29 Nisan 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

16 Almanya’da Türk Türkiye’de Alman Volkan ARAN ürkiye’ye döndükten sonra insanların kendisine bakışını tanımlarken, “Onlar için yeterince Türk değildim” diyor Serpil E. Aynı duyguyu 80’li yıllarda Almanya’da da yaşamıştı. Yeterince oralı bulunmamışlardı. Binlerce genç insan, bazısı anne babasının yönlendirmesiyle, bazısı da “ait olduğumuz yer” diye Türkiye’ye dönmüştü. Çoğu, bunu bir dönüş olarak değil, taşınma olarak tanımlıyor şimdi. Çünkü… O duvarın arkasında ne olduğunu soruyordu Nadin Reschke annesine. “Başka bir ülke” yanıtını her aldığında “Nasıl bir yer” sorusu geliyordu aklına. Nadin Reschke, Berlin’de yaşadıkları evde 14 yaşındayken bu duvarın yıkılışına şahit oldu. “Hayatımı bu denli etkileyeceğini o zaman fark etmemiştim” diyor. Bir rejimin çöküşü olarak tarihe geçen o duvarın altında çocukluğuna dair tüm anıların kaldığını da sonraları anlıyor... “Bir azınlık gibi değilsiniz ama” diyor “sanki hayatınızın bir bölümü yok C T kültür Nadin Reschke Kindlimann (kendi çizimiyle) 16 ŞUBAT 2007 CUMA LONDRA’DAN MUSTAFA K. ERDEMOL “Kar Yağıyor Üstümüze İnceden” de gibi düşünmek ne güzel olurdu yağan karı. Oysa kan kırmızısı, tonlarca karın altından sızan ne kadar güçlü bir renkmiş. Ayı avcılığıyla ünlü, adı gerekmez bir gazetecinin, vurduğu ayının karlar üzerindeki kanına bakarak, “kar ile kan ne güzel uyuşuyor” diye yazı döktürdüğü bir ülkede, kan kırmızısının güçlü olduğuna şaşırmak da ayrı bir şaşkınlık konusu elbette. Üstelik “kanı kar ile yoğurmalı” diyerek kan davalarına cılız da olsa itiraz edenlerin –hâlâ bulunduğu bir toprakta, Anadolu toprağında yazıldı bu yazı. Sezai Karakoç’un derdi başka. O, “Kar Şiiri”nde, “Karın yağdığını görünce / Kar tutan toprağı anlayacaksın / Toprakta bir karış karı görünce / Kar içinde yanan karı anlayacaksın” der. Karın, aslında hiçbir ateşin üzerini örtmediği söylenmeye çalışılmış gibi anlarım ben bu şiiri nedense. Tipide kalıp da donmaktan son anda kurtulanların çoğuna konan tanının “kar yanığı” olmasına bakarsak, karın kendisi bir hayli yakıcı bir “ateş”tir. Nâzım’ın “karlı kayın ormanında yürüyorum geceleyin” dediği kış akşamında, ki “efkarlı” olduğu bir akşamdır, aradığı bir dost elidir. Yazın özgür, yalnız olmaya yatkın ruh halimiz, kışın yalnızlığa dayanıklı değildir. Nâzım da öyleydi. Hapishanedeyken bile “havalandırmaya” çıktığında yaz güneşini görür görmez “güneş ve ben, bahtiyarım” diyerek yalnızlığını seven Nâzım, “dost eli”ni bir kış günü aramıştır. Kış budur işte. Hiç durmadan yağan karı ancak Yahya Kemal anlatabilirdi. “Bir kuytu manastırda dualar gibi gamlı / Yüzlerce ağızdan koro halinde devamlı” diyerek kar sesi duymak şair işi. Bizim duyduğumuz değil gördüğümüz bir şeydir kar. O gördüğümüz, yere yüz üstü uzanmış “Türkiyeli bir yetim”in kanını örtmeyi becerememiştir. Beyaz temiz bir renk de olsa, kirleri örtmeye yeterli bir renk değildir. Hiçbir zaman da olmamıştır. [email protected] Yazanları görüyorduk, aralarında arkadaşlarım da vardı, ‘Niye yazıyorsunuz’ diye soruyorduk, doğru bir sebep söylemediler. Sizden nefret ediyoruz dediler, sadece.” “Ne demek istediğini anlamıştım” diyor Nadin, sergide “Geri Dönüş” resmiyle eşlenen Derya A’nın sözleri için, “1990’da Doğu Berlin’deki okulumdan Batı Berlin’deki bir liseye geçtiğimde aynısı duvarda yazıyordu: Ossis raus (Doğulular dışarı)”. Katalogda Nadin tarafından sırtı dönük olarak resmedilmiş Serpil E’yi dinliyoruz ardından: “En kötüsü Türk olmamamdı... Burada yaşayan insanlar için yeterince değildim... Başka bir şeydim, Almanya’da yaşamış ve şimdi de Türk olmaya çalışan biri. Almanya’da da Almanlar için yeterince Alman değildim, Türk’tüm… Peki ne... sadece din mi, yoksa ismim mi? Yıllar boyunca kendi içimde savaştım, ben şimdi neyim, diye. İsmim söylendiğinde Kısa süreli bir sergi açtı Nadin Reschke Kindlimann İstanbul’da. Konusu, Almanya’dan dönen ikinci kuşak Türklerdi. Almanya’da büyümüş, o kültürü öğrenmiş, ama yabancı düşmanlığı karşısında Türk kimliklerine yönelmişlerdi. Türkiye’de ise arkalarından şöyle bağırılıyordu: Alman domuzu. Kimi içine kapandı, kimi iki “ev” seçti kendine... Doğu Almanya’da doğup büyüyen, “yabancı”lığı iyi bilen Nadin’in sergisi onları, biraz da kendini anlattı... olup gitmiş gibi. İki Almanya birleşmedi, Batı, Doğu’yu aldı yalnızca”. Yaşadığı topraklara yabancı kalma duygusunu yaşayan sanatçı Nadin Reschke Kindlimann’ı bu çalışmaya iten de işte bu tanıklık. “Almanya’dan dönen” Türklerle çalışmasının nedeni, hem o insanların dilini, hem kendi sanat anlayışını yansıtmak. İstanbul’da beş aylık bir çalışmanın ardından Masa Projesi’nde sergilenen çalışması “Almanya’dan dönen” bu ikinci neslin söylediklerinden kurulu bir dinleti ve bu sözleri birbirine eşleyip tek bir öykü haline getirdiği ve kara kalem çalışmalarıyla süslediği bir kitapçıktan oluşuyor. “Türkiye’de yaklaşık iki buçuk milyon ‘Almanya’dan geri dönen’ var” diyor “çoğu neredeyse büyüdükten sonra dönmüşler.” Biz de dönenlerin sözlerine ve Nadin’in “Kalıntı” adını verdiği işinden yansıyanlara kulak verdik. “Ben Almanya’da hep Almanlarla bir aradaydım. 80’li senelerin başında yabancı düşmanlığı başladı. Okulda, sokakta… Duvarlarda ‘Türken raus’ gibi şeyler yazıyordu. Geri dön! Nadin’in kalemiyle Serpil. ‘Siz nerelisiniz’ sorusu soruluyordu hep. O zaman bir insan olarak değil, geldiğim yere ve statüme göre muamele görüyordum. Bunu o kadar insanlık dışı buluyordum ki kendimi daha çok Türk uyruğuma yönlendirdim. Ben sandım ki her Alman ‘Sen Türk değilsin’ dediği için evime geldim. Burada da her Türk ‘Sen Türk değilsin’ deyince... Hatta bir keresinde sınıfımdan birisi sinirlendi ve arkamdan ‘Alman domuzu’ diye bağırdı... Zannediyorum bu en kötü anımdı, Alman domuzu olmak... Pardon yani, nasıl yani, neden yani ve ne yaptım da bunu hak ettim? Bu çok acımasızdı... Ve o gün çok şey değişti. O zaman kendime söz verdim ki: Ben her ikisi de olucam! Ama ben, ben olarak ne oraya aitim, ne diğerine.” “Gündelik hayat kültürünü tanımadıkları yabancı oldukları bir ülkeye gelmişlerdi” diyor Nadin. Almanya’da büyüyen birisi için neydi İstanbul’un gündelik yaşantısındaki bu derin fark? Yanıtını yine katılımcıların Nadin’le yaptıkları görüşmelerden yansıyanlarda arıyoruz. “Burada her şey daha ambalajlı” diyor Banu B, “her şey seçilmiş bir filtreden geçiyor.” O sırada sanat ortamından bahsediyorlar aslında ve gösterilenle yetinmenin zorunluluğundan, bir şeyin derinine inmek için olağanüstü bir kişisel gayretin gerekliliğinden. Ercü ise hayatta olan bitene eleştirel yaklaşılmadığını, Türkiye’de insanın kendi hayatını şekillendirme arzusunu yeterince duymadığını söylüyor. “Sanki boş bir taksi gibi. Adamın biri biniyor, beni şuraya götür diyor, iniyor... Sonra, napıcam şimdi derken diğeri geliyor, biniyor… Kendini geliştirme, hayatını şekillendirme... Bu istek çoğu insanda yok.” Müzevver ise Türkiye’de insanlar arası ilişkide düşüncelerin çok daha sansürlü yansıtıldığını düşünüyor. “İlk senelerde buradaki Türklere çok direkt geldim, hatta bazı kadınlar böyle çok direkt düşündüğümü söylediğim için benden korkuyorlardı. Sonra bu korkudan dolayı inanılmaz dikkatli davranmaya başladım. Doğru davranmak istiyordum ama yaralamak istemiyordum. Dikkat çekmek istemiyorum. Oysa yerli Türkler çok daha rahat ve doğal. Bu biraz kalıyor işte. Geçen 18 yıla rağmen.” Hep olumsuz değil karşılaştırmaların sonucu. Müzevver, “Almanya’da insanlar çok izole olmuş gibiler ve orada mutlu değiller. Çok da başarı odaklılar, sonunda insanın ruhu ilgisiz kalıyor” diyor. Nadin ise “Yakın arkadaşlar ve aile bağları çok daha sıkı Türkiye’de” diye ekliyor söyleşimizin sonunda, “Almanya’da arkadaş buluşmalarında sarılıp öpüşmeyiz genelde. Selam, der geçeriz. Burada vücut dili de bambaşka.” Nadin, hep o kaybolan çocukluğun izlerine yer vermiş sergi kitapçığında da. “Güzel yazı defterine eski daktiloyla yazdım tüm bunları” diyor, “çocukluğu hatırlatsın diye. Tercüme sırasında da eski Türkçe kelimeler kullanılsın diye gayret ettik.” Beş gün süren serginin kapanışını da Tophane’de kaldığı apartmanın yakınında, öğle yemeklerini yediği “Naime Ev Yemekleri” lokantasında yapıyor Nadin. Ev yemekleri sözünü tercüme edince, sanki bir şeyle bağlantı kurmuşuz gibi gülümsüyoruz ikimiz de. üresel ısınma sözünü o kadar çok sık duyunca insan, bir sabah her tarafı beyaza kesilmiş görünce şaşırıyor doğrusu. Elbette, beklenenden daha fazla yağan, Londra’da bile neredeyse tek bir kara parçası bırakmayan kara bakıp, “küresel ısınma dedikleri abartıymış” diyecek değiliz tabii. Bu yönde çabaların olduğunu, özellikle çevrecilerin dikkat çektiği tekeller eliyle yaratılmış bu “felaket” belirtisini önemsiz göstermeye çalışanların bulunduğunu biliyoruz. Yıllar sonra Londra’ya kar yağmasına bakıp bu söylentilere inanacak halimiz yok. Büyük Yahya Kemal, 1927 yılının Varşova’sında, (Türkiye’nin Varşova büyükelçisidir o sıralar) sabah sabah kar sahnesiyle karşılaşınca yazdığı “Kar Musikileri” adlı muhteşem şiirinde, “Bin yıldan uzun bir gecenin bestesidir bu / Bin yıl sürecek zannedilen kar sesidir bu” der. İşin içinde memleketten uzak olmak da var elbette. Yahya Kemal’e “Zihnim bu şehirden, bu devirden çok uzakta / Tanburi Cemil Bey çalıyor eski plakta” dedirten gurbetteki kar yağışı, şaire “Sandık mı uzaklaştı yağan kar ve karanlık / Uykumda bütün bir gece Körfez’deyim artık” dedirtecek kadar Türkiye’yi anımsatır. ??? “Beyaz felaket” dendiği de olur zaman zaman ama aldırmayın, büyük kentlerde, sermayenin kendisi için yarattığı ferah alanlarda yaşamak şansını bulanlara en yoğun kar yağışı bile vız gelir. Yaşanan kimi sorunlar da kentleşmeyi becerememekle ilgilidir ki o da felaket boyutuna gelmez. Karın “felaket” olduğu bölgeler, devletinin de, sermayedarının da aklına getirmediği yoksul coğrafyalardır. O coğrafyaların halk şairlerinin, Yahya Kemal şiiri kudretinde olmasa bile, dile dolanan dizelerinde yer alan, örneğin, “geçit ver Zab suyu” mısraı, karın da, yağmurun da bölge insanınca nasıl bir felaket gibi görüldüğünü anlatır. Hazır, Türkiye’de de tüm insani duygularımızı titreten bir cinayetin ardından sürekli kar yağan günlere girmişken, her türlü kiri örten doğal bir per K Derya: Zor olacağını biliyordum. Selanik’te Atatürk tartışması Selanik il meclisi toplantısında ‘Selanik kentinin çocuğu olan Atatürk’ü onurlandıralım’ önerisi Ata’ya yönelik hakaretlerin ardından reddedildi Murat İLEM ATİNA Yunanistan’ın ikinci büyük kenti Selanik’in il meclisi “Atatürk” tartışmalarına sahne oldu. Milli eğitim bakanlığının emri ile ilkokul 6. sınıf tarih kitaplarında Türkiye karşıtı bazı ifadelerin çıkarılması konusunda toplanan meclis üyelerinin gündeminde Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk vardı. Elefterotipia gazetesinde yer alan habere göre yapılan Selanik il meclis toplantısına katılan çevrecilerin başkanı Mihalis Tremopulos, Atatürk’ün “Selanik kentinin çocuğu olduğunu” belirterek bu çerçevede kentin Ata’yı onurlandırılması gerektiğini söyledi. İl Meclis üyesi Tremopulos’un “Atatürk’ü onurlandıralım” önerisi katılımcılar arasında şaşkınlığa neden oldu. Meclis kurulunda muhalefeti temsil eden Vula Patilidu söz alarak Atatürk’ün Pontus soykırımında rol aldığını ileri sürdü. Bu nedenle Atatürk’ün onurlandırılmasına karşı olduğunu dile getiren Patilidu, “Atatürk’ün bizim şehrimizde doğduğu için onurlandırılması isteniyor. Bu mantıktan yola çıkarsak, Avusturya’daki Braunau kenti de Hitler’in doğduğu yer olduğu için Hitler’in de onurlandırılması mı gerekiyor ?” şeklinde tepki gösterdi. İktidardaki Yeni Demokrasi Partisi’nden (YDP) Vali yardımcılığına seçilen Anthi Porfiriadou, “Bu öneri Yunan ulusuna karşı olanların önerisidir” dedi. Yunanistan Pontus Dernekleri Federasyonu da, “tarihsel dayanağı olmayan bu görüşler eğer büyük bir cehaletten kaynaklanmıyor ve sözde ilerici düşünce gösterisi değilse, o zaman Pontus’un 353 bin Rum kurbanının anısına gösterilen bilinçli bir saygısızlıktır” şeklinde bir açıklama yaptı. Atatürk tartışmalarının damgasını vurduğu toplantı 6. sınıf tarih kitabının protesto edilmemesi yönünde aldığı kararla dağıldı. Tremopulos’un diğer Meclis üyelerinin büyük tepkisine hedef olduğunu belirten gazeteler, önerinin reddedildiğini belirttiler. z önce Orhan Miroğlu’nun Agora Yayınları’ndan çıkan (Ona Zarfsız Kuşlar Gönderin – Uğur Kaymaz Kitabı) başlıklı kitabını bitirdim. Ve elimi yüreğime koyup bir an sessizce durdum.. yeniden önsöze döndüm, yüksek sesle okumaya başladım, yüksek bir sesle yeniden okudum, daha da yüksek bir sesle yeniden okudum. Sanki sesime bir ses arıyordum, bütün insanlar beni duysun istiyordum, sesimiz giderek çoğalsın; dağlara, nehirlere, ovalara ulaşsın ve ağaç kovuğunda gizlenen merhamet hepimizi kucaklasın istiyordum. Önsöz şöyleydi : “Bu dünyanın kirli savaşlarında hayatlarını kaybetmiş çocukların anısına; Uğur Kaymaz, Xezal Berü, Mizgin Özbek, Rozerin Aksu, Hogır ve diğerlerinin anısına; çocuklarını öldürmeyen bir ülkede yaşamanın onurunu kaybettiğimizi düşünen, ama bu onuru yeniden kazanmanın peşinden gidenler; suçun her defasında cezasız kalmasından bıkan insanlara; adaletsizliğe karşı savaşan kurumların ve insanların can damarının hatırlayabilme yeteneği olduğuna inanan herkese…” Gerçekten de kitap bizi, unutuşun güvenli sularından çıkıp hatırlamanın sorumluluğuyla karşı karşıya getiriyor. Anlatılan: 21 Kasım 2004 tarihinde babası Ahmet Kaymaz’la birlikte, evinin kapısı önünde vurularak öldürülen Uğur Kaymaz’ın ve ai A AL GÖZÜM SEYREYLE IŞIL ÖZGENTÜRK Ona Zarfsız Kuşlar Gönderin * Oğlu Ahmet ve torunu Uğur’un ölümünü bir gün sonra öğrenen ve Mardin’den gelen kadın savcının sorularına çevirmen aracılığıyla yanıt veren Emine ana kitapta şöyle söylüyor: “Akrabalardan biri dedi ki, ‘Çocuklar Mardin’de değil bir battaniyenin içinde ve camideler.’ Bu sözler karşısında yıkıldım, evin içinden fırladım ve deliler gibi yola çıktım.Caminin önü kalabalıktı, yağmur yağmaya devam ediyordu. İnsanların üstündeki elbiseler yağmurdan yıkanmış gibiydi. Ahmet ve Uğur’u caminin avlusuna yatırmışlardı. Hiç kimseye bir haksızlıkları olmamıştı çocuklarımın; Ahmet, namazında niyazında bir adamdı. Irak’a gittiğinde Kuranıkerim’i götürürdü beraber. O kadar inanmış bir insandı. Kimseye bir haksızlık yapmamıştı o güne kadar… Ve şimdi de oğullarımın cesetleri gökyüzünden boşanırcasına yağan bir yağmurun altında gömülmeyi bekliyorlardı.” Şimdi işlenen bu çifte cinayetten son lesinin hikâyesidir. “Uğur beşinci sınıf öğrencisiydi, on iki yaşında bir çocuktu. Yani tarih ve coğrafya derslerinin bile henüz birbirinden ayrılmadığı, sosyal bilgiler adı altında okutulduğu sınıfın öğrencisi. Uğur’un bu nedenden birden fazla öğretmeni olmamıştı daha ve sadece tek öğretmeni vardı.O on iki yaşındaydı; bedenine değip geçen kurşunlarsa otopsi raporuna göre on üç…” Baba Ahmet’in bir kamyonu vardı ve cinayet gecesi oğluyla yemekten önce ertesi gün yola çıkacak kamyona eşya yüklemek için dışarı çıkmışlardı. Her şey birkaç dakika içinde olmuştu.. İhbar olduğunu söyleyen polisler önce Uğur’u yaylım ateşine tutmuş, ardından babayı öldürmüşlerdi. Uğur’un yanına ilk, komşu evde yaşayan öğretmeni gitmişti ve derin bir kederle şöyle demişti: “Ama bu benim öğrencim.” Kızıltepe, günlerce, öldürülen Uğur için ağıt yakmıştı. ra neler olmuş ona bir bakalım: Operasyondan sonra açığa alınan sanık polisler, davaları görülmeye başlamadan görevlerine iade edildi. İdari soruşturmada polislere sadece “maaş kesintisi’’ cezası verilmesi talep edildi. Ardından 4 polisin görev yeri değiştirildi; yani Kızıltepe’den uzaklaştırıldılar. Mardin Ağır Ceza Mahkemesi’nde 21 Şubat’ta yapılan ilk duruşmaya, başka illerde görev yapmaları gerekçesiyle katılmadılar. Delilleri karartma ihtimal dahilinde olduğu için tutuklanmaları talep edildi. Mahkeme reddetti. Polislerin ifadelerinin görev yaptıkları illerde “talimatla” alınmasına karar verildi. Ahmet Kaymaz’ın kardeşinin davaya müdahillik talebi de reddedildi. Ayrıca Mardin’deki mahkeme, polislerin katılmamasına rağmen, davanın güvenlik nedeniyle Eskişehir’e taşınmasına kadar verdi. Sonra mı? Yıl 2007.. dava hâlâ devam ediyor. Görülen o ki, gizlenen merhameti çağırmak kadar tüm kadrolarıyla Emniyet güçlerini yeniden yapılandırmak gerek. Ama bunu kim yapacak? Bu soru önemli... Ne yazık ki, kendimiz için bunu becermemiz çok zor, işte bu nedenle Avrupa Birliği’ne ve normlarına ihtiyacımız var. Bizi biraz kendimize getiriyor. * Ece Ayhan’ın bir dizesi. [email protected] Güray Öz, Frankfurt’ta konuşacak FRANKFURT (Cumhuriyet Bürosu) – Avrupa Türk Gazeteciler Biriliği (ATGB), gelenekselleşen “Okurları Yazarlarıyla Buluşturuyoruz” toplantılar dizisine devam ediyor. ATGB, Cumhuriyet gazetesi yazarı Güray Öz’ün yeni kitabı nedeniyle TürkAlman Kulübü ile birlikte bir okuma akşamı düzenledi. Offenbach, Strahlenbergerstr 129 adresinde TürkAlman Kulübü salonlarında 19 Şubat 2007 saat 19.00’da yapılacak toplantıda Güray Öz, kitabı “Salı Sabaha Karşı”dan hareketle okurlarıyla söyleşecek ve Türk politikasındaki son gelişmelerle ilgili soruları yanıtlayacak.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle