25 Kasım 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

26 OCAK 2007 CUMA kitap KULE CANBAZI C Ç GÜN, ÜÇ YILA BEDELDİ’ 15 Enis BATUR Zafer Toprak ve Orhan Gencebay B aşlığı da, konuyu da paradoks yaratma arzusuyla seçtiğim sanılabilir, değil: Üst üste izlediğim iki televizyon izlencesi bu yan yana getirilmesi güç ismi zihnimde birleştirdiyse, sağlam gerekçelerim olduğu için. Zafer Toprak, akademik dünyamızın oturaklı, saygın figürleri arasında ön sırayı tutan isimlerden biri. İktisat ve tarih alanındaki çalışmaları ve konumuyla, etkileyici bir öğretici olmanın ötesinde, derin birikimi olan bir araştırmacı. Kim bilir kaç yıldır tanışırız, birlikte çalıştığımız da oldu, sık sık sohbetlere dalardık, sorulsa, “dışarıdan bakışla” iyi bir portresini çizebileceğimi düşünür ve söylerdim, Kanal 7’de Nazlı Ilıcak’ın yönettiği bir oturumda onu dinleyince yanıldığımı anladım. Zafer Toprak, bana kalırsa “çok iyi” bir hatip sayılmaz. Geniş ufuklu, engin birikimli, kendi alanına bütünüyle hâkim olduğunu bildiğim bir akademisyenin, bir söz ustası olmamasına karşın, şaşırtıcı bir performans göstermesini neye bağlayabilirim öyleyse? Bir tek nedene: Zafer Toprak’ı yeterince tanımayışıma. O geceki oturumda, Toprak, akademisyenlerimizin arasında sık rastlamadığımız bir biçimde söz aldı bence: Çok üst düzeyde bir ölçülülük, sağduyu ve gerçekçilik üçgeni kurarak, çok üst düzeyde bir tartımlılık ve olgunluk sergiledi. Bu özellikleri aşırı vurgularla kuşattığım düşünülebilir. Kendi payıma, kültür ve düşünce dünyamızda eksikliğini hemen hep hissettiğim bir denge konumu bu. Bilgili olmak ayrı bir konu, her bilgi sahibinin görüşlerinin sağlam, tutarlı, yapıcı olduğunu söyleyemeyiz. Zafer Toprak’ı yazılı ve görsel basın ortamında pek görmüyoruz. Medya, genellikle yargıları sivri, zaman zaman da kışkırtıcı olan figürleri yeğliyor, bilgili ve dengeli kişiler izlenme oranını anlaşılan yükseltmiyor. Gerçekten de böyle mi durum? Sonuçları bilemiyorum açıkçası, ama herkes gibi ben de, ekranlarda aynı “uzman”ların, “kanaat önderleri”nin karşıma çıkmasından dehşet bıkmış durumdayım. Son zamanlarda bu da yetmez oldu ayrıca: Hyde Park delilerinden farkı olmayan “yorumcu”ların zincirinden boşanmış monologlarıyla Orhan Gencebay yeni bir “alacakaranlık kuşağı” yaratıldı bir de. Kafasına bir huni geçirmedikçe, ken, nasıl üstünkörü yorumlandığını kanıtlasalyalar saçarak sövüp saymadıkça, nükleer dı. Gencebay’ı dinlerken donup kaldım düpeenerjiden Ermeni soykırımına, Ortadoğu padüz. 5N1K’nın olağanüstü başarısı şuradaydı: noramasından Bienal’e her konuda hikmet Otuz yılı aşkın bir süredir, ülkemizin en poyumurtlamadıkça Zafer Toprak’ın karşımıza püler figürleri arasında başı çeken bir insanı ikide bir getirilme olasılığı düşük görünüyor. zerrece tanıyamama başarısını gösterdiğimizi Soru/n şu: Kim kaybediyor bu kanlı oyungözümüze soktular o gece. En azından, bu da? Kimler, acaba ne kazanıyor? durumun sorumlularının kimler olduğunu arZafer Toprak’ın yer aldığı oturumun birkaç tık düşünebilecektik. gece sonrasında, 5N1K’da yılın en başarılı Orhan Gencebay’la bir defa karşılaşmıştım. programlarından birini izleme olanağını bulHakkında basmakalıp fikirlerim ya var ya da dum. Tek konuğun Orhan Gencebay olduğu yoktu. Onun aydın olduğunu kaç kişi biliyorgece boyunca, haklı olarak “şaşkınlıktan ağzıdu ki Türkiye’de, ben bilemediğim için kendimı kapatamıyorum” diyen Cüneyt Özdemi suçlayacaktım? mir’den farklı bir konumda değildim ekran Gerçekten de anlaşılmaz bir diyarda yaşıyobaşında: ruz biz. Zafer Toprak ve Orhan Gencebay, Gencebay jeolojiye, İstanbul’un fiziksel saygın noktalara kendi çabalarıyla varıyor, biri özelliklerine duyduğu, kökü bir hayli eskilere seçkinler katında, ötekisi kitleler katında tanıgiden merakından söz etti önce. Big Bang kunıyor, ama en özlü özelliklerini, birer “model” ramına, Sagan ve Einstein’a, Evren’in gerçekolarak görülmelerini pekiştirecek temel bolik sınırlarına ya da sınırsızlığına ilişkin tutkuyutlarını görmemeyi, bilmemeyi, savsaklamayı lu okumalarına geçti ardından. Erozyon sorubeceriyoruz. nu üzerinde durdu uzun uzadıya. Şarkılarının Gitgide içine gömülür olduğumuz değer “kadercilik”le özdeşleştirilmesine karşı çıkarkarmaşası batağından nasıl çıkacağız peki? SUNAY AKIN Edebiyatın tinerci çocuğu!.. elki inanmayacaksınız ama ben geçenlerde bir mektup aldım! Hem de elyazısı bir mektup ve de dolmakalemle yazılmış!.. “Şöyle bir kâğıdı, kalemi çekeyim önüme, içimden geldiği gibi yazayım dedim. Bu işi kendi kendime bir tören havasına sokmak için yıllardır sakladığım, ara sıra sadece gözlerimle sevdiğim dolmakalemime mürekkep koydum, yazıyorum...” Sezon sonu indirimi bildiren birkaç mağaza davetiyesinin arasındaydı mektup zarfı. Postacı zaten ne getirir ki; fatura, davetiye, kampanya bildirileri... Ama bu sefer, “Prof. Dr. Mahmut Bayık” tarafından yazılan bir mektup getirdi işte!.. “Peki, mektup yazmaya niyetlendim de, niye sana?.. Çünkü, beni anlayacak biri olsun istedim. Benim düşüncemi okuyunca ‘saçmalamış’ demeyecek biri.. Şair biri olsun istedim.” B EMAL SÜREYA’NIN GÜNLÜĞÜ... Ne zaman hastalansam Mahmut Bayık onca işini, gücünü bırakıp yanıma koşmuştur. Beni muayene ederken gördüğüm ilgiden memnun olsam da “Yahu hocam, niye zahmet ettin” dediğimde her seferde şu yanıtı vermiştir: “Sen bize lazımsın. Sana bir şey olmamalı...” Diyeceksiniz ki, hocanın hastalığından nasıl haberi oluyor? Eşinizin ağabeyi olursa, hastalığınızı duyar elbette. Mahmut ağabeyimin elyazısını kendisinden mektup alıncaya kadar yalnızca reçete kâğıdında görmüştüm. Oysa, bu sefer yazdıkça şifa arayan kendisi sanki!.. Döktürmüş hocam; okuyoruz: “Elime bir mektup almayı, önce zarfını incelemeyi, kimden gelmiş diye merak etmeyi, gönderen: filanca diye yazmıyorsa pulundaki damgadan postaya verildiği yeri öğrenmeyi, buna göre kimden geldiğini düşünmeyi özledim.” Cemal Süreya’nın günlüğünü açtım hemen... Yedek subaylığımı yaptığım Hatay’ın Hassa ilçesinden her hafta mektup yazardım Süreya’ya. O da bana günlüklerinde yanıt verirdi... “792. Gün”de olduğu gibi: “Yeteneğine inandığım genç şair arkadaş yedek subaylığını yaptığı uzak Anadolu köşesinden yazıyor...” Yanılmıyorsam, on mektup yazmıştı bana Cemal Süreya. Mektuplarında desenleri vardı, elyazısı şiirleri de... Tezkere dönüşünde mektupların olduğu valizim kaybolmuştu; çalındı mı, yoksa otobüsten yanlışlıkla biri mi aldı, öğrenemedim!?. Yalnızca Cemal Süreya’nın mı?.. Vedat Günyol, Salah Birsel, Sabahattin Kudret Aksal, Akgün Akova’nın da mektupları vardı o valizde!.. Mahmut Bayık’ın mektubu kabuk bağlamış bir yarayı yeniden kanattı... Askerden dönüşüme C doyasıya sevinememiştim. Bugün, on altı ay daha askerlik yapmaya razıyım, yeter ki sonunda o mektuplarla eve dönüş olsun!.. Hele ki, Mahmut Bayık’ın şu sözleri, kaybolmuş mektupların edebi değerini düşündükçe bir kez daha gözlerimin dolmasına neden oldu: “Edebiyatta mektup diye bir dal var. Ünlü yazarların mektupları edebi bir eser olarak yayımlanıyor. Rahmetli babam anlatmıştı: Mektupları ile ünlü bir Fransız yazar bir mektubunda ‘Kusura bakma, vaktim az olduğu için mektubum uzun oldu’ diye yazmış. Yani, edebi değeri yüksek bir mektup da üzerine emek harcanmış bir çalışmanın ürünü.” Mektubunun ortalarında can alıcı bir gönderme yapıyor Mahmut Bayık: “Bir de mektuba özlemim elektronik dünyaya isyanımdan geliyor. Bir mektup atıyorsun email ile, altında kimlere de bilgilendirme için gönderdiğin yazılı... Sonra, senin kanalına girenler, ellerine geçen yazıları olur olmaz yerlerde ifşa ediyorlar. Nerede kaldı insanların mahremiyeti? Bizim bildiğimiz, mektuplar bir askerde, bir de cezaevinde başkası tarafından okunur. O zaman da üstüne ‘görülmüştür’ damgası basılır. O kadar!” ‘Ü Zafer Toprak Shakespeare ve Marx/ Gabriel Egan/ Çeviren: Ahmet Fethi Yıldırım/ Hil Yayın/ 244 s. “Marx gibi Shakespeare’in insanlık anlayışı da kararlı biçimde toplumsaldı ve her ikisi de, bireyselliğin en tam ifadesinin ancak başka insanlarla ilişkilerimiz aracılığıyla olanaklı olduğunu gösterdi.” “Shakespeare ve Marx”, diğer kültürel fenomenler gibi, edebiyat ve tiyatroyu da insanın toplumsal yaşamının maddi temellerine dayanarak inceleyen eleştiri geleneklerinin ve kuramlarının Shakespeare yorumlarını ele alıyor. Maddeci toplum kuramının kurucusu olarak Marx’ın adı da böylece, daha Rönesans çağında modern evrenselciliğin ilk adımlarını atan Shakespeare’in adının yanında başlıktaki yerini alıyor. Şimdi Yaşamak Vardı/ Şefik Asan/ Heyamola Yayınları/ 280 s. Bu kitapta yer alan öyküyü, yazar Şefik Asan’a, öldüğünü, ama ölümü reddedip direnmesi sonucu geri döndüğünü iddia eden bir işadamı anlatmış. İşadamı, başından geçen olayı, inanmazlar, dalga geçerler diye herkese anlatmamış. Fakat olanları yorumlamaları için, bu gibi konularda araştırmalar yaptığını bir gazeteden öğrendiği İngiltere’deki Southampton Hastanesi’ne kadar gitmiş. Oradaki bilim insanları buna benzer olayları kendilerinin de tespit ettiklerini; bu konularda araştırmalarının sürdüğünü söylemişler ve işadamının, oldukça farklı buldukları vakasını da kayda almışlar. İngiliz doktorlar beynin ve zihnin birbirinden bağımsız olduğuna dair ellerinde ciddi bulgular bulunduğunu, onun geri dönüş mücadelesinde de, beynin devreden çıkmasına karşın, zihnin direnmiş olabileceğini söylemişler… Poe Gölgesi/ Matthew Pearl/ Çeviren: Aylin Yengin/ Goa Basım Yayın/ 384 s. Baltimore, 1849. Edgar Allan Poe’nun bedeni, üzerinde hiçbir şey yazmayan bir mezar taşının altına gömülmüş. Herkes Poe’yu, hayatının son dönemini bir ayyaş olarak geçiren, ikinci sınıf bir yazar olarak görüyor; yazarın şerefini kurtarmak için kendi kariyerini ve itibarını tehlikeye atacak kadar şevkli bir Poe hayranı olan, genç avukat Quentin Clark dışında. Yazarın son günlerinin, polisin özellikle yanıt aramadığı cevapsız sorularla dolu olduğunu keşfeden Quentin, bir anda kendini uluslararası polis teşkilatı, bir kadın suikastçı, Baltimore’un yozlaşmış köle ticareti ve Poe’nun son saatlerinin kayıp sırlarıyla dolu, karmaşık ve tehlikeli olayların içinde buluyor. Poe’yu bu kötü yazgısından kurtarabilmek adına, Quentin’in gerçeği bulması gerekiyor. Önce Bütün Kuralları Yıkın/ Marcus BuckinghamCurt Coffman/ Çeviren: Aslı Kurtsoy Hısım/ Remzi Kitabevi/ 304 s. “Bu kitap bir milyon çalışanın ve seksen bin yöneticinin sesidir. Bu görüşmeler kitaba temel oluşturmakla birlikte, bunlar çok büyük rakamlardır. Yetenekli bir çalışanın ya da başarılı bir yöneticinin neye benzediğini hayal etmek güçtür.” Altmış yılı aşkın süredir pek çok şirket için araştırma ve danışmanlık hizmetleri veren Gallup’tan dünyanın iyi yöneticileri üzerine bir çalışma “Önce Bütün Kuralları Yıkın”. Dokunuş/ Colleen McCullough/ Çev.: Meral Gaspıralı/ Altın Kitaplar/ 590 s. Anavatanı İskoçya’da bir buhar kazanı ustasının yanında çırak olarak çalışan Alexander Kinross, zengin olma hayalini gerçekleştirmek için dünyayı gezer ve en sonunda Avustralya’ya yerleşir. Sonra da kendisini hor gören akrabalarına mektup yazarak, evlenebileceği uygun bir kız göndermelerini ister. Zorlu bir yolculuktan sonra Sydney’e ayak basan on altı yaşındaki Elizabeth Drummond, kocası olacak adamla tanışınca onu çok itici bulur ve korkar... Ailesinden uzakta kalan Elizabeth, kocasının konağında yalnızlık çeker, Alexander da tüm vaktini cesur, güzel ve güçlü bir kadın olan metresi Ruby Costevan ile geçirmektedir... Kral Arthur/ Allan Massie/ Çeviren: Çağnur Alyüz/ Erko Yayıncılık/ 304 s. Britanya’nın Romalılar tarafından istilasının sonrası. Şimdi krallar mevki, unvan, toprak ve güç için rekabet ediyorlar. Genç bir çocuk değerli bir kılıcı kayadaki oyuktan çekip çıkardığı ve Uther Pendragon’un ölümüyle boşalan tahtta hak iddia ettiği zaman, ülkenin en ünlü şövalyelerinden birini bozguna uğratıyor. Arthur hikâyesinin bu yeni görüntüsünde, Cemelot, Tweed Nehri’nin üzerine kurulu ve Merlin bir Romalı bölük komutanının oğludur. Arthur endişeli bir hükümdar ve Kutsal Kâse’nin taraftarı değil. Öykü trajik sonuna doğru yaklaştıkça, hıyanet ve fesatlıkla kuşatılmış yalnız bir kişilik haline geliyor. Benim Sofram Bu/ Oğuz Akay/ Truva Yayınları/ 654 s. “Bir akşam sofrasının hararetli bir devresinde Mustafa Kemal şahsî hürriyetinin birçok kısımlarından mahrum edilmesi acısını hüzün dolu ifadeleriyle şöyle anlattı: ‘Şimdi siz buradan ayrılır istediğiniz yerde gezer dolaşırsınız. Benim gözümle bunun ne bü yük saadet olduğunu bilemezsiniz. Hâlime bakın. Malik olduğunuz bu hürriyetten mahrumum. Cumhurreisiyim. Ama köşeye atılmış ve hürriyeti mahdut bir insanım. Bütün eğlencem akşamları soframa topladığım arkadaşlara münhasırdır. Haydi şimdi buradan ayrılıp bol bol dolaşın, istediğiniz yerlere girin çıkın, arzu ettiğiniz gibi eğlenin. Ben de bunun hayaliyle müteselli olurum’, dedi. O akşam hepimiz sofradan erken ayrıldık.” Bu kitapta Oğuz Akay, anılarla Atatürk’ün ‘sofra’ yaşamını ele alıyor. Sultan Cem/ Münevver Okur Meriç/ Kendi Yayını/ 666 s. “Bugün Şehzade Cem, hakkında en çok eser yazılan bir kişi olarak bilinir. Avrupalı Türkologlar, gençliğini haksız yere topraklarında esaretle geçirtilen Cem’in kişiliğiyle, şairliğiyle ilgileniyorlar. Üzerinde oynanan karmaşık siyasi oyunları aydınlatmak maksadıyla sürekli yayımladıkları ciddi ilmî eserleriyle Cem’in güncelliğini koruyorlar.” Bu kitapta Münevver Okur Meriç, Sultan Cem ile ilgili yaptığı kapsamlı araştırmayı sunuyor. İletişim: (0312) 354 67 72 Sarı Paşam/ Sinan Meydan/ Truva Yayınları/ 512 s. 1800’lü yılların sonu... Osmanlı İmparatorluğu, emperyalist bir kuşatmayla çevrilmiştir. İstanbul’da Sultan II. Abdülhamit nefes aldırmayan bir istibdat düzeniyle tüm dizginleri ele geçirmeye çalışmaktadır. Selanik’te vatansever, özgürlükçü subaylar gizli bir cemiyet kurmuş, ihtilal hazırlığı yapmaktadır. Jön Türkler Avrupa’da çalışmalarını sürdürmekte, İttihatçı fedailer içeride kan dökmeye devam etmektedir. Mustafa Kemal, bir taraftan geleceğini hazırlarken diğer taraftan vatan ve hürriyet mücadelesi vermekte, bazen de aşk acısıyla yanmaktadır... “Sarı Paşa”, yirminci yüzyılın en büyük lideri Mustafa Kemal Atatürk’ün psikolojik ve düşünsel köklerine yapılan derin ve büyülü bir yolculuğun gerçek hikâyesi… Mahmut Bayık’ın dolmakalemi kuşanmasının nedenini mektubun sonuna doğru öğreniyorum: “Sana mektup yazma isteğim geçen gün gazetede Zülfü Livaneli’nin köşesini okuyunca depreşti. Zülfü Livaneli, seninle yaptığı bir seyahat sırasında İstanbul Oyuncak Müzesi’ne aldığın oyuncakları anlatıyordu. Belli ki, Oyuncak Müzesi sürekli yenileniyor, büyüyor. Bir ara da sana Zülfü Livaneli’yi anlattıracağım. Hatırlarsın, bir gün sizin evde Müjdat Gezen ile karşılaşmıştık. Kendisini o kadar çok sevmiştik ki... Aslında adı büyük birçok insan var da, şöyle bir konuştuğunda bütün hayallerini yıkıyor, yerle bir ediyor. Öylesi de var ki, kendisi hakkında bildiğiniz birçok güzel şey aslının yanında minicik kalıyor. O muhteşem Müjdat Gezen öyle biri işte...” Haklısın sevgili Mahmut Ağabey... Müjdat Gezen dünyalar güzeli bir insan... Zülfü Livaneli mi?.. Onunla Almanya’da birlikte olduğumuz, sanat etkinliklerine katıldığımız üç günde duyduklarım, öğrendiklerim inan bana üç yıllık bir okula bedel!.. Cemal Süreya da bir kızgınlık anında Tomris Uyar’a yazdığı ve ondan gelen mektupları yırtıp atmış... Ne dersiniz; mektup, edebiyatın tinerci çocuğu mu oluyor!?. Sydney’de ‘Bir Yaz Gecesi Rüyası’ Avustralya’nın Sydney kentinde düzenlenen festival yerliyabancı çok sayıda sanatçıyı, tiyatro ve dans topluluklarını ağırlamaya devam ediyor. Sydney Festivali’nin konuk sanatçıları Güney Koreli Yohangza Tiyatro Grubu’ydu. Grubun sahneye koyduğu William Shakespeare’in ünlü yapıtı “Bir Yaz Gecesi Rüyası” sanatseverlerden tam not aldı. Kullanılan renkli kostümler ve sanatçılara uygulanan makyaj da Shakespeare’in ünlü komedisine ayrı bir neşe ve renk kattı. (REUTERS)
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle