22 Kasım 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

19 OCAK 2007 CUMA kitap V A S I Z P E R T A V S I Z P E R KULE CANBAZI SUNAY AKIN C 15 Enis BATUR Diktatörler ve Shakespeare yılını üç diktatörün ölümüyle 2006 kapadık: İkisi, pek çok örnekte olduğu gibi yatağında öldü: Pinochet ve Türkmenbaşı, cezasını yeryüzünde bulmayan Stalin'in, Franco'nun yazgısını izleyerek çekip gittiler. Üçüncüsü, Saddam Hüseyin, öbür uçtaki geleneğin yeni halkasıydı; gelgelelim, ne Hitler gibi kendi elinden ölüm sayfasını açma olanağını bulabildi, ne de Mussolini ölçüsünde aşağılandı: Saddam'dan kalan son görüntüler, başı dik gidişinin kanıtlarıydı. Birinci vargı: Yerkürede diktatörler için tutarlı bir adalet sonucu yok. Öyle anlaşılıyor ki, küçük diktatörün arkasında büyük diktatörlerden biri ya da birkaçı duruyor, ya da koşullar öyle elveriyorsa, doğal ölümle ufuktan silinmesi kolaylaşıyor. İkinci vargı: Şarlatan diktatörler (Mussolini, İdi Amin, Türkmenbaşı) neredeyse sevimli bulunuyor, insanların yabana atılamayacak bir bölüğü hoşgörüyor onları, bir biçimde bağışlanıyorlar sanki. Kasılan diktatörler ikiye bölüyor kitleleri: "Demir pençe"nin yılgısını tadanlar kargış okurken, öteki kefede "vatana iyilikler"i gösterilerek taçlandırılıyorlar. Diktatörün anlaşılması, kavranması her zaman kolay olmayan bir karizması olduğunu biliyoruz. Hitler'in geniş kitleleri büyüleyen özelliklerini açıklamak bir yere kadar eldedir de, koskoca yazarların, sanatçıların halesinden etkilenmelerine akıl sır erdiremiyoruz bugün.Ya Ezra Pound'un İl Duce'ye, Picasso'nun ya da Aragon'un Stalin'e toz konduramamalarına ne demeli? Dali'nin Franco'ya tutkusuna? O Franco ki, en yakın dostu Lorca'yı isimsiz bir köpek gibi öldürmekte sakınca görmemişti binlerce aydın insanın yanı sıra. Bu karizmatik özelliği sanıyorum sınırsız erk tapıncı besliyor: Diktatörün herşeye kadir olma gücü, "iktidarsız" dönemlerden geçen toplumlarda handiyse özleniyor. Belki bundan, kimi diktatörleri kitleler seçiyor, azınlık üyelerinin mavi pusulası işe yaramıyor pek. Demokratik toplumlarda bile, zaman zaman, çoğunluğun "önder arzusu"nun kabardığını, bazılarına sistemin izin verdiğinden fazla yetki vermeye hazır olunduğunu gözlemliyoruz. XX. yüzyıl sanatçısı, ne olursa olsun, diktatörü amansız fırça darbeleriyle karikatürize etmiştir: Brecht'ten Charlie Chaplin'e, Grozs'dan Reiser'e güçlü örnekleri anımsıyoruz. Düşüncem yadırganabilir: Ne yazık aşina olmuş yurttaşlara bu öneri yersiz değilse de, fazla gözükebilir. Gene de, Shakespeare'in, kimilerini Ada'nın geçmişinden, kimileriniyse Kadim Roma'dan seçtiği örnekdurumlara neredeyse mikroskop mercekleriyle yaklaştığını unutmamak gerekir. Bir de, tabii, yakın geçmişte Haiti'de, Arjantin'de, Kongo'da "taht"a oturmuş diktatörlerin bütün temel özelliklerinin, bu tek satırını okumadıkları benzersiz yapıtta çoktan yazılmış olmasının anlamını da. Roma'nın düzeni, öte yandan, çağımızın Yeni Roma'sını daha iyi seçebilmek, bozbulanık kimliğini teşhis edebilmek açısından da önem taşıyor. Günümüzün azgelişmiş ülke diktatörleri, parametreleri çoktandır köhnemiş bir buyurganlık formatı getiriyor önümüze. Buna karşılık, sözümona demokratik bir sistemin yarattığı, evrensel düzlemde saldırganlığını küstahlıkla sürdüren yeni, postmodern diktatörlük biçiminde, asal figürün düpedüz bir soytarı olduğunu, gücü amansız boyutta temsil eden bir azınlığın onu iplerle oynattığını cümle âlem biliyor artık. Bu kukla, öyle Mussolini ya da Türkmenbaşı gibi "sevimli" yanlarıyla göz boyayabilecek özelliklere olsun sahip değil. Bir diktatörün infaz emri verildiğinde yatıp uyuyabiliyor, çünkü bu kararı kendisi verecek güçte değil onun, Baudrillard'ın yüklediği anlam katsayısıyla bir "mış gibi", Derrida'nın yüklediği anlam katsayısıyla "haydut devlet"in içi doldurulmuş av hayvanları kadar "canlı" bir önderi olduğunun farkında olmamız neyi değiştiriyor? İşte bundan, Shakespeare'in büyük oyunlarına durmadan dönmek, "Kral Lear"in sayfalarını ağır ağır katetmek bizi bir çözüme götürmese de, avutabilir diye avunma yolunu tutuyorum. Aymazlık sanılmasın: Shakespeare okumak insanları doğru yola sokabilecek olsaydı, Blair İngiltere'si şu acınası hale düşer miydi ? Okumak bir şey, öğrenmek bambaşka şey. Bastığı dalı kesmek!.. rhan Pamuk Radikal gazetesinin manşetine Nâzım Hikmet’i taşımamış olsaydı, bu yazıyı yazacak değildim. Oh! İyi oldu… Böylelikle bana da, Orhan Pamuk’un Nobel ödülü üzerine yazdığım yazının eksik kısmını tamamlamak fırsatı doğdu!.. Söz konusu yazım, “Kule Canbazı”na ayrılan yere sığmamış ve kesilmişti! Anımsayanlarınız olacaktır: Pamuk’un kitaplarını çok sevdiğimi, Nobel alsa da almasa da benim için değerli bir yazar olduğunu söylemiş, kütüphanemdeki Nobel kazanmış yazarların arasına bir Türkçe kitap koyarak, bu görüntü için bile alkışlanması gerektiğini yazmıştım… Ama, en önemlisi de, Nobel kazanmış bir yazarı konu alan yazım, medyamıza bir sitemle başlamıştı!.. O sitem şuydu: Neden, ülkemizde verilen ve bir Türk yazarının, edebiyat ustasının adını taşıyan ödüller Nobel’i birinci haber olarak veren televizyon kanallarında ya da gazetelerde bir kibrit kutusu kadar dahi yer almazlar!?. Böylelikle, devletin ve medyanın gözünde yazarın, edebiyatın aslında önemli olmadığının, horlandıklarının altını çizmeye çalışmıştım. O ÂZIM HİKMET’İ KULLANMADI’ ‘N ki bu örnekler "durum"u anlamamızı sağlamamış, içimize olsa olsa su serpmişlerdir. Diktatörün, uçsuz bucaksız yetkilerle donatılmış "yüce makam sahibi"nin ortaya çıkış gerekçelerini, hüküm sürme yeteneğini, onu ayakta tutan yakın ve uzak çevrelerin bakış açısını, garip bir yazgının düğümlerini olabildiğince içeriden tanımanın yolu, bugün bile, Shakespeare'in anayapıtlarına dönmekten geçiyor diye düşünüyorum. Yüzyıllar boyu, bizim gibi monarşik düzen içinde yaşamış, kendi ülkelerinin tarihinden büyük buyurgan figürlerin varlığına Fotoğraflarla Nâzım Hikmet/ Yayına Hazırlayanlar: Kıymet CoşkunTurgay Fişekçi/ Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı Yayınları/ 214 s. “İnsan Nâzım gibi insana yakışan dünyasını arayacaktır... Peki, o dünya şimdilik nerede? Nâzım’ın şiirinde!.. Bu kitaptaki fotoğraflar bizi geçmişin acılı, hüzünlü, duyarlı günlerine götürürken olmuş bitmiş bir yaşamın kapanmış defteri gibi algılanırsa yanlış yorumlanır... Nâzım Hikmet’in fotoğrafı geleceğin resmidir” diyor İlhan Selçuk. Bu kitapta, Nâzım Hikmet’in 311 fotoğrafı bulunuyor. CIA, Kontrgerilla ve Türkiye/ M. Emin Değer/ Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Yayınları/ 260 s. Uğur Mumcu, “CIA, Kontrgerilla ve Türkiye” adlı yapıtın 12 Eylül 1980 darbesinden önceki basımı için yazdığı önsözde şöyle demişti: “Bu kitapta okuyacağınız satırlar, bu yediveren bağımsızlık gülünün kimlerin çizmeleri altında ezildiğini kanıtlamaktadır. Sömürgenlerin, kendi ülkemizdeki sürüngenlerle birlikte bu yediveren bağımsızlık gülünü nasıl dalından koparıp ezip yok etmek istediklerini okurken, çağımızın tek ve büyük suçlusu emperyalizmi ayak izleri ile, çirkin soluğu ile yanı başınızda duyacaksınız. Devletimizin temelindeki ilk harç, bağımsızlık bilincidir. Bu bilinç nasıl yok edilmiş? İşte bunun yanıtlarını veriyor Emin Değer. Bu müzik üzerine yazılar yer alıyor. Kopernik’in Unutulmuş Kitabı/ Owen Gingerich/ Çeviren: Emre Erbatur/ GOA Basım Yayın/ 280 s. 1543’ün baharında, Nikolas Kopernik ölüm döşeğinde yatarken, meslektaşı olan rahipler ona uzun zamandır beklenen bir paket getirirler: Yıllardır üzerinde çalıştığı kitabın basılı sayfalarıdır bunlar, “De Revolutionibus” (Gök Kürelerinin Dönüşleri Üzerine). Kopernik kitabın olağanüstü etkisinden haberdar olacak kadar yaşamamışsa da ilk kez, Dünya’nın yerine Güneş’in evrenin merkezi olduğunu ileri süren kitabı şimdi tüm zamanların en etkileyici bilimsel yapıtlarından biri olarak tanınmaktadır. Bir bakıma astrofizikçi Owen Gingerich sayesinde. Bir yanda Arthur Koestler’in, Uyurgezerler’de ileri sürdüğü Kopernik’in kitabının basıldığı zaman kimse tarafından okunmadığı iddiası, diğer tarafta Gingerich’in 1540’larda Avrupa’nın ileri gelen astronomi öğretmeni tarafından zengin bir biçimde notlandırılmış bir ilk baskıyı Edinburgh’da keşfetmesi. Bir nüsha böylesine çabuk bir biçimde değerlendirilmişse, aynı şey diğer nüshalar için de geçerli olabilir ve belki de bu nüshalar astronomi tarihinde bir dönüm noktasına yeni bir ışık tutabilir, diye düşünür Gingerich. Otuz yıl süren bir araştırmadan ve dünya üzerinde Melbourne’den Moskova’ya, Boston’dan Pekin’e binlerce kilometre yol kat ettikten sonra Gingerich altı yüz kadar “De Revolutionibus” nüshasını incelemesinden edindiği deneyim ve düşüncelerden yararlanarak bu kitabı yazmış. İşte bu yazım, Ataol Behramoğlu’nun bir şiiriyle bitiyordu. Ne var ki o şiir, Kule Canbazı’na ayrılan yerin, daha doğrusu ipin uzunluğuna sığmamış ve düşmüştü… Behramoğlu ustamızın şiiri, Nobel ödülünü kazanan Pablo Neruda’yla, Paris’te Şili Büyükelçisi’yken karşılaşmasını anlatır… Ve o şiiri nihayet okuyacaksınız!.. Hadi bakalım, buyurun: Pablo Neruda Yüzünde Ağır bir yorgunluğun izleri Oturun Mösyöler dedi Nobeli filan Boş verin Biraz Nâzım’dan Söz edin şimdi Benim yazımın başlığı da şiirin şu dizeleriydi: “Nobel’i filan boş verin!”… Ama gelgelelim, şiir yazıya girmediği için, başlıktan Nobel’i küçümsediğim anlamı çıktı ki, böyle düşünenler de teknik aksaklığı bilemedikleri için haksız sayılmazlardı. Oysa yazıya seçtiğim başlık, Nobel kazanmış Neruda’nın Nâzım Hikmet’e duyduğu hayranlıktan başka bir şey değildi. Neruda’nın sözü aynı zamanda, bir odaya kapanan birkaç seçicinin aldığı kararın edebiyatın büyük ırmağının akışına etkisi olmadığına inananlar için de (satış değil, akış diyorum!) bir pusula değerindedir. Yönünü kaybedecek olursan, cebinden çıkarıp bakacağın, hep doğruyu gösterdiğine inanılan bir pusula!.. O pusulanın iğnesinin ucunda da “Nâzım Hikmet” yazmaktadır! Orhan Pamuk, ülkemizde yazarların, sanatçıların uğradığı haksızlıklar gibi doğru bir konuya dikkat çekmek için Nâzım Hikmet’i Radikal gazetesinin başlığına taşımıştır. Ben, Orhan Pamuk gibi dünyanın en büyük edebiyat toplantılarına katılan, yazar olmanın ağırlığını başarıyla taşıyan bir kalemin, Nâzım Hikmet’i kullandığı düşüncesinde olanlara katılmıyorum. Pamuk, demokrasiden, düşünce özgürlüğünden, Barış’tan yana her şair gibi sözünü ettiğim pusulaya bakmış ve okun ucundaki adı okumuştur: “Nâzım Hikmet!..” Sevgili Zeynep Oral, “Esintiler” köşesinde cuma günü çıkan yazısında Orhan Pamuk’u eleştirmiş ve yazarın “kardeşin kardeşi silahlı çatışmalarda yok etmesi, mayınlı topraklar, F tipi zulüm…” gibi konular dururken Radikal gazetesine Nâzım Hikmet’i manşet yapıp, edebiyatçıların uğradığı haksızlıkları dile getirmesini “ben” olgusuyla açıklamıştı. Oysa, unutulmamalıdır ki, Orhan Pamuk bir yazardır ve kendisine bir günlüğüne verilen yayın yönetmenliği fırsatını elbette kendi penceresinin rengine boyayacaktır. Ben, bunda da bir yanlış görmüyorum. Elbette, manşete taşınılması gereken çok konu vardır… Ama, bunları yapmadı diye Orhan Pamuk’u suçlamak haksızlık olur, diye düşünüyorum. Herkes Zeynep Oral gibi yazılarında edebiyatı ve insan haklarını harmanlama ustalığını gösteren bir gazeteci olacak değil ya!.. UNDAN KİM KARLI ÇIKTI? B Tüm bu olanlardan da Radikal gazetesinin sorumlu tutulması yanlıştır. Çünkü bu gazetemiz sanat haberlerine en çok yer veren, sanat eserlerine ve sanatçılara yapılan haksızlıkları dile getiren bir yayın organımızdır. O gün, yayın yönetmenliği koltuğuna da bir yazar olan Orhan Pamuk oturtulmuş ve bu yapılırken de, 55 yıl önce gazetemizde çıkan ve bugün hiçbir çalışanının onaylamayacağı bir haberle “Cumhuriyet’e saldırı düzenleyelim” gibisinden bir planın hazırlandığına inanmıyorum. Radikal gazetesi çalışanları, bunun bastıkları dalı kesmek anlamına geldiğini bilecek olgunluktadırlar. Sonuçta, ortaya iki değerli gazete ve iki değerli edebiyatçının adıyla oluşan bir kördüğüm atıldı… Sahi, bundan kim kârlı çıktı?.. Kitapseverler mi, yoksa kitap düşmanları mı?.. gerçekler sadece geçmiş olayları değil, ileride yaşayacağımız CIA damgalı oyuncuları da sergilemektedir.” M. Emin Değer, metni yeniden gözden geçirerek 12 Mart 1971’den bugüne uzanan aynı yöndeki gelişmelere de değinmiş. İstanbul Dedikoduları/ İsmail Erciyaş/ Erciyaş Yayınları/ 148 s. “Kadın bizim dışımızda birileri değil, bizim eşimiz, annemiz, kız kardeşimiz, kızımız, halamız, kaynanamız, komşu teyzemiz, her şeyimiz, hatta içinden çektiğimiz, sütünü emdiğimiz hayat kaynağımızdır. Kadın bazen evde ücretle tuttuğumuz hizmetçimiz olur, yıkar, temizler, bize güzel bir yaşam alanı yaratır. Bazen uğruna şiirler yazdığımız ilham kaynağımız olur ve hep bizimledir, bizim için yaşar ve biz de onun için yaşarız. O istediği için biz doğarız, bizi o besler, büyütür, beğenirse koca olarak alır, bizden yeni döller alır, onunla yeni çocuklar doğurur ve işi bittiğinde de bizi önce kapı dışarı, sonra öbür tarafa gönderiverir. İşte böylece anlaşılacağı gibi hakikatte kadınlar bizim dışımızda birileri değil, bizlerden birileri, hatta bizlere tabi olan birileri değil, bizlerin onlara tabi olduğu yüce insanlardır.” Bu kitapta İsmail Erciyaş, anılarından yola çıkarak kadınları anlatıyor. Nâzım Hikmet ve Makinalaşmak”/ Necmi Selamet/ Kanguru Yayınları/ 120 s. “‘Makinalaşmak’, tek başına yaşamın her alanını etkiliyor. Yıllar geçtikçe etkisi giderek genişliyor ve artıyor. Kim ne derse desin, bu etki, Nâzım Hikmet’in seksen üç yıl önce yazmış olduğu ‘Makinalaşmak’ adlı şiirinin önemini günümüze dek, doğal bir biçimde taşıyor.” Bu kitapta Necmi Selamet, Nâzım Hikmet’in “Makinalaşmak” adlı şiiri üzerine bir inceleme sunuyor. 20. Yıl Pan’a Armağan/ Pan Yayıncılık/ 280 s. “1989 yılında bugün Beşiktaş’ta bulunan yerimize geçtik. Yayınevinin bir bölümünü, bir örneğini Viyana’da gördüğümüz müzik kitapları satan bir butiğe dönüştürdük. Önceleri bir rafı bile doldurmayan bu bölümde şimdi 1000’i aşkın kitap var. Bu sayının artışında Pan Yayıncılık olarak yayımladığımız 100’den fazla müzik kitabının yanı sıra, müziğin okunabileceği, müzik kitaplarının müzik kültürünün derinleşmesi ve yaygınlaşması için elzem olduğu fikrimizin de payı olduğunu düşünüyoruz.” Bu kitap, Pan Yayıncılık’ın 20. kuruluş yılı nedeniyle hazırlanmış. Kitapta, İnsanoğlu soğuğu seçti Çeviri Servisi Rusya’nın başkenti Moskova’nın güneyindeki Kostenki’de yapılan kazılar, “modern insanın’’ Avrupa’ya kıtanın güneyinden göç etmeye başladığını öngören savı değiştirecek nitelikte. ABD’deki Colorado Üniversitesi’nin araştırma görevlilerinden Prof. John Hoffecker’in Bilim dergisinde yayımlanan makalesine göre modern insanlar sanılanın aksine ilk olarak Yunanistan ve Bulgaristan’a değil, büyük olasılıkla Kafkaslar üzerinden Rusya ve civarına yerleşti. BBC’nin internetteki sitesinde yayımlanan habere göre Don Nehri kıyısındaki Kostenki arkeolojik bölgesinde yapılan kazılarda çok sayıda diş, kemik gibi fosil parçalarıyla ev aletleri, boncuk gibi kişisel eşyalar elde edildi. Bunları inceleyen bilim adamları, insanoğlunun günümüzden 45 bin yıl önce bu bölgede yaşadığı sonucuna vardı. Varılan bu sonuç Avrupa’ya göçün sadece farklı bir yol takip edilerek olduğuna değil, modern insanın sanılandan daha önce kıtaya geldiğine de işaret ediyor. Şimdiye kadar savunulan tezlerde Avrupa’ya ayak basışın günümüzden 50 bin yıl önce olduğu savunuluyordu. Hoffecker, göçün ilk olarak Avrupa’nın en soğuk ve kurak bölgesine yapıldığı bilgisinin kendisi ve ekibini çok şaşırttığını belirterek, “En son geleceklerini düşündüğümüz bölgeye ilk önce gelmişler, buna neden olarak Rusya ve etrafında doğal kaynakları paylaşmak zorunda olacakları Neanderthallerin olmamasını gösterebiliriz’’ dedi. Sahraaltı Afrikası kökenli ilk modern insanların fosilleri, 200 bin yıl önce burada yaşadıklarına, başka bölgelere göç etmeye günümüzden 5060 bin yıl önce başlandığına işaret ediyor.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle