23 Kasım 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

4 KULA: BAŞARISIZLIKLARINI TÜRKİYE ÜZERİNDEN DENGELEMEYE ÇALIŞIYORLAR C haberler BİR BAKIMA SERVER TANİLLİ HAZİRAN CUMA ‘Avrupa dürüst olmalı’ LEYLA TAVŞANOĞLU Asıl Çözüm Nerede? çok daha ağırdır ve kapsamlıdır. Ayrıca, sorunlara sadece kendi iş dünyasının çıkarları açısından değil; bir bakıma ülkenin genel çıkarları açısından yaklaşan bir tavır görülüyor. Hele, bir yerde, ‘‘laiklik, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurumsal yapısına ve tüm toplumsal hücrelerimize derinlemesine nüfuz etmiş ve özümsenmiş bir yaşam biçimidir’’ vurgulaması unutulmayacak... Ama bu söylenenlerden, AKP’nin ve onun hükümetinin idrakine bir şeyler ulaşacak mıdır? Yazık ki, hiçbir şey! ? Çünkü AKP, insanları, yapısı ve ideolojisi bakımından, bir parti değil, bir kabile, bir aşirettir. Başındaki de onun ağası, şeyhidir. AKP’nin iktidara geldiği günden sürdürdüğü ‘‘talan’’, yapısından geliyor; o yapıda demokrasinin yeri olmadığından, en ufak bir itirazın da hakkı yoktur. Nitekim Fuat Geçen partiden ihraç edildi; Mahmut Koçak da sıradadır. AKP, liberalizmi, talana uyduğu için kabul etmiştir. AB hedefine yoğunlaşması ise, ‘‘zinde güçler’’den korunup palazlaşması rahatça olsun diyedir. Palazlanma aşaması da geride kalmıştır artık. Bütün bunlar ne içindir? İktidara geldiği günden, ‘‘kadrolaşma’’, ‘‘bizden olanlar ve olmayanlar’’ merakı ne amaçladır? Şunun için: AKP, şeriatçı bir partidir ve onun için de, laik Cumhuriyet’in düşmanıdır; mutlaka cumhuriyet gerekiyorsa, o ‘‘ılımlı İslam’’a boyanmalıdır. Dışarıda sırtını dayadığı ABD’nin hevesi de budur; AB’nin rızası yoksa, ondan kopmak neden olmasın? AKP’nin, onun hükümetinin, daha baştan, Cumhuriyet’in neler uğruna yaratılmış kurumlarının karşısına dikilmesi bugün neredeyse kopuşa varmıştır. Bu, bir ilktir ülkemizde. Asıl çözüm de nerede? Acaba sistemin, kendisini inkâra varan bir oyunbozanın karşısına dikilip, hukuku çiğnemenin faturasını ona ödetmek mi? Anayasa hukuku da bunu düzenlemiştir... Bilmiyorum anlatabiliyor muyum? T T ürkiye’nin AB macerasını burada yinelemeye gerek yok. Son yıllarda bu konuda çok şey yazıldı, çok kitap yayımlandı. Ama yakınlarda Büke Yayınları’ndan yayımlanan ‘‘Avrupa Kimliği ve Türkiye’’, Türkiye ve AB arasındaki çelişkileri, anlaşmazlıkları, Türkiye ve Türklerin Batı tarafından nasıl ‘‘öteki’’leştirildiğini ortaya koyuyor. Kitabın yazarı Prof. Dr. Onur Bilge Kula’yla Ankara’da bir araya geldik ve AB yolunda Türkiye için nelerin olup nelerin olamayacağını konuştuk: ‘ECEVİT TÜRKİYE’YE DEĞER KATTI’ 1978’de zamanın başbakanı Ecevit, Türkiye’nin AET üyeliğine hazır olmadığnı açıklarken o zamanki Yunanistan Başbakanı Karamanlis 1981’de ülkesini Avrupa’ya sokmayı başardı. O süreç bugünü etkiledi mi sizce? KULA Mutlaka etkisi olmuştur. Bir siyasetçi olarak Bülent Ecevit, Türkiye’ye pek çok değer katmıştır. Ancak Türkiye’nin dış dünyayla ilişkileri konusunda gerekli cesareti gösterdiğini söylemek çok zor. Özellikle açılma konusunda Ecevit cesaretsiz davranan bir politikacı. O kişilik nitelikleri, Avrupa’yla ilişkilerde de kendisini gösterdi diye düşünüyorum. Bir de o dönemde dış etmenler bakımından Ecevit ve hükümetini zorlayıcı koşullar da pek ağırlıklı değildi. Her ne kadar Avrupa, Türkiye’de o dönemdeki iç karışıklıklar nedeniyle ülkemize daha ürkek bakması gerekmesine rağmen bugüne kıyasla NATO’nun güneydoğu kanadı olarak o dönemde Türkiye’ye daha olumlu yaklaşıyordu. O zaman Avrupa bölünmüş durumdaydı. Sosyalist Sistem’in varlığı Avrupa’nın kapitalist sistemiyle Türkiye’nin arasına girmişti. Dolayısıyla o kopukluktan Avrupa, Türkiye’ye şimdikinden çok daha fazla gereksinme duyuyordu. Ama o dönemin koşullarındaki yapılanma ortadan kalkınca ve Avrupa coğrafi olarak yeniden bütünleşince Türkiye’ye olan ihtiyaç azaldı. Dünyanın tek merkezli hale gelmesi nedeniyle Türkiye’nin NATO içindeki öneminin de azalmasıyla koşut açıklanabilecek bir durum. Peki, Türkiye’nin NATO içindeki önemi gerçekten azaldı mı? ABD’nin dünyaya yeniden bir biçim verme çabaları değerlendirildiğinde olaylar Türkiye’nin dünyadaki önemini yeniden gündeme getiriyor. Ama şunu söylemekte yarar var: Türkiye’nin Avrupa macerası ya da AB’yle ilişkilerinin bütünleşme yönünde gelişmesi konusunda Ecevit’in katkıları son derece sınırlı kalmıştır. ‘ÖZAL UYGUN ORTAM BULDU’ AB elitleri hep başka ülkeleri Türkiye’ye karşı maşa olarak kullandılar. Aklıma gelen soru, acaba AB elitlerinin Türkiye’yle ilişkilerde kaçak mı güreştikleri? 1987 başvurusundan önce gerçekleşen biriki P O R T R E Prof. Dr. ONUR BİLGE KULA 1954, Kayseri doğumlu. Bern Teknik Üniversitesi Maden Mühendisliği Bölümü’nü üçüncü sınıfta terk etti. AÜ Dil ve TarihCoğrafya Fakültesi Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun oldu. Alman Akademik Değişim Servisi’nin verdiği doktora bursuyla Berlin Özgür Üniversitesi’nde kültürler arası eğitim bölümünü bitirdi. Aynı bölümde Türk göçmen işçiler ve işleri konulu doktora yaptı. O dönemde Almanya’da çok amaçlı liselerde öğretmen, Berlin Özgür Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalıştı. Doktora sonrası Türkiye’de Çukurova Üniversitesi’nde sekiz yıl görev yaptı. Bu dönemde Alman kültüründe Türk imgesi konusunda iki ciltlik kitabını yayımladı. 1993’te Aydın Güven Gürkan’ın teşvikiyle Mersin Üniversitesi’nde yedi yıl FenEdebiyat Fakültesi’nin kurucu dekanı oldu. 2003’ten beri de Hacettepe Üniversitesi’nde Edebiyat Fakültesi Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü öğretim üyesi olarak görev yapıyor. ‘‘Avrupa Kimliği ve Türkiye’’ adlı kitabını da Hacettepe Üniversitesi’nde görev yaparken hazırladı. Ama sadece genişleme değil, Avrupa’da bir de derinleşme süreci var. Federal Avrupa projesi konusunda insanların da doğru bilgilendirilmedikleri anlaşılıyor. İş böyle olmasına karşın Avrupa Anayasası kimi ülkelerde halkoyuna, yani referanduma sunuluyor. Kimi ülkelerde de parlamentoda oylama yapılıyor. Referandumlarda ne kadar demokratik, doğru sonuçlar alınabilir? O konuda Avrupa’nın tavrı anlaşılır gibi değil. Bir ülke parlamentosuna sunuyor, onaylanıp geçiyor. Bir başka ülke referandum düzenliyor. Halktan ‘‘Hayır’’ oyu çıkıyor. Halkoyuna sunulunca iş Türkiye ve İslam yandaşlığı ya da karşıtlığı biçiminde ortaya çıkıyor. Bu da tarihten, özellikle de ortaçağdan kaynaklanan Türk ve İslam karşıtı tutumun güncelleşmesine ortam hazırlıyor. 1100 ile 1450 yılları arasında sayıları 10’u geçen Haçlı Seferleri düzenlenmiştir. Haçlı mantığı, edebiyatı ve felsefesi gibi Avrupa kültür tarihinde yerleşik kavramlar vardır. Dolayısıyla sıradan insanlar çok kolay manipüle mi ediliyorlar? Tabii. Nitekim Bush bile Haçlı Seferi kavramını telaffuz etmiştir. Demek ki bu ortak bellekte gizli biçimde varlığını sürdürüyor. Gerektiğinde ‘Türk düşmanlığına ortam hazırlanıyor’ de siyasal, güdümleyici amaçlarla güncelleştirilebiliyor. Avrupalı birçok yönetici bu yönde son derece güdümleyici ve iç siyaset başarısını dengeleyici strateji olarak ortaçağın olumsuz Türk ve İslam imgesini güncelleştirme eğilimini ortaya koyuyorlar. Ortaçağ bir imparatorluklar dönemidir. Bu imparatorluklar içinde çeşitli uygarlıkları topraklarında barındırması bakımından Osmanlı’nın yapısı farklıdır. Dolayısıyla insanlığa kültürel, uygarlıklar bakımından bütünleşme modeli anlamında Osmanlı’dan yararlanmak gerekir. Türkiye de bu birikimin olağan sürdürücüsüdür. Bu yönüyle de Türkiye, Avrupa açısından vazgeçilebilir bir ülke değildir. Avrupa’nın tarihi kökleri bugün Türkiye’nin üzerinde bulunduğu topraklardadır. Dolayısıyla Türkiye’siz bir Avrupa tarihsiz bir Avrupa’dır. Türkiye, Avrupa kimliği içinde karşıt oluşturucu olarak yer almak zorundadır. Zaten karşıtı olmaksızın bir şeyin var olması söz konusu olabilir mi? Avrupa, kimlik kazanmak ve belirginleşmek sürecinde öteki olarak kategorize ettiği Türkleri kullanmıştır. Bugün Avrupa karşıtlarının ‘‘Avrupa kimliği Türklere karşı yürütülen savaşlarda oluşmuştur’’ savı da bu ortaçağın dışlayıcı birikimine dayanmaktadır. ÜSİAD’ın, yani Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği’nin, 3 Haziran günlü gazetelerde okuduğumuz gibi hükümete yönelttiği eleştirileri, bir iki gün oyalanıp sonra unutulacak türden değildi. Nitekim öyle oldu, üstünde duruldu, daha durulacak... TÜSİAD Yüksek İştişare Konseyi’nde, TÜSİAD Başkanı Ömer Sabancı, hükümete karşı, şu gerçeklerin altını çiziyordu: Piyasaların güveni sarsılmıştır. Türkiye’nin son 3 yıldır yükselen itibarı yavaş yavaş erozyona uğramaya başladı. Yapılan her eleştiri ‘‘hükümete karşı düzenlenmiş bir komplo’’ olarak görüldü. Eğitimde çağdaş reformlar yerine, din referanslı konular ya da laiklik tartışıldı. ‘‘Bizden olanlar ve olmayanlar’’ çizgisi her an biraz daha derinleştirildi. Yıpranan ve yıpratan isimler, hangi kademede olursa olsun korundu. Siyasetin hassas konularının ekonomiyi olumsuz etkilemesinden endişe duyuyoruz. Bağımsız kurum ve kurumlara müdahale görüntüsü vermekten titizlikle kaçınılmalıdır. Laiklik, cumhuriyetin yapısına ve toplumsal hücrelerimize nüfuz etmiş bir yaşam biçimidir. Piyasalarda yaşanan şok dalgasının ekonomide ne derinlikte bir iz bırakacağını henüz bilmiyoruz. Ancak şunları kesin olarak söyleyebiliriz: Makroekonomik dengeler değişikliğe uğrayacaktır. TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Mustafa Koç da, şu eleştirilerini dile getiriyordu: Hükümet, Avrupa Birliği (AB) konusunda eskisi kadar kararlılık sergilemiyor; bu da samimiyetin sorgulanmasına yol açıyor. Değişiklikleri kâğıt üzerinde yapıp uygulamayı kendi haline bırakamayız. Merkez Bankası Başkanı’nın seçimi sırasındaki tartışma ve sürdürülüş biçimi, bugüne kadar kurulan güven açısından dış piyasalarda bir kırılma noktası yarattı. Bu eleştiriler, TÜSİAD’ın, Adalet ve Kalkınma Partisi’ne (AKP), daha önce yaptığı çıkışlarından ‘AB bir karar vermeli’ Avrupa 21. yüzyılda hâlâ ortaçağdan kalma bu birikimi mi kullanıyor? Evet. Avrupalı yöneticiler açık ve dürüst olmak zorundalar. Avrupa, kimliğini tanımlamak istiyorsa, bu kimliğin öğesi olarak da Antik Yunan birikimini görüyorsa Antik Yunan birikiminin gerçekleştiği, yaratıldığı ortam Türkiye’dir. Türkiye bu birikime Finlandiya’dan, İngiltere’den, Letonya, Estonya, Litvanya’dan çok daha yakındır. Burada Karl Marx’a gönderme yapmak çok doğru ve yerinde olur. Marx’ın Avrupa devletler, toplum düzeninin kurulması, kurumlar yapısının belirginleşmesi ve Avrupa’da uluslararası hukuk anlayışının oluşması sürecinde Türkiye’nin belirleyici etkisini her zaman vurguladığı bilinir. Yani Marx’ı ikili bir yaklaşımla mı değerlendirmek gerekiyor? Zaten Marx ve Engels birbirlerine ‘‘Arabım’’ diye hitap etmemişler midir? Elbette. Zaten bu ötekileştirme, onların günlük dillerine de yansımıştır. Onlarda iki yaklaşım var. Birisi sosyopolitik çözümlemeler bakımından son derece gerçekçi yaklaşımlar. Onlar Osmanlı toprak varlığını Avrupa için bir tehlike görmediler. Bunu Avrupa’da dengenin sürmesi, Avrupa devrimi için gerekli gördüler. Buna karşı Rus despotizmini yayılmacı olarak değerlendirdiler. Dolayısıyla da Rusya’ya ilkesel olarak karşı durdular. Öte yandan Engels, Balkanlar’daki oluşumu Slavizm araştırmaları bağlamında son derece gerçekçi değerlendirdi. Hatta şöyle de bir saptaması var: ‘‘Bulgarların şimdi Türklere yaptığını Türkler zamanında Bulgarlara yapmış olsalardı bugün tarihte Bulgar ulusu diye bir şey söz konusu olamazdı. Bulgarların kendi tarihlerinden ve Türk egemenliğinden öğrenmeleri gereken çok şey var.’’ Bundan dolayı da Balkanlar’da her küçük devletin ortaya çıkışını kuşkuyla karşıladı. Bu yönüyle son derece gerçekçi bakıyor. Ama öbür yandan uygarlık, kültür söz konusu olduğunda her ikisinde de son derece olumsuz bir yaklaşım var. Yani Avrupa felsefesinde, aydınlanma geleneğinde de dışlayıcı bir eğilim bulunuyor. Yani aydınlanmada sömürgecilik, ırkçılık ve ayrımcılık da var... Vardır. Aydınlanma insanlığa Kant’ın çok önemli bir katkısıdır. Ama öbür yandan da ırkçı yaklaşımını sergilediği bir yapıtı olduğu da unutulmamalıdır. Ayrımcılık, özellikle İslamın ve Doğu’nun Avrupa’dan ayrıştırılması düşüncesi Hegel’de doruk noktasına ulaşır. Hegel’in şu sözü hiç unutulmamalıdır: ‘‘Felsefede Doğu’ya özgü ne varsa silinip atılmalıdır. Çünkü Doğu hiçbir zaman bilinç geliştiremez. Doğu bireyliği tanımaz. Doğu’nun ışığı hiçbir zaman içini aydınlatmaz.’’ Hegel’in ayrıca Fransa’dan esinlendiği bir de sözü var: ‘‘İslam fanatizminin özü terördür.’’ Bugünkü uygarlıklar çatışmasının düşünsel köklerini buralarda aramak gerekir. Yani Sam Huntington bir anlamda Hegel’den intihal mi yaptı? Hem intihal hem de güncelleştirme diyelim. Avrupa’nın bu düşünsel kökleri ve gelenekleri özeleştirel bir değerlendirmeye tabi tutması gerekir. Avrupa ancak o zaman bir uygarlıklar buluşması, özgürlüklere, karşılıklı tanımaya, hak ve yükümlülüklerde eşitlik ilkesine dayanan bir kültürel birlik olma yolunda yol alabilir. Ama Avrupa’nın insanlık açısından böyle bir görevi yerine getirmekte zorlanacağını düşünüyorum. olayı anmakta yarar var. Avrupa’nın genişlemesini önemli ölçüde ilerleten, Fransa ve Almanya arasındaki uzlaşıdır. İkincisi de Batı Almanya Başbakanı Willy Brandt tarafından Doğu ile yumuşama politikaları gerçekleştirilmiştir. Ama dünyada gerçekleşen en önemli olaysa küreselleşmenin giderek toplumların ya da birliklerin varlığı üzerindeki etkisini arttırmasıdır. Bu iki olay, Özal’ın Türkiye’nin AB’ye başvurusuna uygun ortam hazırlamıştır. Bir diğer etken ise biraz belki Özal’ın kişiliğinde aranabilir. 1980 askeri müdahalesiyle sessizleştirilen Türkiye’de Özal kendisini kanıtlama siyaseti anlamında da atılım, açılım eğilimi içine girmiştir. Bu onun düşünsel dünyasıyla ne kadar uyuşan bir tutumdu? Özal’ın düşünsel dünyasına Türkiye’nin AB üyeliği ters mi düşüyordu sizce? Her türlü referansını İslamda, dinde gören bir siyasetçinin dünyaya açılma konusundaki cesaretinin felsefi temelleri var mıydı, yok muydu; bu ayrı bir tartışma konusu. Ama en azından bu başvuru yapılmıştır. KÜÇÜK DEVLET ÜZERİNDE SİYASET Dolayısıyla Avrupa nesnel olarak yadsıyamayacağı, tartışmak zorunda kalacağı bir durumla karşı karşıya kalmıştır. Sorunuzun ikinci bölümüne gelince; Avrupalı yönlendirici güçlerin, devletlerin küçük devletler üzerinden siyaset yapma eğilimleri tarihsel olarak gelenekselleşmiştir. Özellikle burada Friedrich Engels’in Slavizm konusunda söylediklerini anmak isterim. Doğu sorunu bağlamında Balkanlar’daki küçük devletlerle ilgili olarak her türlü gelişmenin Avrupa ve dünya barışını etkileyecek ölçüde büyütülmesini çok sakıncalı gördüğünü Friedrich Engels sürekli vurgulamıştır. Özellikle de bu devletlerin kendi içişlerini Avrupa işleri durumuna getirmemeleri ve Avrupalı yöneticilerin buna özen göstermeleri gerektiği uyarısını yapmıştır. Aynı uyarının Avrupa’ya yapılması gerekir. Eğer Avrupa insanlık bakımından bir çekim merkezi olmak istiyorsa burada artık Kıbrıs’ın güney kesimi gibi dünyanın genel gidişinin, tarihsel gelişmelerin dışında tutum izleyen bir toplumun Avrupa’nın ve dünyanın gidişi konusunda belirleyici olması hiçbir zaman onaylanamaz. Ama ortadaki durum da sizin söylediğinizin aksi yönde gelişiyor... Avrupalı güçlerin de bu konuda Türkiye’ye karşı tavırlarını belirlemediğini, en azından düşünsel önderlerin bu konuda yeterince siyasal önderleri yönlendirmediğini söylemek gerekir. İKİYÜZLÜLÜK YERİNİ KORUYOR Özellikle Fransa ve Almanya’da koalisyonun büyük ortağı CDU’nun lideri Angela Merkel’in tutumlarındaki bu ikilem, ikilik, ikiyüzlülük belirgin biçimde varlığını korumaktadır. Hollanda, Danimarka, Avusturya, Fransa çok açık biçimde nasıl bir Avrupa istediklerini tartışmaya açmıyorlar. Kendi kimlik sorunlarını tartışmıyorlar. Siyaset başarısızlıklarını Türkiye üzerinden dengelemeye çalışıyorlar. Bu da son derece sakıncalı bir durum.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle