Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
26 OCAK 2007 CUMA ekonomi PARİS’TEN UĞUR HÜKÜM Avrupa’nın gen teknolojisindeki belirsizliği, Türkiye tarımını da olumsuz etkileyecek Türkiye’ye gen kaynakları uyarısı Osman ÇUTSAY FRANKFURT Türkiye’nin, gen kaynaklarını layıkıyla korumaması halinde bitki örtüsündeki özgün karakterini kaybedeceği hatırlatıldı. Tarımda yaşanan büyük depremin gen etkisiyle kısa veya orta vadede toplumsal yapıyı sarsacağına bir kez daha dikkat çeken Alman uzmanlar, Ankara’nın, “gen kaynaklarını korumak için çok ülkeli dev şirketlerin saldırılarına kararlı bir direniş göstermesi” gerektiğini vurguladılar. Gerek Berlin gerek Brüksel’de, tarım ürünlerinde uzmanlaşmış çok ülkeli tekellerin “kâr hırsı”nın egemen olduğunu da hatırlatan bu uzmanlara göre, “tarım şirketlerinin lobisi, sorumsuzluk ve azami kâra yönelik çıkarlarıyla AB komisyoAnnemarie Volling ya sürülüyor. Gen teknolojisinin tarım ve gıda ürünlerine uygulanmasının dünyadaki açlığı önleme hedefine işaret ediliyor. Oysa gen teknolojisinin riskleri yoksul ülkelerde daha büyük ve yararı ise daha düşüktür.” Türkiye gibi gelişmekte olan “eşik ülkelerin” yerel gen kaynaklarını korumasını ve bitki örtüsünün tozlaşmalarla özgünlüğünü yitirme tehdidine karşı mücadele etmesini isteyen Dr. Buntzel, bazı hukuki olanakların varlığını öne çıkararak bunların kullanılabileceğini belirtti: “Kültür bitkileri son derece çeşitlidir ve bu çeşitlilik çok sayıda küçük üretici tarafından korunmaktadır. Yeni genleri değiştirilmiş ürünlere ruhsat verilirken sosyoekonomik denetim ölçütleri ve itiraz nedenleri için daha güçlü bir hukuki konum da önemlidir. Türkiye’nin, her yeni GDO (genleri değiştirilmiş organizmalar) türüne verilen ruhsatın denetiminde kendi ulusal hukuk normlarına göre hareket etmesinde yarar var. ABD gibi, GDO’lu gıda ve yem ihraç eden ülkelerin siyasal ve ekonomik tehditlerine aldırış etmemeli, baskı altında tutulmasına izin vermemelidir. Kaldı ki, Türkiye, Biyogüvenlik Protokolü ‘Cartagena’nın da üyesi. Eğer bu konvansiyonun kurallarını uygularsa, ABD’den gelen ve GDO’lu ürünler içeren gemileri geri çevirecek kozlara sahip olduğunu görür. Türkiye bu noktada, AB ile birlikte, bu konvansiyonun 18/3’üncü maddesi gereğince gemilerdeki genleri değiştirilmiş her olayın ihracatçı ülkeler tarafından belgelenmesini isteyebilir. Türkiye, ısrarlı olmalıdır.” OZLAŞMALARLA BÜYÜYEN GEN TEHİDİDİ Tarım ve Köy Ekonomisi Çalışma Topluluğu (AbL) bünyesindeki “Almanya’da Gen Teknolojisinden Arınmış Bölgeler” koordinatörü olarak görev yapan uzman Annemarie Volling de Türkiye’daki tarım sektörünün gen macerasına karşı korunmasını istedi. Genç uzman Cumhuriyet’in sorularını yanıtlarken, çabalarının Alman yasa koyucu üzerinde etkili olmayı hedeflediğini belirterek “Yasalar bir çerçeve yaratmalıdır. Bu çerçevenin en büyük hedefi, genleri değiştirilmiş bitkilerin tozlaşma yoluyla yerleşik bitkilerin saflığını yitirmesine engel olmaktır” dedi. Volling, şöyle konuştu: “Şu sıralarda oylama aşamasında bulunan ve yasalardaki reforma temel oluşturması gereken ‘köşe taşları’, bu hedeften çok uzaktır. Özellikle araştırmalar, yani ürün araştırma ve geliştirme çalışmalarına kapılar ardına kadar açılıyor. Gen teknolojileri sanayiinde faaliyet gösteren tekeller, melezleştirme olaylarından da sorumlu tutulmalıdır. En önemlisi, gelişmekte olan ülkelerin gen teknolojisi sanayiinin vaatlerine kapılmamasıdır. Kırsal alandaki aç yığınların eksikliğini hissettiği şey, toprak ve su gibi kaynaklarla satın alma gücüdür. Yoksa gen teknolojisi ürünü tohumlar değil. Gelişmekte olan ülkelerin küçük tarım üreticileri için bölgeselgeleneksel türlerin en az riskli ve en verimli türler olduğu da ortaya çıktı.” Annemarie Volling, yoksul Güney ülkelerinde sağlık, çevre ve biyolojik çeşitliliği olumsuz etkileyen GDO’lu tohum üretimine de dikkat çekerken Türk sorumluları uyardı: “Türkiye’deki siyasetçiler, genleri değiştirilmiş bitkilerden arındırılmış bir pazardan ne kadar yüz çevireceklerini ve GDO’larla ne kadar oynayacağını iyi düşünmeli. GDO’lu soya, mısır ve kolzanın ithalinden sonra, Kanada ve ABD’de büyük ihracat gerilemeleri yaşandı. AB ve Asya pazarları GDO’suz ürünler istiyor. Bu alanda birçok sakınca var. GDO’lu tohum kullanan tarım üreticileri, kısa vadede bazı tek tük avantajlar elde edebilir. Örneğin başlangıçta zararlılara karşı daha az ilaç kullanır vb... Ama hemen kısa bir süre sonra bir direnç ortaya çıkıyor ve zararlılarla mücadelede daha çok ilaç kullanmak gerekiyor. Ayrıca GDO’lu tohumların verimi daha yüksek değil, hatta tersine, daha düşük. Üstelik bu genleri değiştirilmiş tohumların fiyatı da daha yüksek. Şu anda dünyadaki gen teknolojisinin girmediği tarım alanlarının oranı yüzde 94. Biz de Almanya ve AB’de GDO’suz ürünlere yöneliyoruz. Türkiye’deki yasa koyucu, işin başından gen teknolojisini kabul etmeyen düzenlemelere giderse, sürekli büyüyen bu GDO’suz bölgeler hareketimize, Türkiye’de gerek kalmayabilir. Bu yüzde 94’lük alan için mücadele etmemiz gerekiyor.” LUSAL BESLENME GÜVENLİĞİNE DARBE Bu arada yoksullukla mücadelede Almanya’nın önde gelen kurumlarından “Misereor” adına açıklamalarda bulunan uzman Ulrike Bickel de, biyoteknoloji devlerinin tek taraflı aşırı kâr için atağa kalktığını hatırlattı. Katolik Kilisesi ile bağlantılı Misereor’un uzmanı Bickel, Cumhuriyet’in sorularını şöyle yanıtladı: “Tarımsal ürünler alanındaki bu dev şirketlerin insani değil, ticari hedefleri vardır. GDO’lu tohumlar patentlidir ve bunlarla birlikte kullanılması gereken gübre ve tarım ilaçları da bulunuyor. Dünyanın yoksul ve açları için gıda üretmeyi değil, yeni pazarlar fethetmeyi amaçlıyorlar. Bu stratejiler üreticilerin pahalı, dışsal üretim araçlarına artan bir bağımlılığı beraberinde getiriyor ve ulusal beslenme güvenliğini de engelliyor. GDO’lu bitkilerin verimliliği de konvansiyonel kültür bitkilerinden daha yüksek değildir. Köylülerin üretim maliyetleri yükselmiş, tarım ilaçları kullanımı artmış, GDO’lu ürünlerin piyasa fiyatları geleneksel ve ekolojik ürünlerden daha düşük düzeyde oluşmuştur. Dolayısıyla köylülerin geliri de gerilemiş bulunuyor.” Gen teknolojisinin ağır toplumsal sonuçları olduğuna da dikkat çeken Ulrike Bickel, Berlin ve Brüksel’de gen teknolojisi lobilerini çok etkili olduğunu belirterek, Türkiye’nin de buna karşı hazırlıklı olması gerektiğinin altını çizdi. Amerikan devi “Monsanto” şirketinin çalışmalarını “satın almapatentlemedenetleme” aşamalarından örneklerle açıklayan Bickel, “Berlin olsun Brüksel olsun, buralar, kendi çıkarları doğrultusunda biçimlendirdikleri yasaların gelişmekte olan ülkeler üzerinde sinyal etkileri olduğunun da pek bilincinde değiller” dedi. Alman uzmanlar, kurumlarının Türkiye’deki gelişmeler ve GDO’lu ürünlerle mücadele biçimleri konusunda bilgilendirilmelerinin önemine dikkat çekerken, bu alandaki işbirliğinin uluslararası alanda olumlu sonuçlara yol açabileceğini de belirttiler. Özellikle Annemarie Volling, Türkiye’deki uzmanların, kendileriyle bu “yeni sektördeki tehlikeli gelişmeler” konusunda bağlantı kurabileceğini hatırlattı. Müzeler Satılık Değildir (2) C 9 U T Dr. Rudolf Buntzel nu üzerinde fazlasıyla etkili”. Cumhuriyet’in sorularını yanıtlayan Alman uzmanlar, “çok geç kalınmaması” uyarısında bulunurken, uluslararası bilgi alışverişinin önemine de işaret ettiler. Dünya ölçeğinde etkinliklerini sürdüren Protestan Kalkınma Hizmetleri (EED) Dünya Beslenme Sorunları uzmanlarından Dr. Rudolf Buntzel, gen teknolojisinin tarımsal gündeme “açlığı ve beslenme yetersizliğini önleme” bahanesiyle sokulduğunu kaydetti. Dr. Buntzel, şu görüşleri dile getirdi: “Zaten tarımsal ürün fazlası veren zengin Kuzey ülkelerinde genleri değiştirilmiş ürünleri gerekçelendirmek zor olduğundan, yoksul Güney ülkeleri bahane olarak orta onuya geçen hafta bıraktığımız yerden devam edebiliriz. 22 Aralık 2006 tarihli Le Monde gazetesinde sütunlarında, meslektaşlarının “açık” mektubu cevaplayan yeni “Fransa Müzeleri” Genel Müdürü Francine MarianiDucray, “Müzelerin satılık olmadığını, Fransız müzelerini satmadıklarını” savundu. Louvre’un başkanı Henri Loyette ise Le Monde gazetesinin 9 Ocak’ta yayımladığı bir söyleşide, “Paranın kendileri için önemli olduğunu, ancak yabancı ülkelerdeki girişimlerinde motor rolü oynamadığını” anlattı. Ondan iki gün sonra Fransız basın ajansı AFP’ye demeç veren MarianiDucray, “Kamu mülkü kavramı ve deontolojik ilkelere sıkı sıkıya bağlı olduklarını; Louvre’un adını ödünç verdiğini, bu inisiyatifin büyük bir hamilik karşılığında evrensel değerleri simgeleyen kurumlarının bilgi ve deneyimini ihraç etmesi demek olduğunu” belirtti. Abu Dabi pazarlıklarıyla ilgili ayrıntı vermekten kaçınan yeni müdür, basına yansıyan rakamların gerçeği yansıtmadığını söyledi. Ancak bu arada ulusal sınırları fazlasıyla aşan bir imza kampanyası CachinClairRecht üçlüsünün mektubunu bayrak yapıp dünya çapında bir “Hayır” kampanyasına dönüştü. Polemiğe karışan sosyalist eski kültür bakanlarından Jack Lang “Hayır”cıları tutuculukla eleştirip, resmi makamların yanında yer alırken, tartışma “Müzelerin klonlanıp klonlamayacağına dair polemik” de dahil evrensel bir niteliğe büründü. İmzacılara 15 Ocak itibariyle ABD (ki aralarında New York MOMA yöneticileri de var), Almanya, Belçika, Brezilya, İngiltere, İtalya, Rusya, ve diğerlerinden 4000’nin üzerinde müze müdürü, sanat tarihçisi ve eleştirmeni, akademisyen, tanınmış kültür insanı katıldı... ??? www.latribunedelart.com adresinde ayrıntılarını bulabileceğiniz “Hayır”cılar kendilerine yönelik tutuculuk eleştirilerini özetle şöyle yanıtladılar: 1) Hayır, ne sanat eserlerinin ödünç verilmesine, ne de uluslararası değiş tokuş çerçevesinde bilimsel değeri kanıtlanmış sergilemelere karşıyız... 2) Hayır, hamiliğe karşı değiliz. Tam tersine bunun ciddi bir gelir kaynağı olduğunu savunuyoruz. Fakat gerçek bir hamiyet sahibi, karşılığı zorunlu tutmadığı gibi onun yardımı kamu desteğinin yerine geçemez... 3) Hayır, bazı ülkeleri küçümsediğimiz tezi uydurmadır. Her ülke belirli ölçütleri yerine getir K mek kaydıyla her anıt veya yaratıyı sergileyebilir... 4) Hayır, bu tartışma daraltılmak istendiği gibi FrankoFransız kısır bir çekişme değildir. “Lunettes rouges/Kızıl gözlükler” blogumuza giren herkesin tanık olabileceği gibi sorunu, kaygı yarın bu gelişmelerin kurbanı olmaya namzet tüm dünya müzeleri ve sanat sevenleri paylaşmaya başlamıştır... 5) Hayır, iddia edildiği gibi Amerikan Guggenheim müzesi hariç hemen hemen hiçbir büyük dünya müzesi böylesi bir uygulamaya girmemiştir. New York Guggenheim Müzesi ise kurucusunun ilk arzusu hilafına, ziyaretçilerine artık en değerli ve güzel bazı parçalarını gösterememektedir. Son zamanlarda St. Petersburg Müzesi’ni ziyaret edenlere sorun bakalım burası eskisi gibi “büyük” bir müze midir?.. 6) Hayır, uzun vadeli “ödünç verme” uygulaması iddia edildiği gibi çok eskiden beri süregelen bir uygulama değildir. Bu püsküllü bir yalandır. Bu tarzda istisnalar sadece Fransız müzelerinin kendi aralarında yaşanmıştır... 7) Hayır, Louvre müzesinin kaynakları sonsuz değildir. Bu dayanağı olmayan bir efsanedir. Müzenin depolarında yatan eserlerin ezici çoğunluğu kalitesiz durumda veya çok kötü muhafaza edilmiş eserlerdir. Birçok resim ve desende, korunma zorlukları nedeniyle uzun süreli sergilenemezler... 8) Hayır, Louvre’daki koleksiyonların büyük çoğunluğu bazı kesimlerin iddia ettiği gibi yağmalardan sağlanmamıştır. Bu müzede bulunan, sergilenen eserlerin çoğunluğu bağışlardan, Eski Rejim (19 ve 20’nci yüzyıllar) ve Cumhuriyet dönemlerindeki satın alımlardan ve Fransızlar tarafından uluslararası anlaşmalara uygun yapılmış kazı ve araştırmalardan edinilmiştir. Kaldı ki bu son kategorideki eserlerin çoğunluğu, çıktıkları ülkelerde sergilenmektedir. Bugün İtalya, Yunanistan ve Mısır dahil hiçbir Ortadoğu ülkesi Louvre’dan hak veya iade talebinde bulunmamıştır... İktidar ve muhalefetteki müze ihracı savunucularının, birkaç gün önce yayınlanan bu tezlere nasıl cevap vereceği merakla bekleniyor. Her durumda “Hayır”cıların dünya desteği çığ gibi büyümeye devam ediyor. Bakalım, belki şimdilik ulusal varlıklarını, eserlerini üstüne para vererek sergileme anlayışının egemen olduğu Türkiye’den bile ses gelebilir... ugur.hukum@gmail.com İtalyanların gözü enerji ve finansta Ekonomi Servisi Türkiye ile siyasi ve ekonomik ilişkileri geliştirmek isteyen İtalya Başbakanı Romano Prodi, Türkiye’ye geliyor. Ankara’daki siyasi temaslarının ardından İstanbul’da aralarında TÜSİAD üyelerinin de bulunduğu 100’e yakın işadamı ile bir araya gelecek olan Prodi’nin ziyareti öncesinde İtalya Ticaret Merkezi Müdürü Roberto Luongo, Prodi’nin özellikle enerji sektörü ve özelleştirme ihaleleri, otoyol ve tüneller başta olmak üzere altyapı sektörü, lojistik, deniz ulaşımı ve liman işletmeciliği ile çevre, mimari restorasyon ve demiryolu ihaleleri konularına yoğunlaşacağını vurguladı. Enerji ihalelerinin ertelenmesinin teklif vermeye hazırlanan İtalyan şirketlerini hayal kırıklığına uğrattığını belirten Luongo söz konusu şirketlerin yeni tarihi bekleyeceklerini sözlerine ekledi. Unicredito, BNP ve Intesa’nın ardından birkaç İtalyan bankasının daha Türkiye’deki bankalarla satın alma ve ortaklık üzerine görüşmelere başlamaya hazırlandığı belirtilirken Prodi’nin çantasındaki en önemli başlıklardan birini de finansbankacılık sektörü oluşturacak. “Yakında Türkiye’ye çok önemli İtalyan bankaları gelecek. Şu anda isim veremem ama birkaç İtalyan bankası görüşmelere başlamak üzere. İtalyan finans sektörünün Türkiye’ye ilgisi hem satın alma hem de ortaklık olmak üzere iki alternatife de açık” dedi. İtalyan şirketlerinin Türkiye’deki doğrudan yatırımlarının 4.4 milyar dolara ulaştığını belirten Luongo, “Türkiye’de doğrudan yatırım yapan 515 İtalyan firması var. Türkiye’de en çok yatırımı bulunan 6’ncı ülke konumundayız. 23 yıl içinde Türkiye’deki İtalyan yatırımcı sayısı bini bulacak” diye konuştu. İki ülke arasındaki ticaret hacminin de 2006 yılında yüzde 15 artarak 15 milyar dolara ulaştığını belirten Luongo, 2007’de bu hacmi 18 milyar dolara çıkarmayı hedeflediklerini vurguladı. Luongo, “Önemli birer ticari partner olan İtalya ve Türkiye’nin Orta Asya, Türki cumhuriyetler ve Ortadoğu’da da işbirliğine gitmeleri gerekiyor. Bu ülkelerde özellikle altyapı, enerji, gaz ve petrolün işlenmesi, pamuk, iplik, kumaş ve gıda işleme sektörleri başta olmak üzere önemli ortak projelere imza atabiliriz” dedi. Prodi Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile birlikte İtalyan firması Astaldi tarafından yapılan Bolu Tüneli’nin açılışını da gerçekleştirdi. em de gözlerini kırpmadan öldürürler. Çünkü onlar, taa Ağrı Dağı’nda tarihin yeniden kurulduğu günden beri insanı doğayla, insanı insanla buluşturan zeytin dallarının düşmanıdırlar. Onlar için havadaki her güvercin, tarlaların verimli, maden yataklarının zengin, enerji kaynaklarının hâlâ kullanılmadığı toprakların habercisidir. Gagasındaki zeytin dalı ise o topraklardaki zenginlik ve bolluğun adresi. Bu nedenledir ki o toprakların güvercinlerini hep takip eder ama hiç mi hiç sevmezler!.. Çünkü güvercin gagasındaki zeytin dalı baskıya, şiddete, talana izin vermediği sürece yüzlerce yıl yaşayan ve yaşayacak olan uygarlıktır. O uygarlıklar gibi özgür ve barış içinde yaşamak isteyenlerin umududur. Bu nedenledir ki… Ol hikâye özgürlük ve barış umudunun nasıl kırılacağına ve güvercinin getirdiği zeytin dalının kimin olacağına dairdir. Bunun için ulus, ırk, mezhepdin, cinsiyet ayrılıkları körüklenir. Şirketler, şirketlerin devletleri, şirketlerin devletlerinin finans kuruluşları bu ayrılıkları beslemek için para akıtır. İçerde yapay eşitlik vaatleriyle AleviSünni, TürkKürt, KürtErmeni, TürkErmeni çatışmalarıyla Ege’nin, H GÖZ UCUYLA TÜRKEL MİNİBAŞ Güvercinleri de Öldürürler! rinin büyüsü hepsini unutturur. Çünkü Türkiye, Ortadoğu’daki paylaşımın, GOP’un (Geliştirilmiş Ortadoğu Projesi) en temel ayaklarından biridir. Maden Yasası ve Yabancılara Toprak Satışı, Sosyal Güvenlik ve Tarım Reformu bu paylaşım adınadır ama… Yine de küresel sermayenin kâr marjlarını yükseltmeye yetmez. Sıra, GOP’un petrolün üretim, yönetim ve denetim ayağıyla bağlantısını kurmaya gelmiştir ve… Petrol Kanunu değiştirilir. TBMM’nin çarşamba günkü oturumunda kabul edilen Petrol Kanunu özür dilerim Türk Petrol Kanunu ile eski yasadaki: • Petrol arama ve üretim başvurularında “talebin milli menfaatlara uygun olması” ölçütü; • Yabancı devletlerin etkin olduğu şirketler ile yabancı bir devlet namına hareket eden şahısların petrol faaliyetlerinde bulunamayacakları, mülk edi Doğu’nun, Güneydoğu’nun insanları birbirine düşürülür. Yerel ayrışmalar aileden okula, işyerinden siyasal örgütlere kadar yaygınlaştırılır... Bu arada… Cargill mahkeme kararlarına rağmen fütursuzca üretimine devam eder. Ege’nin dağları siyanürlü altın arayıcıları tarafından düz edilir. Zeytinlikler ulusötesi baraj ve maden şirketlerine açılır. Devletin su havzalarındaki koruma işlevi “Maden Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun”la sonlanır. Olup bitenlere karşı çıktığı için Çevreci Birsel Lemke’nin dünyanın en iyi 500 turizm firması arasına giren Orient Tatil Köyü’nün duvarları idari mahkeme kararlarına rağmen yıkılır. Anayasanın 63. maddesi ve 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yasası’nın 1. derece arkeolojik sit olduğuna dair koruma kararlarına rağmen Allianoi sular altında bırakılır ama… Faizkârrant üçgeniyle bezeli köşe dönme öyküle nemeyecekleri, tesis kuramayacakları; • Ülke içinde üretilen ham petrol ve doğalgaz ile bunlardan elde edilen petrol ürünlerinin, kara sahalarında yüzde 65’inin ve deniz sahalarında yüzde 55’inin “memleket ihtiyacına ayrılması” zorunluluğu; • Arama ruhsatlarında hektar başına alınan “devlet hakkı” gelirinin tamamen kaldırıldığının! TPAO’nun devlet adına petrol arama ve üretim faaliyetlerinde bulunma hakkının tarihe karıştığının bilmem farkında mısınız? Gördüğünüz gibi, küreselleşmenin mimarları için güvercinin ülkesindeki paylaşım büyük ölçüde hal oldu ama tamamlanmadı.. Komşulardaki paylaşıma katılmadığı, “Haydi Kerkük’e” nidalarıyla Irak sınırından tam marş İran’a yol almaya kalkmadığı sürece de tamamlanamayacak! Neden mi? Çünkü güvercinler hâlâ barışı getireceklerine inanıyorlar. Dil, din, ırk ve milliyet farklılıklarını bilerek ama bir arada yaşanabileceğine de inanıyorlar. Çünkü onlar, taa Ağrı Dağı’nda tarih kurulduğundan beri varlar. Güle güle Hrant Dink, güvercinlerin özgürlüğüne musallat olanlara inat, güle güle git. turkmini@superonline.com www.turkelminibas.net HEDEF 18 MİLYAR DOLARLIK TİCARET Luongo, konuyla ilgili olarak