayıncılık/ 382 s. Dünya halkları açlıkla, savaşla, ekonomik krizle, yolsuzluk ve adaletsizlikle başa çıkmaya çalışırken; soyunu tehdit eden bir başka olayla, “küresel ısınma”yla karşı karşıya kaldı, bırakıldı... Daha fazla para ve güç kazanma hırsıyla dünyanın bütün doğal kaynakları acımasızca tüketildi... Türkiye gibi ülkelerde ise bu iki unsura bir de plansız ve yanlış uygulamalar eklendi... Doğa da büyük bir intikam hazırlığı içerisinde... Prof. Dr. Mikdat Kadıoğlu, bu kitabında “küresel ısınma ve iklim değişiminin” gerçek“İnsanları daha güzele, daha iyiye, üretken bir kardeşlik temelinde daha aşkın değerlere ve dingin bir yaşama taşımak amacı, demokrasi ve sanatı dayanışmacı birer dost kılar. Ne ki, demos kendi gücünü bir farkındalık içinde ve kendisinde omurgalaşmadıkça, demokrasi de kırgınlaşan ve iğfal edilmeye karşı dirençsizleşen bir yapı sergiler. Sanat ise, demokrasi olmadan da kendisini var edebilmenin binlerce yıllık tarihini içinde taşımaktadır. Hatta demokrasi kapaklanıp gerilediğinde sanat, demokrasiye olan dayanışmasını, yoldaşlığa dönüştürür; karanlık arttıkça, bayrağını büsbütün dikleştirir. Tiranın gözünde ise demokrasi de, sanat da iktidarını tehdit potansiyeli barındıran iki düşmandır.” İsmail Mert Başat’ın, sanat, siyaset ve yaşamı konu alan denemeleri yer alıyor bu kitapta. Çocukluğumun Ak Saçları/ Billur C. Yılmazyiğit/ Tera Yayınları/ 162 s. “Çocukluk bir fantezi değildir. Çocukluk ara sıra yaşanacak bir duygu sıçraması değildir. Çocukluk kişinin kendisindedir, bütünündedir, çocukluk o bütünün içinde kırılmış bir aynaysa eğer, yetişkinin görüntüsü de kırıktır. ‘Çocukluğumun Ak Saçları’ duru anlatımıyla emsalsiz bir kitaptır. Yazar hiç kurgulamadan yalnızca bilinç akışıyla yazmıştır. Çünkü hayat bir kurgu değildir” diyor kitabı yayına hazırlayanlar. Dünyanın her köşesinden aldığım oyuncaklara, onlarla oynayan çocukların hayallerinin takılı olduğunu biliyorum. O hayalleri dünyanın en güzel annesinin kucağına, İstanbul’a taşıdım. İnsanlığın tüm düşleri, İstanbul Oyuncak Müzesi’ni gezen çocukların hayatlarında yeniden yeşerecek. Her şeyimizi elimizden alabilirler, ama düşlerimize dokunmalarına izin vermemeliyiz. Hayatın gerçek zenginliği hisse senetlerinde değil, hissi senetlerdedir…Oyuncak müzesiyle İstanbul’un daha da güzelleştiğine ve daha da zenginleştiğine inanıyorum. Bir müzeyi ilk kez altı yaşındayken ziyaret etmiştim. Trabzon’dan yaz tatili için İstanbul’a gelmiştik ve babam bizi ilk gün Arkeoloji Müzesi’ne götürmüştü. Bir ay kaldığımız İstanbul’dan geri döndüğümüzde yeni bir oyun bulmuştum: Müzecilik!.. Annemin kolyelerini, küpelerini, yüzüklerini büyük bir çekmecenin içine koyuyor, çekmeceyi de yerinden çıkararak sokağa taşıyordum… Müzecilik oyunum çok uzun sürmemişti; altın ve gümüş takılarının sokakta olduğunu gören annem pencereden öyle bir çığlık atmıştı ki, “Müzedeki Hayalet” filmini izlerken bile o kadar korkmamıştım!.. Galiba ben hâlâ bu oyunu oynuyorum!.. Bana inanan, düşlerini bu düşüme katan tüm oyun arkadaşlarıma teşekkür ediyorum. BAFTA ödülleri belli oldu LONDRA (AA) İngiliz Film ve Televizyon Sanatları Akademisi (BAFTA) ödüllerinin sahipleri belli oldu. Oyuncu Helen Mirren, önceki akşam Kraliyet Opera Evi’nde düzenlenen BAFTA ödül töreninde “The Queen” filmindeki Kraliçe 2. Elizabeth rolüyle en iyi kadın oyuncu ödülünü aldı. 61 yaşındaki oyuncu, ödülünü aldıktan sonra yaptığı konuşmada, zaferini “bir onur” olarak nitelendirdi. “Notes on a Scandal” ve “Little Children” filmlerindeki rolleriyle İngiliz oyuncular Judi Dench ve Kate Winslet’i arkasında bırakan Mirren, aynı filmdeki rolüyle Altın Küre Ödülü’nü de kazanmıştı. İngiliz kraliyet ailesinin Galler Prensesi Diana’nın 1997’de Paris’teki trafik kazasında hayatını kaybetmesine karşı tepkisinin anlatıldığı “The Queen” filmiyse en iyi film ödülünü kazandı. “The Last King of Scotland” adlı film ise gecede üç ödül kazandı. Bu filmdeki Ugandalı diktatör İdi Amin rolüyle Forest Whitaker en iyi erkek oyuncu dalında ödül kazandı. Film, yılın en iyi İngiliz filmi ve en iyi uyarlanmış senaryo dallarında da ödül aldı. James Bond filmi “Casino Royale” 9 dalda aday gösterilmesine karşın bir ödül alabildi.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle