29 Nisan 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

16 ŞUBAT 2007 CUMA spor NEYMİŞ ABDÜLKADİR YÜCELMAN Ralli benim sporum... Ali Deniz USLU Hayatını motor sporlarına adayan Volkan Işık Türkiye’de ve dünyada önemli başarılara imza attıktan sonra şimdi de kurucusu olduğu “Driving Technics” tarafından düzenlenen “Volkan Işık ile Ralliye İlk Adım” seminerlerinde her yaştan yarış tutkunlarına tecrübelerini aktarıyor. Amacı bilinçli sürücüler yetiştirip, doğru ve güvenilir otomobil kullanımını sağlamak, eğitim sonunda da en başarılı kadın ve erkek katılımcıya birer Fiat Palio ralli otomobili hediye ediyor. Bu eğitime katılmak için gerekli özellikler ise ehliyet, cesaret ve ralli heyecanı. Işık, İstanbul trafiğinin ralliden çok daha tehlikeli olabileceğini düşünüyor, önerisi sakin araba kullanmak. Şehir trafiğinde çok yavaş araba kullanan Işık, arabasına binenleri hayal kırıklığına uğrattığının farkında… Otomobil ve yarış tutkunuz ne zaman başladı? Bu hep vardı, yani ben onunla doğdum. Bu işi kafama çok küçükken koymuştum ve şansımı denemek için kararlıydım. Asıl cesaret isteyen bu karardı. Sonra bir ralli otomobili almak için çalıştım ve ilk yarışıma girdim. O ilk yarışta anladım ki bu benim sporum, ben buraya aitim. Hatta bu gün başardığım hedefleri daha o ilk yarışta belirlemiştim. Ralli pilotu olmaya karar verdiğinizde yakınlarınızdan gelen tepkiler nasıldı? Ailem bile desteğini bu işte ne kadar kararlı ve istekli olduğumu anladığı zaman verdi. İlk zamanlarda bırakmam için çok uğraştılar. Çünkü çocuğunuzun yarışa gittiğini bilmek, bir de onu yarışırken izlemek hiç kolay değil. Çünkü motor sporları gerçekten tehlikeli. Bu işte başarının kriterleri neler? Bu işe inanmak, cesaret ve özgüven ilk gerekenler. Yetenek, zamanla ve hızla kazanılan tecrübe, pratik zekâ, strateji geliştirme ve disiplin olmazsa olmaz. Basamakları çıktıkça bir başka özelliğe ihtiyaç duymanız zaten kaçınılmaz. Hız ve adrenalin yarış tutku C 19 Bir Koltuk Buna Değer mi? Volkan Işık Türkiye’de ralli denildiğinde akla gelen ilk isimlerden. İyi bir ralli pilotu olmak için çok çalışmanın yanı sıra, inanç, özgüven, disiplin ve yeteneğin şart olduğunu, asıl cesaret isteyenin ise bu kararı vermek olduğunu söylüyor. “Ralli, hız ve cesaretten ibaret değil” diyor, “adrenalin bağımlılık yapıyor, ama benim derdim hız yapmak değil, otomobile her koşulda ve her saniyede sunun en önemli unsurları olsa gerek... Adrenalin bağımlılık yapıyor, ama benim derdim hız değil. Benim için çekici olan kontrol ve otomobil hâkimiyeti. Hem de her türlü zeminde. Her saniyede otomobile hükmedecek hâkimiyeti sağlamak, tek derdim. Yarışlarda korktuğunuz anlar oluyor mu? Bu iş korkusuz olmaz, korkarak da olmaz. Üç yıl önce çok ciddi bir kaza yapmıştınız... O aslında bir uçak kazasıydı desem yeridir. Çünkü 180 kilometre hızla gökdelenden aşağıya atılmış gibiydik. Çarpışmadan önce son saniyelerde bile bu aracı nasıl kurtarabilirim diye düşünüyordum ki o sırada uçurumdan aşağıya doğru uçuyorduk. Yani havadaydık! Kurtaramadım. O kazadan sonra “artık bırakmalıyım” dediniz mi? O kaza benim hatamdı, ama hiçbir zaman “ben ne yapıyorum ya da bırakmalıyım” demedim. Bu camianın problemleri ile uğraşırken çok daha fazla zorlanıyorum. Otomobilinize nasıl konsantre oluyorsunuz? Konsantrasyonumu her koşulda sağlarım, etrafla pek ilgilenmem. Kendi ruh atmosferimi arabaya ve yola göre belirlerim. Hem yarışta hem de normal hayatımda. İstanbul gibi trafiği arapsaçına dönen bir şehirde nasıl araba kullanıyorsunuz? İstanbul gibi trafiği de çok özel. Bu trafiğin içinde temel koşul sakin olmak. Zaten İstanbul’da araba kullanmak rallide araba kullanmaktan daha tehlikeli olabiliyor, ben özel hayatımda gerçekten çok yavaş otomobil kullanırım. Günlük hayatta arabanıza binenler buna şaşırıyor mu? Arabama ilk kez binenler çok süratli araç kullandığımı düşünür. İşte o yüzden bazıları hayal kırıklığına uğrar, bazıları da şaşırır. Yakın dostlarım bu normallikten sıkılıyor. Uzun bir süredir “Volkan Işık ile Ralli ye İlk Adım” adı altında eğitimler veriyorsunuz... Bu eğitimlere Türkiye’nin dört bir yanından insanlar geliyor. Bu güne kadar 1200 kişi katıldı. Amacımız, bu sporu tanıtmak ve insanları bilinçlendirmek. 18 yaşındaki katılımcıyla 60 yaşındaki katılımcıyı aynı heyecanla görmek çok keyifli. Bu eğitimlerde günlük hayatta kullanılan sürüş tekniklerini teorik ve pratik olarak gösteriyoruz. Yarış disiplini ve sürüş kurallarını anlatıyoruz. Eğitimin sonunda ralli heyecanını, gerçek bir ralli ortamı yaratıp, yarış için start vererek yaşatıyoruz. Şu ana kadar 50 kişi lisans aldı ve yarışlara katıldı. Bu yıl “Ralliye İlk Adım”da beşinci yılımız ve birinci olan kadın ve erkek sürücülere birer yarış otomobili hediye ediyoruz. Ayrıca son yıllarda kadın katılımcıların sayısı hızla artıyor. Trafikte kadın şoförler hep eleştirilir… Eğitimlerinizde durum nasıl? Kadınlar çok daha dikkatli ve çabuk öğreniyorlar. Aldıkları bilgiyi çok daha hızlı bir şekilde uyguluyorlar. Erkekler doğru bildiklerinden vazgeçmiyor. Geçen yıllarda biraz da eşlerinin zoru ile bize katılan kadınların büyük bir çoğunluğu yarışta eşlerini geçtiler. Bu da spora meraklı, hızlı otomobil kullandığını düşünen erkeklerde şaşkınlık ve hayal kırıklığı yarattı. Trafikte ise kadın şoförler daha dikkatli olmalarına, yavaş ve temkinli araba kullanmalarına rağmen trafiği yavaşlatıyorlar. Erkekler sanırım haklı olarak ona kızıyor. Belki kadınlar biraz daha hızlı, akıcı ve seri olurlarsa bu önyargıyı ortadan kaldırabilirler. Amatörlere tavsiyeleriniz neler? Ralli otomobili dediğiniz zaman akla hızlı otomobil geliyor. Bu çok yanlış. Ralli otomobili sağlam ve güvenli otomobildir. Şartlar içinde hız en son gelir. Bu spora başlayan bir amatörün önce sağlam araçlarla sonra hızlı ve sağlam araçlarla yarışması gerekli. Çünkü hızda hâkimiyet tecrübe ile orantılı ve tecrübeyi de yaşamadan kazanamazsınız. Bir de rallide hız ve cesaretten çok daha fazlası var. alancılık bir karakter meselesidir. Yalanın küçüğü büyüğü yoktur. Yalan yalandır. Dostoyevski’nin bir lafı vardır, “ yalan söyleyen bir süre sonra nerede doğru nerede yalan söylediğini karıştırır”. Bir de bizden bir deyiş ekleyelim, “Yalancının mumu yatsıya kadar yanar’’. Konu çok iğrenç, olay ne yazık ki gerçek. Günlerdir düşündüm bu olayı yazıp yazmamakta gerçekten kararsız kaldım. Bilgisayarın başına birkaç kez geçtim, ama sonunda fazla rencide edecek sözcüklerden de kaçınarak yaşanmış ve en az dört tanıklı bir olayı yazmaya karar verdim. Yıl 1998. Mekân Paris. Günlerden 7 Haziran. Dünya Kupası başlamadan önce FIFA Başkanlığı seçimi var. Türkiye Futbol Federasyonu heyeti, Başkan Haluk Ulusoy hariç tam kadro orada. Metin Kazancı, Selami Özdemir, Hadi Türkmen ve oy vermeseler bile UEFA Başkan yardımcısı Şenes Erzik ile TMOK Başkanı Togay Bayatlı. Genel kurul toplantısı başlayıp oylar verilmeye başlayınca Türkiye’nin oyunu federasyonun başkan yardımcısı Hadi Türkmen kullanıyor. Oyumuz federasyon kararı ile Johnsson’a. Amacımız da UEFA Başkanı Johnsson’u FIFA Başkanlığı’na getirmek ve Şenes Erzik’e UEFA Başkanlığı yolunu açmak. Aslında doğru bir düşünce. Hadi Türkmen oyumuzu veriyor, Y ama sonuçta sandıktan Blatter çıkıyor. Gerçi Blatter’ın başkanlığı çok tartışılmışsa da İsviçreli FIFA koltuğuna oturuyor. Aradan yıllar geçiyor olaylı İsviçre maçının ardından gelen ağır cezalar karşısında son umudumuz olan CAS’ye başvuruyoruz. O sıralarda Haluk Bey’in, “ Blatter benim babam, onu FIFA Başkanı ben yaptım’’ manevralarını medyada okuyoruz. Ansızın ceza dosyamız da FIFA’dan CAS’ye giderken yoldan dönüyor ve Blatter cezamızı altı maçtan üçe indiriyor. Yine o sıralarda Haluk Bey’in vatan, millet, konuşmaları hepimizin hoşuna gidiyor. Ve Blatter’in seçildiği 1998 FIFA Genel Kurulu’nda Almanya’da olduğu için bulunmayan ve Türkiye’nin oyunun Johnsson’a verildiğini bile bile, ‘“Blatter’i ben seçtirdim. O benim babam” diyen Haluk Bey’in ayıbını yüzüne vurmadık. Ama o ayıp devam etti ve bu kez, “ Platini benim kardeşim, onu UEFA’ya ben seçtirdim’’ diyen Haluk Bey’in oyunu Johnsson’a verdiğini L’equipe gazetesi açıklayında dünyanın öğrendiği ayıbı yazmakta bir sakınca görmedim. Konfiçyüs, “Makam sahibi olmak için yalan söylemektense bu hırs ve arzudan vazgeçmek daha iyidir’’ der. Bu sıkıntılı yazıyı kendi deyişimizle noktalıyorum, ‘’Bütün bunlara değer mi?’’ ayucelman?yahoo.com Amerika futbolda dünyayı ele geçiriyor Onur SALMAN sadece siyasi ve askeri ABD olarak dünyanın en büyük süper gücü olmakla kalmayıp spor dünyasının da süper gücü olmaya niyetlendi. Gün geçmesin ki gazetelerin spor sayfalarında ve internet sitelerinde Amerikanın ayak seslerini duymayalım... Amerikalı işadamları, ülkelerinde ismini bile değiştirdikleri bir spora yoğun bir şekilde ilgi göstermeye başladı. Tabii ki bu spor hepimizin tahmin edebileceği gibi futbol. İlk haber çok yankı uyandırdı. ABD’li bir işadamı olan Malkom Glazer, 2003’te yüzde 3.17 olan kulüp yüzdesini 2005’in 14 Haziran’ında yüzde 97.3’e dek çıkartıp Kırmızı Şeytanların tek patronu haline geldi. Çoğu Manchester United taraftarı böyle bir satışı istemedi hatta Manchester sokaklarında protesto gösterilerinde bulundu. Ama bu Bay Glazer için hiçbir anlam ifade etmedi. Çok büyük bir marka almıştı ve bu markayı 2 oğlu ve bir kızını kullanarak tam bir aile şirketine dönüştürmeyi başardı. Bu satışa kızan Manchester United taraftarları, ‘The United of Manchester’ isminde bir takım bile kurdu ve artık Manchester United’ın maçlarına gitmeyeceklerini belirtti. STON VİLLA EL DEĞİŞTİRDİ İkinci haber biraz daha sessiz ve sakin oldu. Basında da çok yer aldığından bahsetmek mümkün değil. 23 yıllık Aston Villa Başkanı Doug Ellis, hastalığını neden göstererek kulübü satışa çıkardı. Ve bu açıklamadan yaklaşık 10 ay sonra bir başka ABD’li de Premier Lig’e adımını atmış oldu. Aynı zamanda Amerikan Ulusal Futbol Ligi’nde mücadele eden Cleveland Browns’un sahibi olan Randy Lerner, Aston Villa’yı satın aldı. Bu satış Kırmızı Şeytanlarınkine oranla çok daha sancısız geçti. Hatta o kadar ki taraftarlar bu satıştan dolayı memnun olduklarını bile açıkladı. Her ne kadar çoğu Aston Villa taraftarı memnuniyetini bildirse de Amerika’nın ‘soccer’ı yavaş yavaş Avrupa’nın futbolunu ele geçirmeye başlayınca tedirgin olanların sayısı da azımsanmayacak seviyeye geldi. Aston Villa’yla Manchester United’ın satışları arasında yaklaşık 1 yıllık bir zaman farkı vardı. Manchester’ın kırmızı tarafı 2005’in Haziran’ında Amerikalılara teslim edilirken, Birmingham ekibi de 2006’nın Ağustos’undaki satışla Amerikan bir başkana gitti. Aston Villa’nın el değiştirmesinden sadece 5 ay sonra transfer ‘piyasasını’ sarsan haber yine ABD’den geldi. Bu kez bir kulüp satın alınmamıştı ama bir yıldız kaymıştı büyük tartışmalar arasında eski dünyadan yeni dünyaya... David Beckham, 2007’nin ilk ayında Los Angeles Galaxy takımına yaklaşık 50 milyon dolar karşılığında gitmeyi kabul etti. Ancak Real Madrid Teknik Direktörü Capello bu transfere vize vermedi. Soccer, futbolu kendine benzetmek için yastık altında tuttuğu bütün paraları ortaya çıkarmaya başlamıştı bile... Durmaya da pek niyeti yok tabii ki... Sonuçta yetiştiği kültürün bir parçası olarak paranın her kapıyı açacağını savunuyorlardı ki aynen dedikleri gibi oldu. Bu para anahtarına liman işçileri de dayanamadı. Belki ‘hiç yalnız yürümediler’ ama borçlar bir değil iki ABD’li başkanla yürümelerini zorunlu kıldı. 6 Şubatta işçiler kapitalle ve tartışmayla buluştu. Premier Lig tarihinin en başarılı kulübü Liverpool, 435 milyon sterline ABD’li işadamları George Gillett ve Tom Hicks’e satıldı. Amerikan Buz Hokeyi Ligi’nde rakip olan iki işadamı Premier Lig’de ortak oldu. Bunca haber ve alışverişten sonra suların durulmasını beklemiyorsunuz herhalde. ABD’li işadamlarının İngiltere’de gözlerinin üzerinde olduğu özellikle 2 takım daha var; Manchester City ve Newcastle United... ABD’nin yükselen iş alanı öyle gözüküyor ki futbol, pardon ‘soccer’ olmuş. İşadamları işi gücü bırakıp takım alıyor. Hem de futbolun doğduğu ülkede yatırım yapıyor. Eğer ABD’li bir işadamı gelip tutuğunuz takımı alırsa ne hissedersiniz? Benim hissiyatım eski Manchester United, yeni United of Manchester takipçilerinden farklı değil. Daha küçük bir stat, ödenmekte zorluk çekilen bir borç, kulübümün elimden gitmesinden bence daha az önemli. Siz ne dersiniz? İZMİR (Cumhuriyet Ege Bürosu) Sanatın buzla buluştuğu “Uluslararası Buzdan Heykel” yarışmasında Türk takımı 6. oldu. Helsinki Hayvanat Bahçesi’nde, “Doğa ve Tehdit Altındaki Türler” konulu yarışmada ilk kez bir Türk takımı, uluslararası alanda buz sanatı dalında ödüle değer görüldü. Çok sayıda adayın yer aldığı yarışmada, ön elemeleri geçen 14 takımın arasından Türkiye’yi, Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakülte Sanatın buzla dansı si Seramik Bölümü Yüksek Lisans Öğrencisi Sema Okan ile Mustafa Kemal Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel Bölümü Öğretim Üyesi Varol Topaç temsil etti. Helsinki Belediyesi’nce bu yıl 5’incisi düzenlenen yarışmada, katılımcılar kendi ülkelerindeki tehdit altında olan hayvan veya bitki türlerini buzlara işlediler. Okan ve Topaç’ın yaptığı buzdan “Akdeniz Foku” heykeli ise diğer eserlerle birlikte ilkbahar aylarında eriyinceye dek hayvanat bahçesinde sergilenecek. İLK DENEMEYE ÖDÜL Mustafa Kemal Üniversitesi ve Dışişleri Bakanlığı’nın desteğiyle katıldıkları yarışmada ilk kez buzda çalıştıklarını belirten Okan ve Topaç, ge rekli araç ve gereçlerinin eksik olmasına karşın çok keyif aldıklarını vurguladılar. Diğer yarışmacıların, buzdan heykelde uzmanlaştığını ve eksik malzemeler konusunda yardımda bulunduğunu belirten Okan ve Topaç, “Buz çok etkileyici bir malzeme. Kolay yontuluyor ancak hava şartları çok zorlayıcı. Teknik malzeme eksiğimiz vardı. Ama yardımlaşmalarla telafi ettik. Teknik ve bilimsel olarak uzmanlaşıp buz yarışmalarına yeniden katılmak istiyoruz” dediler. A ünya futbol ekolünde, bizim hal ve gidiş notumuz kırık. Bu yadsınamaz. Aksi de söylenemez. Ağzımızla kuş tutsak, Batılılara beğendiremiyoruz. UEFA bizden memnun mu? Evet demek, çok iyimserlik. Ya AB? Bizi, içlerine almamak için bin türlü ayak oyunu içindeler. Bütün evrensel örgütler ile ters düşüyoruz. Müslümanlık, Hıristiyanlık gibi düşünceler, neden değil. Sonuçları buna bağlamak, bir aymazlık. Hep kendimizi haklı görüyoruz. Kendimiz hakkında özeleştiri yapamıyoruz. Bir anlamda, kendi kendimizi kandırıyoruz. Geçen yıl, Avrupa Kupası maçlarında İsviçre ile oynadık. Trajik olaylar sergilendi. Bunları televizyonda hepimiz seyrettik. Bizle birlikte bütün dünya da gördü. Ama olayları tahlil etmeden, yine kendimizi haklı çıkarmaya çalıştık. Bize faydası olmadı. UEFA, ceza yasalarındaki maddeyi uyguladı. Birtakım siyasi düşünceler ve Şenes Er D GÖRÜŞ HALİT DERİNGÖR Bu Kafa Aynı Kafa İsviçre trajedisinin başında olan teknik direktörümüz ne diyebilirdi ki! Bozacının şahidi şıracı. Sanırım bu, bir şekilden öteye gitmez. Çünkü İngiliz hükümeti, sporda ve sporun dışındaki diğer yasalarda ayrıcalıklı davranmaz, hükümleri tavizsiz uygularlar. Bizde hukuk yok mu? Var... Ama hukukun üstünlüğünden öteye birtakım güçlerin üstünlüğü önemlidir. Hepimizin bildiği gibi sahalardaki birtakım spor anarşistleri, emniyetin bir kapısından girer, öteki kapısından çıkar. Dileriz bu genç futbolcumuz ceza almaz. Bundan sonra sahadaki davranışlarında dikkatli olur. TürkiyeGürcistan maçına gelince; 10 yenildik. Hazırlık maçıydı. Kıy zik faktörü bizi kupa dışı kalmaktan kurtardı. Fakat bu olaydan ders alabildik mi? Hayır... Hâlâ kanayan bir yara, enfeksiyonu devam ediyor. İşte o maçın kahramanlarından Emre Belözoğlu, şimdi İngiltere’de, Newcastle’da oynuyor. Rakiplerine ırkçılık yapmakla suçlanıyor. Böyle bir şey yapacağına inanmıyorum. Sanırım ırkçılık nedir onu da bilmiyordur. Ama bu çocuk, saha içinde bin türlü kural dışı hareketlerden kendisini kurtaramıyor. Kendini tamir edebilecek bir eğitimi yok. Oysa, bunları yapmasa, çok güzel bir futbolcu. İngiltere Futbol Federasyonu, Fatih Terim’in karakter referansı vererek Belözoğlu’nu savunduğunu açıklıyor. meti harbiyesi yok. Ama bir İsviçre trajedisinin daha meydana gelmesine ramak kaldı. Bir yandan dünyadaki imajımızı düzeltmek istiyoruz, diğer yandan da kötü alışkanlıklarımızdan kendimizi kurtaramıyoruz. Yenilmeyi, dünyanın sonuymuş gibi düşünüyoruz. Gürcistan maçında, yine suçlu hakem!.. Maçın bantlarını UEFA’ya göndereceğiz. Ülke olarak hakemler ile uğraştığımız kadar futbolcularımızı eğitsek daha iyi olmaz mı? İkinci yarı takıma iki Trabzonlu Gökdeniz Karadeniz ve Fatih Tekke girdi. Gökdeniz çok müsait bir pozisyonda aldığı topu, kaleci ile karşı karşıya kaldığında boş tarafa yuvarlayacağına, kalecinin üzerine attı. Acaba hakem mi neden oldu bu pozisyonun kaçmasına? Ne yazık ki İsviçre maçındaki kafa yine aynı kafa, hiç değişmemiş. Bunu, Gürcistan maçının sonunda üzüntü ile seyrettik... hderingor?hotmail.com
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle