23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

19 OCAK 2007 CUMA tarihçe DEFNE GÖLGESİ TURGAY FİŞEKÇİ Bolşevik Mucize: Ruslar Anadolu’dan çekiliyor Erdoğan AYDIN Bizim ortalama tarih bilgimiz Rus düşmanlığı üzerine şekillenmiştir. Tabii bu şekillenmede Çarlık ve Sovyet dönemleri arasındaki köklü farklılığın da karartılmasıyla karşı karşıyayız. Özellikle Soğuk Savaş politikasının bir parçası olarak gerçekleştirilen bu karartma, sosyalizm karşıtı bir toplumsal tahkimat yapmak amacını taşımıştır. Doğu Anadolu’daki yerleşim birimlerinde her yıl yinelenen ‘kurtuluş’ günlerinde de bu duygu özellikle pekiştirilir. Söz konusu törenlere katılanlar, (kimi istisnalar hariç) gerçekte Ruslardan bir ‘kurtarma’ durumu yaşanmadığını, Rus ordusunun Devrim sonrasında kendiliğinden çekildiğini, dahası Kurtuluş Savaşımızın, moral, para ve silah anlamında biricik destekçisinin de Sovyetler Birliği olduğunu bilmez. Bunları bilmemenin ve Soğuk Savaş sahtekarlarınca Atatürk’e maledilen, “Komünizm nerede görülürse ezilmelidir!” gibi sözlere inanmanın hayatımıza yansıyan bir de bedeli var tabii. birleştirmelerini’ teklif ederken çok doğru söylüyor” diye devam ediyordu. “Yunus Nadi Bey, Batılı devletlerin o yıllarda ulusal kurtuluş savaşı idarecilerini ‘Bolşevizm tehlikesi’ ile korkutmaya çalışarak, nasıl Sovyetler Birliği’ne karşı düşmanca bir propaganda yürüttüklerini anlatmayı takiben; ‘Ama bu tehditler bizi korkutmadı ve korkutmuyor’ dedi. Birinci Dünya savaşı sonunda biz Türkler, İtilaf devletlerince kelimenin tam anlamıyla dize getirilmiştik. Rusya’daki devrim ve İtilaf devletlerinin bize saldırışı, emperyalizmin Doğu halklarının yağma edilmesinde, ezilmesinde oynadığı rol üzerine gözlerimizi açtı” (Aralov’un Anıları, s.40) Anadolu’nun Rus işgali, Bolşevik ihtilali ile son bulacaktı. “Bolşevikler, Türkiye’yi paylaşma anlaşmalarını yırtmışlar, her türlü imtiyazlarından vazgeçmişlerdir. (Bu kapsamda dönemin Ekonomi Bakanı), Yusuf Kemal Tengirşek, Bolşevik İhtilalinin Türkiye için ne anlama geldiğini şu sözlerle anlatır: ‘Büyük Harpte Ruslar Refahiye’ye kadar gelmişlerdi. İhtilal Rus ordusunu geri götürdü. İhtilal olmasa idi, Rus ordusu kolay kolay oradan çıkar mıydı? Rusya’da öteden beri bizim gerçek düşmanımız Çarlık ile Ortodoks kilisesi idi. (...) Lenin bu iki kurumu, yani iki büyük düşmanımızı yıkmaya ahdetmiş ve yıkmıştır.’ “Falih Rıfkı Atay ise, Bolşevik İhtilalinin o günlerde Türkiye’nin geleceği bakımından önemini, kendine özgü çarpıcı üslubuyla şöyle dile getirir: ‘Tuhaf kader cilveleri vardır. Eğer Lenin Çarlığı yıkmasaydı ve Rusya zafer gününe erişseydi, İstanbul Rus olacaktı. İnsanın acaba bir İstanbul köşesine Lenin’in büstünü koysak mı diyeceği gelir. “Ya Çar Rusya’sı 1917’de yıkılmamış olsaydı? Müttefiklerle aralarındaki anlaşmaya göre İstanbul, Sakarya kıyılarına kadar Rusların mülkü olacaktı. 1918’in o haftalarında Rus orduları komutanı, Çar Nikola’yı Dolmabahçe Sarayının rıhtımında karşılayacaktı” (D.Avcıoğlu, Milli Kurtuluş tarihi, s. 436). EVRİM HESAPLARI BOZULUYOR Geçen hafta da işaret ettiğim gibi, Çanakkale zaferinin sağladığı büyük morale rağmen, eğer Bolşevikler iktidar olamasaydı, Sarıkamış bozgununun ardından gelen toprak kayıplarını geri almak mümkün olamayacaktı. Çünkü Fransa ve İngiltere’den ayrımla Ruslar, gerek kuzey doğu Anadolu’yu gerekse de İstanbul’u, sadece sömürgeleştirmek değil, kalıcı bir şekilde ilhak etmek amacındaydılar. Nitekim Rus Savaş Bakanlığı tarafından hazırlanan 6 Nisan 1916 tarihli Rapor; “Rusya, bugüne kadar yaptığı gibi bundan sonra da kendi sınırları içine girecek memleketleri millileştirmek isteyecektir” (Anadolu’nun Taksimi Planı, s.279) diyerek bu keyfiyete işaret eder. Bolşeviklerce yayınlanan belgeler, işgal bölgelerinin yeniden düzenlenmesinin nasıl yapılacağına dair Rusların ne denli ciddi ve kararlı olduklarını gösteren ayrıntılarla doludur. Rusya’nın hedefi ‘milli’ sınırlarını genişletmek, stratejik olarak gereksindiği bölgeleri ilhak etmek olduğunda, normal koşullarda onu geri atmak, örneğin İngilizleri İstanbul’dan, Fransızları Antep’ten atmaya oranla neredeyse imkansızdı. İşte bu ilhak hedefiyle Çarlık Rusya’sı, donmatifüs ve yarattığı demoralizasyonla Osmanlının kendini savunma kapasitesini tümüyle felç eden Sarıkamış macerasının avantajıyla, Trabzon’dan Van’a kadar bütün Doğu Anadolu’yu ele geçirmişti. Bu sırada İtilaf devletleri arasında süregelen yoğun diplomasinin de, esasen Rusya’yı sınırlama pazarlıkları olduğu da bilinmeli. M. Sykes, J. Picot görüşmeleri çerçevesinde 1916 Martında Petersburg’da sonuçlanan pazarlıklarda, “Van, Erzurum vilayetleri ile Trabzon ve Bitlis vilayetlerinin doğu bölümleri yanında Sivas, Harput ve Diyarbakır vilayetlerinin küçük bir kesiminin” Rusya’ya bırakılması konusunda itilaf devletleri arasında anlaşma sağlanmıştı. Rus Savaş Bakanı Raporunun dilinden anlaşılacağı üzere Rusya, bu süreçte hakkının yendiği kanısındadır. Çünkü Sinop dahil çok daha geniş bir alanı talep eden Ruslar, anlaşmanın imzalandığı günlerde, kendisine verilen bölgenin ilerisinde bir hakimiyete sahiptir; bu çerçevede O, SykesPicot anlaşmasını, “bütün Boğazlar bölgesinin Rusya’ya temin edilmesi şartına bağlı” olarak onaylamaktadır. (Anadolu’nun Taksimi Planı, s.277) İstanbul’un Ruslara bırakılması sorunu ise gelinen noktada, çözülmüş görünmektedir. Savaşı sonuçlandırmakta zorlanan İngiltere, “Rusya’nın ancak İstanbul ödül sözü ile savaşta tutulabileceğini” kavramıştır. Nitekim İngiliz Dışişleri Bakanı Sir Grey; “... Almanların müttefikleri birbirine düşürmek için uğraştığını, açık liman edinmesini engellemek için Rusya ile dünyanın her yerinde yıllardır ısrarla mücadele ettiğimizi ve onun nerede olursa olsun bir açık limana ihtiyacını gösteren, kış boyu kapalı kalmasının korkunçluğunu düşününce, ben hep, Rusya’ya, İstanbul konusunda karşı çıkamayacağımızı ve anlaşacağımızı en baştan açıkça belirtmek gerektiği fikrindeyim” şeklinde, görüş belirtir. Kral V. George da, “İstanbul’a gelince, sizin olması gerektiği açıktır” diyerek, savaş sonrasına ilişkin düşünce belirtir. (A.L.Macfie, Osmanlının Son Yılları, s.171) İşte tam bu koşullarda, Bolşevik devrimi gerçekleşecek ve evdeki bütün hesapları altüst edecekti. Rusya’daki devrim, kendini savunamaz hale gelmiş, Anadolu’nun üçte birini kaybetmiş Osmanlı için ise, tam anlamıyla bir mucizedir: “Nisan 1917’de Mart devriminden sonra atanan yeni Rus hükümeti, önceki rejim tarafından benimsenen fetih ve ilhak politikalarını reddeden bir deklarasyon yayınladı. Kasımda iktidara gelen Bolşevikler, bir barış deklarasyonu yayınlayarak İstanbul ve Boğazlar üzerindeki Rus iddialarını reddetti. 3 Aralıkta Lenin, ‘Rusya’nın ve Doğunun Müslüman Emekçilerine Çağrı’yı yayınlayarak, devrik Çarın, İstanbul’un ele geçirilmesi için yaptığı gizli anlaşmaların geçersiz ve hükümsüz olduğunu açıkladı. Ardından İstanbul’un Müslümanların elinde kalması gerektiğini ilan etti” (A.L.Macfie, s.177). URUMDAN MACERA ÇIKARMAK Bunu takiben Rus Ordusu, 8 Aralık’ta Erzincan’da bir barış anlaşması imzalayarak Anadolu’dan geri çekilmeye başladı. Rus ordusunu Anadolu’dan çekmeyi takiben Bolşevikler, 3 Mart 1918 Brest Litovsk anlaşması çerçevesinde Kars, Ardahan ve Batum’dan da çekilmeyi kabul etti. Ancak bu süreçte devreye İngilizler girecek, Çarlık artığı generalleri, Menşevikleri ve diğer milliyetçileri Bolşeviklere karşı kışkırtarak devrimi yıkmaya çalışacaktı. Kafkasya bu kışkırtmalar bağlamında Bolşeviklerin elinden çıkacak, İngilizler Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan’da etkinlik sağlayacaklardı. İşte Bolşeviklerin Kafkasya’da etkili olamadığı bu konjonktürde Enver Paşa’nın misyonu (1915’te akamete uğrayan Turan ülküsünü yeniden gerçekleştirme yönelimiyle) durumdan yeni bir macera vazifesi çıkaracaktı. Onca korkunç yıkım ve kayıptan sonra bile yaşadığı dünyayı hala okuyamayan, savaşın gerçekte bittiğini anlayamayan Enver, “pantürkist emellerinin gerçekleşeceği günün geldiğini düşündü. Osmanlı ordusu, 1918 Eylülünde Bakü’ye girdi. Hedef Türkistan’dı” (B. Tanör, Kuruluş Kurtuluş, s.26). Ne ki bu nafile operasyon, hem başından beri bu petrol bölgesini kendine saklayan Alman misyonuyla çatışıyordu hem de asıl önemlisi, savaşın bir bütün olarak artık kaybedildiğinin kesinleştiğini göremeyen bir körlükle maluldü. Elde avuçta bir şey kalmadığı o son günlerde bile Enver, halkın evlatlarını kırdırmaktan geri durmuyordu. Oysa aynı günlerde bir başka Osmanlı Paşası, Mustafa Kemal, Anadolu savunması için askerlerini telef ettirmeden geri çekmekle uğraşarak, bambaşka bir zihniyet örneği veriyordu. C Mircan 13 nsan tükenmez” demişti “İ Dağlarca, bir yalvaç bilgeliğiyle. Bu sözü en umutsuz anlarda kendi kendime yinelerim. İnsan tükenmez... Günümüz toplumlarının dünyayı yok oluşa doğru sürükleyen karamsar gidişine bakıp bu sözü yinelemek anlamsız görünebilir. Ama tersini düşünmek de, dünyadan, insandan umudu kesmek olur. O zaman da hayatı yaşanır kılacak nedenleriniz ortadan kalkar. İnsana inanmaktır her zaman aslolan. İnsanın yaratıcı gücüne, dünyayı değiştirebileceğine, güzelleştirebileceğine inanmak... ??? Henüz üç müzik albümü yayımlamış Mircan’ın adını yeni duydum. Büyüleyici bir sese sahip bu sanatçımızın yaşamöyküsü de “İnsan tükenmez” sözünü doğrularcasına umut filizleriyle dolu. Batum’dan göçerek Artvin’e yerleşmiş bir ailenin çocuğu. Karadeniz’in ıssız dağ köylerinin doğası doldurmuş içini. Henüz ilkokul çağında ailesiyle İstanbul’a gelmiş. Kendini bildi bileli şarkı söylermiş. Okulda, derslerde, evlerde, düğünlerde. Cin gibi bir çocuk olduğu her halinden belli, çünkü yalnızca müzikle ilgilenen bir öğrenci olmamış. Tersine okullarda hep önde gelen başarılı öğrenciler arasında yer almış. Konservatuvara gideyim, müzik öğrenimi göreyim diye de düşünmemiş. Yıldız Teknik Üniversitesi’ni bitirerek inşaat mühendisi olmuş, sonra da deprem teknolojileri üstüne yüksek lisans yapmış. Bugün de mesleğini bütün ciddiyetiyle sürdürüyor. Müzik alanında yayımlanmış üç albümü: Bizim Ninniler (2004), Kül (2005), Sâlâ (2006). Üç albümün havası da farklı: Ninnilerde, bu ninniler bu kadar mı güzel söylenir diyorsunuz elde olmadan ama, asıl bebeklerin tepkileri önemli. Bir televizyon programında rastladım, Mircan’ın ninnilerini duyan bütün bebekler, ağ D D lamayı kesip uysallaşıyorlarmış. Kül’de türküler ağırlıklı. Sâlâ ise İngilizce caz parçaları da içeriyor, Lazca etnik müzik örnekleri de. Bir ses bunca farklı müziği aynı anda böylesine güzel, etkileyici yorumlayabilir mi diye düşünebilirsiniz ama olmuş işte. Mircan’ın büyüleyici sesi ve yeteneği burada ortaya çıkıyor. Ne söylerse söylesin, etkiliyor dinleyenini. ??? Nâzım Hikmet, cezaevinden Memet Fuat’a yazdığı mektuplarda, iyi bir edebiyatçı olmak istiyorsa “müspet ilimlerden birini” meslek olarak seçmesini önerir. Mircan sanki bu büyük ozanımızın isteğini yerine getirmiş. Bir yandan tadına doyulmaz müzikler üretirken, ötede Süleymaniye Camii’nin deprem dayanıklılığı üstüne uluslararası mühendislik kongrelerinde bildiriler sunacak denli de mesleğinin ustası. Depreme karşı İstanbul’un viyadük ve köprülerini güçlendiren bir şirketin Türkiye temsilcisi olarak çalışıyor. Mircan’ın müzik üretimi yalnızca yorumculukla da sınırlı değil. Söylediği türküler, etnik müzik ürünleri, caz parçaları bir yana, bir de aynı derecede başarılı besteciliği var. Bestelerine kaynak olarak da yine ne denli zeki bir insan olduğunu kanıtlarcasına çağdaş Türk şiirinin büyük ozanlarının şiirlerine yönelmiş. Metin Eloğlu, Gülten Akın, Özdemir Asaf’tan besteleri var. Gelecekte de yalnızca çağdaş şiirimizin örneklerinden yapacağı bestelerinden oluşacak bir albüm yapmayı tasarlıyor. “İnsan ruhunu sağaltmak için müzik” yaptığını söylemiş bir yerde. Başka niçin sanat yapılır? Edebiyatın, tiyatronun, resmin, heykelin varsa bir anlamı, insanı güzelleştirmek, insanı daha insan, dünyayı daha insancıl kılabilmekten başka ne olabilir? turgay@fisekci.com Yaşadığımız büyük eşitsizlik, temel hak ve özgürlüklerden yoksunluk ve ülkemizi bir dönem işgal etmiş emperyalist güçlere boğazımıza kadar bağımlılık, işte bu bedelin yansımaları. Rusların devrim nedeniyle kendiliğinden çekildiğini, Sovyetler Birliği’nin Kurtuluş Savaşına yardım eden tek devlet ve Kuruluş’taki tek müttefik olduğu gerçeğini yazmayan ‘milli’ tarih kitapları, bırakalım bilimselliği, ahlaki temelden bile yoksunlar. Ne yazık ki döneme dair çalışmaların büyük bir çoğunluğu da bu nitelikte. Bugün kendine ‘ilerici’ misyon biçen tarih yazımlarında bile bu unutturma, önemsizleştirme ve hatta çarpıtma örneklerini görebiliyoruz. Barışın ve adaletin iyi, emperyalizmin ve sömürünün kötü olduğunu düşündürecek her şeyin gizlenmesinde tarih yazımı, hep önemli bir misyon yüklenmiştir. Özellikle Soğuk Savaş politikaları çerçevesinde emperyalizmle işbirliğini pekiştiren egemen akıl, bir yandan bağımlılığı meşrulaştırırken, diğer yandan, sosyalizmi düşmanlaştırmıştır. Bu durumda İslamcılık ve Turancılığın geliştirilmesi de, toplumsal tepkilerin kontrol altında tutulmasının zorunlu gereği olmuştur. Bu politikanın, toprak ağaları ve komprador egemenliğinin iyice pekişip kurumlaşmasının yansıması olduğu açık. Tüm bu değişimlerin tarihe bakıştan müttefik tercihlerine dek pek çok değişimle kendini göstermesi de kaçınılmaz. STANBUL’A LENİN’İN BÜSTÜNÜ KOYSAK MI? Yunus Nadi’nin Sovyet Elçisi Aralov’a anlattıklarında da yansıdığı gibi, dönemin Türk milliyetçileri “genç Sovyet hükümetini ulusal harekete yardımcı ve candan dostu” görüyordu: “Sovyet hükümetince yayımlanan, Türkiye’nin paylaşılmasıyla ilgili Çarizmin gizli anlaşmaları, Çarlık Rusya’sının, Fransa’nın, İngiltere’nin, İtalya’nın, Türk halkına karşı besledikleri istilacı niyetleri açığa vurdu” diyen Nadi: “İttihatçıların memleketin kanını, canını, zenginliğini, Alman emperyalizmine sattıkları bizim için apaçık bir şeydi. Osmanlı devletinin şimdiki idarecileri, başta Padişah olmak üzere, Türkiye’yi, İngilizlerin, Fransızların, İtalyanların ve Yunanlıların egemenliğine teslim ettiler. (Dışişleri Bakanı) Çiçerin, ‘emperyalizmle savaşmak için Türkiye ile Rusya’nın güçlerini Allianoi’de insanlık suçu Hakan DİRİK İZMİR Allianoi Antik Kenti’nin, Yortanlı Barajı suları altında kalmasına göz yuman İzmir 2 No’lu Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu (KTVKK) kararı yargıya taşındı. Arkeologlar Derneği ile Allianoi Girişim Grubu, yürütmenin durdurulması istemiyle Danıştay’a başvururken Allianoi Kazı Başkanı Prof. Dr. Ahmet Yaraş, kurul kararının “insanlık suçu” olduğunu söyledi. İzmir’deki koruma kurulu, KTVKK Yüksek Kurulu’nun kendilerine sunduğu proje doğrultusunda yerleşimin duvarla çevrilerek sular altında kalmasını onaylamıştı. Yaraş, 27 Kasım’da alındığı ortaya çıkan karar toplantısına konuyla ilgili kuruluşların çağrılmadığını, ayrıca 15 gün içinde kamuoyuna duyurulmadığını anımsattı. ANGINDAN MAL KAÇIRMAK’ Bunun suç olduğunu kaydeden Yaraş, kurulun “koruma” anlayışından uzaklaştığını vurgulayarak “Anlaşılan yangından mal kaçırmak gibi niyetleri var. Hukuk devletinin kurallarını çiğniyorlar. Topluma bu derece mal olmuş bir ören yerinin su altında kalmasına göz yummak insanlık suçudur. DSİ’nin bugüne dek ‘koruyacağız’ dediği barajlarda yaşanan örnekler ortadadır. Ayrıca İzmir’in aday olduğu EXPO’nun temasının sağlık olduğu düşünüldüğünde hem İzmir, hem ülkemiz için yaşanacak prestij kaybı göz ardı edilmemelidir” dedi. Öte yandan Danıştay 6. Dairesi’ne yapılan yürütmenin durdurulması istemli başvuruda, şu görüşlere yer verildi: “Türkiye’nin sözleşmelerle verdiği sözlere, anayasanın 63. maddesi, 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yasası düzenlemelerine, Allianoi ile ilgili şimdiye dek verilen koruma kararlarına karşın Allianoi suya gömülemez. Kenti suya gömmek, hem tarihsel hem de hukuksal olarak büyük bir sorumluluktur. Bu oldubittinin önüne geçilmesi için hemen yürütmeyi durdurma kararı verilmelidir.” ‘Y İ İngiltere ‘Avrupa’nın çöplüğü’ LONDRA (AA) İngiltere’de her yıl 27 milyon ton civarında çöp toplandığı, bunun diğer Avrupa ülkelerinden en az 7 milyon ton fazla olduğu ve bu durumun ülkeyi “Avrupa’nın çöplüğü” haline getirdiği bildirildi. İngiltere’yi 20 milyon ton çöple İtalya, 17 milyon tonla İspanya, 13 milyon tonla Fransa ve 10 milyon tonla Almanya izliyor. İngiliz Belediyeler Birliği’nce yapılan açıklamada, ülkede her aileden yılda yarım ton çöp çıktığına dikkat çekildi. Çöplerin toplandığı alanların büyüklüğünün İngiltere’nin Warwick kenti kadar olduğuna işaret eden İngiliz belediyeciler, çöp için ayrılan alanların çok yakında yetersiz kalacağını ifade ettiler. İngiliz Belediyeler Birliği, ülkedeki çöp sorununun çözülebilmesi için hükümetin belediyelere, az çöp atan ailelerin belediye vergisini düşürme ya da çöp toplama hizmeti için ücret alma yetkisi vermesini öneriyor. Nüfusu İngiltere’den yüzde 25 daha büyük olan Almanya’da bile yılda 10 milyon ton çöp toplandığına dikkat çeken belediyeciler, bebek bezleri, kullanılıp atılan kameralar ve benzeri tek kullanımlık ürünleri üreten firmaların da çöp toplama masraflarına katkı sağlamasını istiyor.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle