30 Nisan 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

16 RESMİ İDDİANIN AKSİNE ŞEHRE UNKAPANI CİVARINDAN SAVAŞLA TOPKAPI’DAN İSE BARIŞLA GİRİLDİ C kültür/sanat LONDRA’DAN MUSTAFA K. ERDEMOL HAZİRAN CUMA Fethi doğru okumak ERDOĞAN AYDIN Türkiye’de yaşanan garipliklerden biri de tarihe bakış açısıdır. Örneğin Osmanlının kendisinin bile yapmadığı bir şeyin, yani İstanbul’un fethinin, 29 Mayıs 1953’ten itibaren milli bir kutlama gününe dönüştürülmesi bunlardan biri. Oysa tarihin bütününe olduğu gibi İstanbul’un fethine soğukkanlılıkla yaklaşmak, bugün gerek sağlıklı bir yurttaşlık bilinci oluşturmak gerekse dünyaya barışçıl bir gözle bakmak açısından büyük bir önem taşıyor. İstanbul’un fethi, tarihsel olarak ömrünü tüketmiş, ancak imparatorluk misyonuyla yüklü bir şehir devletinin, İmparatorlaşmanın eşiğindeki Osmanlı tarafından ele geçirilmesi gibi doğal bir süreç aslında. Fetih, Osmanlı iktidarının iç ve dış siyasetteki ağırlığını arttırmak, coğrafi ve psikolojik bir otorite merkezi gereksinimi açısından zorunlu, devasa Osmanlı karşısında direnebilme potansiyellerini yitirmiş Bizans için ise kaçınılmaz bir sondu. Ne ki bu gelişme, toplumları “Kâfirler” ve Müslümanlar olarak ikiye ayırıp, ‘kafirlere’ ait toprakların ele geçirilmesini ‘hak’ görmek şeklinde özetlenebilecek bir yaklaşımla kutlanıyor. Bu yolla “gaza” geleneği bir övünç nedeni kılınarak, buradan dinsel ve milli “üstünlük” bilinci sağlanmaya çalışılıyor. Bu yaklaşım, bizzat tarihi çarpıtması bir yana, halklar arası kültürel düşmanlık temelinde toplumu kontrol ihtiyacıyla örtüşüyor. Böylesi öznelliklere alabildiğine açık olan tarih bilimi, İstanbul’un fethini bu her iki türde de okumaya olanak sağlar. Ancak birinci yaklaşım, nesnelliği bir yana, tarihin bu ilkel dönemleriyle aramıza mesafe koyarak demokratik ve barışçıl bir toplumsal atmosferin oluşumuna olanak sağlarken, ikincisi, teokratik, fetihçi ve totaliter eğilimleri güçlendirir. Özetle İstanbul’un Fethini, onun sayesinde elde edilen iç ve dış otorite açısından anlamak ve barışçıl bir dünya açısından bu gibi yayılmacı yönelimlerle aramızda mesafe koymak gerekiyor. Özellikle günümüzde tarihin, “ötekine” karşı yayılmacı bir ruh hali yaratma kaygısından uzak yazılmasına olan gereksinim her zamankinden büyüktür. Kaldı ki diğer Türkmen ve Müslüman beyliklere karşı savaşın Hıristiyanlara karşı savaştan hep daha baskın olduğu Osmanlı tarihini, antiHıristiyanlık temelinde yazmak şeklindeki bir tarih doğru da değildir. Nitekim Fetih, II. Mehmet’in gerçek iktidar olabilmesini sağlarken, yapılan ilk iş, Müslüman ve Türkmen geleneğinden Veziri Azam Çandarlı Halil Paşa’yı ipe çekip, tüm iktidarın devşirme sınıfına devredilmesiyle devletin reorganizasyonu olmuştur. FETHİN GELİŞİMİ Olağanüstü bir hazırlıktan sonra 200 bin kişilik ordusuyla 5 Nisan günü Bizans’ı boydan boya kuşatan II. Mehmet, şehrin kayıtsız şartsız teslim olmasını ister. Buna karşılık Konstantin, 2000 Latin destek kuvveti yanı sıra 4973 askeriyle Osmanlı’ya teslim olmayı reddeder. Hoca Sadettin Efendi’nin deyişiyle “şahin ile serçenin dövüşmesi gibi olmayacak bir iş” söz konusudur; ama buna rağmen “serçenin” “şahine” karşı sergilediği direniş öylesi büyük olacaktır ki, savaş 29 Mayıs’a kadar 53 gün sürecek, Osmanlı ordusu 50 bin civarında kayıp verecektir. 6 Nisan günü büyük topun ateşlenmesiyle Bizans halkı için cehennem günleri başlar. Sürekli top ateşinden sonra nihayet iyice örselenen şehre 18 Nisan gecesi topyekün bir saldırı gerçekleştirilir. Ancak surlar boyunca arazinin Osmanlı askerlerinin ölüleriyle dolacağı bu saldırıdan sonuç alınmaz. 20 Nisan gecesi yardıma gelen 4 geminin önünü kesmeye çalışan 150 parçalık Osmanlı donanması da ağır bir yenilgi yaşar. Durumdan faydalanmaya çalışan Bizanslılar, Osmanlı’ya senede 70 bin altın verginin yanı sıra şehrin zaptiyesinin Padişah tarafından belirlenmesiyle barış önerir. Toplanan Divan ı Hümayun’da Çandarlı Halil teklifin kabulünü önerirken devşirme ve din adamlarından oluşan çoğunluk savaşa devam kararı verir. Savaş iki taraf açısından da olağanüstü acımasızlık ve kahramanlıklarla karada, denizde ve yeraltında (tünellerde) sürer. Ancak yinelenen saldırılara ve büyük yıkımlara rağmen şehrin olağanüstü direnişi sürer. Osmanlı saflarındaki moral bozukluğu ve tartışmalar artar. Bu sırada Macarların Bizans’a yardım geleceği bilgisinin de alınması üzerine II Mehmet topyekün saldırı kararı verir. Son Saldırı Başarının garantilenmesi amacıyla askere üç gün yağma sözü verilir. Bu, şehrin içte de ciddi bir tahribata uğratılması demektir. 28 Mayıs’ta Mehmet, komutanlarına hitaben: “Ey benim paşalarım, beğlerim, ağalarım ve bu savaşta yoldaşlarım. Benim sizleri buraya kadar getirmekten gayem, (...) yapılmasını düşündüğüm genel hücumda daha büyük bir hamiyet ve şecaat gösterilmesine sizleri tahrik ve teşvik içindir” derken, Konstantin de, askerlerine; “Mert olmanızı sizden istirham ediyorum. Ruhlarımızın bütün fedakarlığı ile bu şerirlere mukavemete teşvik ederim. Sevgili vatanımız için hayatınızı vermeye mecbur olduğunuzu hatırlayınız” diyerek moral vermeye çalışır. Gece yarısı genel saldırı başlar. Saldırı düzeni savaşın bütün acımasızlığının yeni bir kanıtıdır. Osmanlı ordusu üç dalga olarak aralıksız saldıracak ve Bizans’ın günlerdir uykusuz, yiyecekleri tükenmiş askerlerinin yorgunluktan çözülmesini sağlayacaktır. Birinci saldırı şeyhlerinin teşvikiyle savaşa getirilen gazacıların yanı sıra Hıristiyan köylerinden toplananlarca gerçekleştirilecektir. Bu tümüyle gözden çıkarılmış olan eğitimsiz ve düzensiz birliklerin görevi; düşmanı olabildiğince yormak, cephanelerin tükenmesini ve cesetleriyle hendeklerin dolmasını sağlamaktır. İki saat sonra tüm savaşabilme yetenekleri tükenen bu birliklerin yerine Rumeli ve Anadolu sipahileri savaşa sürülür. Ölü ve yaralıların doldurduğu hendeklere merdivenlerini dayayarak surlara tırmanırlar. Merdivenler itilir, taş ve kaynar sular dökülür, sura çıkmayı başaranlar öldürülür. Bu güçlerin de savaş yeteneğini yitirmeye başladığı noktada Osmanlı topçusu kendi askerlerinin de bulunduğu surlara top ateşine başlar. Fatih ara vermeden üçüncü dalga olarak özel eğitimli askerleri yeniçerileri savaşa sürer. ŞEHRE NASIL GİRİLDİ? Yeniçeriler ‘Allah Allah’ nidalarıyla saldırıya geçer ve pek çok noktadan birinci surları aşmayı başarıp iç surlar önünde çarpışmaya başlarlar. Ancak bu sırada umulmadık bir gelişme gerçekleşir ve Bizans askerleri Osmanlı karargahına teslim olma teklifi iletirler. Bu gelişme üzerine Fatih dahil komutanlar bu teklifi kabul etme eğilimi gösterirken Akşemsettin ve Molla Gürani, “Askerin içine fesadın düşmesine bile sebep olarak” (S. Tansel) savaşın devamından yana baskı yapar. Çünkü barış, kiliselerin cami, halkın bütünüyle köle yapılmasından vazgeçmek anlamı taşımaktadır. Sonunda uzlaşmaya varılır; tahribatın daha da artmasını engellemek için Topkapı civarından şehre barışla girilir. Bu kapsamda Aksaray’a kadar olan bölgedeki kiliseler cami yapılmaz, ancak şehir talandan, şehrin 60 bin kişilik halkı ise köle olmaktan kurtulamaz. Söz konusu bu teslim önerisine neden olan gelişme ise o sırada Osmanlı askerlerinin Haliç tarafından savunmayı kırarak içeri girmiş olmasıdır. Osmanlıların Unkapanı civarından şehre girdiği haberi savunma komutanı Justinyani’ye gelir gelmez, artık şehri terketmeleri için İmparatoru iknaya çalışır. Konstantin ise kaçmayı reddederek içeri girenleri püskürtmek umuduyla o bölgeye yönelir, ancak Azap erleriyle girdiği çarpışmada ölür (Tursun Bey). Bunun üzerine Topkapı çevresindeki ana saldırıyı göğüsleyen Bizanslılar da teslim olmaya karar verir. Özetle resmi iddianın aksine şehre Unkapanı civarından savaşla, Topkapı’dan ise barışla girilir; ancak resmi tarih şehre girişi Fatih’in yönetimindeki Topkapı’dan gerçekleştiğini kayıt altına alacaktır. Bond Zerkavi ABD ‘‘kan ter içinde kalmak’’ diye bir de deyim olduğuna göre, demek ki ‘‘ter’’ bir ‘‘kıymet hükmü’’ de taşıyor. Terletmeyen bir işin ciddiye alınmadığına sık rastlanır. Ama Bond, dünyayı kurtarmak gibi, kuşkusuz çok önemli bir işte bile ‘‘terlememeyi’’ başaran ilginç bir ajan. Sadece ajan değil, terlemeyen bir ‘‘batılı’’. Terlemeyen ‘‘modern’’ bir insan. Düşmanları, en ufak çabalarında ‘‘ter’’ içinde kalırken, o tertemiz gömleğiyle pırıl pırıldır. Senarist aklı işte. Sinemada gördüğüm kimi şeylerin, gerçek yaşamda da varolduğuna tanık olmaktan serseme dönmüş biriyim ben. Bu yüzden bir çok şeyin ‘‘perde’’de kalmadığına, aslında yaşamın ortalık yerine kondurulduğuna inanıyor oluşumu hiç garipsemeyin. Zerkavi’yi ‘‘Iraklıların ter kokusuna bürünmüş’’ ABD’li askerlerin yakaladığını okuduysanız, o askerlerin, aslında hiç terlemeyen, terleseler sanki Iraklılarınkinden farklı kokacaklarına inanmamız beklenen ‘‘modern insan’’lar, James Bond’lar olduğunu da anlayacaksınız. Ben milletleri ter kokusundan ayırabilecek bir buruna sahip olmadım hiç. Bir Arap’ı, bir Kürt’ü, Türk’ü, Alman’ı, İngiliz’i ter kokularından tanıyabileceğimi de hiç sanmam. Senarist aklı deyip geçiştirdiğim olgunun, bir yaşam gerçeği olarak, sözüm ona koca Arap ulusunu karalamak için, ta Iraklarda karşıma çıkmasının şaşkınlığını yaşayan ben değilim sadece. Türkiye basınının bir ya da iki kalemi de benzer şaşkınlığı taşıdılar sütunlarına. ??? Zerkavi’yi yakalamakla görevlendirilmiş olan askerlerin, fark edilmemek için ‘‘Iraklılar gibi ter koktukları’’ sanısı uyandırıldığını açıkladı Irak’taki Amerikan kaynakları. Gerek duydukları ‘‘Iraklıların ter kokusunu’’ nasıl sağlayabildiklerini biliyor değilim. Bond filmlerinde olsa, Bond’u terletmeyen senarist, istediği ter kokusunu filmin bilimadamı karakteri Q’ya yaptırır der çıkardım işin içinden. Irak’ta, istediği milletin ter kokusunu ‘‘üreten’’ Mister Q kim peki? Bu artık aşağılamanın ulaştığı en uç nokta olmalı. Daha önce de söyledim. Bir delikte yakaladıklarını iddia ettikleri Saddam’ın başında bit arayarak, Iraklıların ter kokan insanlar olduğunu söyleyerek, koca Arap ulusunu, kendi başlarına da bela olmuş Saddam ya da Zerkavi gibi adamları bahane ederek küçümsemek bir Amerikan ucuzluğudur. Şimdi Iraklılar da Bush’a yaklaşabilmek için ‘‘kan kokusuna bürünmüş’’ direnişçiler olarak ortaya çıksalar, Bush ne diyebilir? ‘‘Gelenler kan koktuklarına göre bizim askerlerdir’’ demeyeceği ne malum? James Bond, terlemiyor tamam da, kan akıtmadığını kim söyledi? J F ethi iki türlü ele almak mümkün: Birincisi, tarihsel olarak ömrünü tüketmiş, ancak imparatorluk misyonuyla yüklü bir şehir devletinin imparatorlaşmanın eşiğindeki Osmanlı tarafından ele geçirilmesi gibi doğal bir süreç. İkincisi, insanları ‘Kâfirler’ ve ‘Müslümanlar’ olarak ikiye ayırarak ‘kâfirlere’ ait toprakların ele geçirilmesini ‘hak’ görmek şeklinde özetlenebilecek ‘gaza’ geleneğinin topluma yeniden egemen kılınması yanı sıra dinsel ve milli üstünlük bilinci sağlamak. ames Bond’u ben, hem ülkesinin hem de tüm dünyanın kurtarıcısı olan, gittiği her yerde mutlaka yatağına atacağı kadınlar da bulabilen bir ajan olarak bildim çocukluk çağımda. Kendi ülkesi bir yana, her filminde kurtardığı dünyanın sadece ‘‘batı’’ olduğunu anlamış olmam çok sonralarıdır. Bond filmlerinde, kimi toplumların öne çıkan otantik özelliklerinin sıradan bir dekor olarak kullanılmasından hiç hoşlanmadım. Çünkü, dünyayı kurtaracağı kötü adamları (!) örneğin Japonya’da takip ederken, Bond’a kimonosuyla hizmet eden Japon kızı, bizim anladığımızdan çok farklı işlevleri olduğu söylenen Geyşa’yla karıştırmama yol açan o ‘‘dekor’’lardır. İstanbul’da çevrilen ünlü ‘‘Topkapı’’ adlı Bond türü filmde tüm Türklerin fes giydiklerini sanan Batılı çocuğun da benden farkı yoktu herhalde. Ne mutlu ki, İngiliz ajanın sürekli kurtardığı dünyanın ne menem bir dünya olduğunu anlamam pek uzun zamanımı almadı. Şimdi ne seyrettiğimin farkında olduğumdan, eskisi, yenisi tüm Bond filmlerini o ‘‘otantik dekor’’ kullanımına itirazım hala sürse de zevkle izlerim. Sinemanın aklı bir başka. Sadece hayal edebileceğimiz her şeyi sinema gerçekleştiriyor çünkü. Bu nedenle ‘‘Yıldız Savaşları’’ türü filmlerden pek haz alamam. Çünkü insan aklının kendisi kurguladığı zaman heyecanlı olabilecek en uçuk fantezisini sinemada ‘‘gerçekleşmiş’’ görmek, ya da gerçekleşebileceğini bilmek, ‘‘kurgulanan’’ fantezinin tadını kaçırıyor. Konuşan hayvanlar, uçan yaratıklar, ‘‘sinemada bunlar’’ olur diye düşündüğümden beni pek heyecanlandırmazlar. James Bond türü filmlerde ise bir tür ‘‘akıl oyunu’’ vardır. İlginç bağlantılar, gelişmeler, bir sonraki sahnede ne olabileceğini bilmeme durumu, daha cazip gelir bana. Bond serisinde herhalde izlemediğim film kalmamıştır. Konusunu sorun, belki çoğunu anımsayamam. Ama bu izlemelerden iki şey aklımda kalmıştır ki, bir gün bir yazıda işime yarayacağını hiç düşünemezdim doğrusu. Şunlardı: James Bond sadece votka martini içer, James Bond asla terlemez. ??? Sürekli aynı içkiyi içmesinin, herkesçe anlaşılır nedenleri vardır elbette. Ama hiç terlememesi kimin fikridir, İngiliz ajanın en boğuşmalı sahnede bile alnına tek bir ter düşmeyen adam olarak bilinmesini istemenin mantığı nedir, bugün bile bilmem. Terlemenin, ter kokusunun sosyal ilişkilerde elbette sorun olduğu anlar vardır. Bir rahatsızlık sonucu değilse, mümkün olduğunca terlemekten kaçınmaya çalışmak anlaşılır bir çaba. Sarf edilen bir emeğin düzeyini ifade etmek için Ta rih çe H oca Sadettin Efendi’nin deyişiyle ‘‘şahin ile serçenin dövüşmesi gibi olmayacak bir iş’’ söz konusudur; ama buna rağmen ‘‘serçenin’’ ‘‘şahine’’ karşı sergilediği direniş öylesi büyük olacaktır ki, savaş 29 Mayıs’a kadar 53 gün sürecek, Osmanlı ordusu 50 bin civarında kayıp verecektir. YAŞİN YOLCULUKLARINDA HİSSETTİKLERİNİ YAZAR Yakın kentler uzak ülkeler FERİDUN ANDAÇ Selahattin Batu’nun İspanya Büyüsü’nü okurken, yeryüzü gezginliğinin anlamını düşündüm bir süre. Yazarımız, çıktığı yolculuğun tanıklığını günü gününe kayda geçer. Ama onun düştüğü kayıt, bakma biçiminin sıradan seyrini içermez. İspanya ve Londra günlerinin yansılarını algı kapılarından geçerek düşünsel/duyusal verilerinin birikimiyle aydınlatır adeta. Öyle ki, Batu; tüm bu yazdıklarıyla karşınızda duran kenti, mekânı, tarihselkültürel birikimi bir anda kavrama bilincine dönüştüren bir göz olur. Gezgin biraz da öyledir, gören gözün dönüştürdüklerini başkalarına da aktarabilen bir insan... D.H. Lawrence’dan İtalya’yı, Goytisolo’dan Anadolu’yu, Herman Keyserling’den Uzak Doğu’yu okurken siz de kendinizi gezgin hissedersiniz bir anda... ‘SEYAHAT’ DÜŞÜNCESİ... Bu anlamda, bizim çağdaş gezginimiz Mehmet Yaşin’e hep imrenmişimdir. Zamanını yolculuklara bölen, gezginliği bir yaşama/yazı biçimine dönüştüren yanı, beni hep kendine çekmiştir. Yazdıklarını o itkiyle okur, bir dosyada biriktiririm. Aldığım notların, yaptığım yolculuklarda yararlı olabileceğini düşündüğüm için, bunları yolFeke’ye doğru yürümeye başladık. Prof. Bossert kurtları püskürtmek için bastonu, Ali Rıza’nın ise kurtlar, yılan zannedip ürksünler diye çözüp ardında sürüklemeyi düşündüğü uzun yün bir kuşağı vardı. Biz yürümeye başlarken her zaman şakacı olan Muhibbe bizimle dalga geçiyordu: Kurtlar yiyecek onları, profesörün bastonundan da kürdan yapacaklar.’’ Ekibi kurtlar yemez, ama çok zor bir yolculuktan sonra Kadirli’ye varırlar. Kadirli’nin doğusunda bir ‘‘Aslantaş’’? Kimseler bilmiyor o sırada, eski eserlere büyük bir ilgi duyan ilkokul öğretmeni Ekrem Kuşçu çıkagelir. Evet, böyle bir ‘‘Aslantaş’’ vardır. Ertesi sabah ekip Ekrem Kuşçu’nun rehberliğiyle atlarla Karatepe’ye tırmanır ve bir mucize gibi yarı devrilmiş kocaman bir ‘‘Aslantaş’’ bulurlar. Heykelin üzeri Fenikece olduğu anlaşılan yazılarla kaplıdır. Ve Karatepe keşfedilir. Nereden nereye, o zamanlar sadece atlarla varılan yere bugün arabalarla gidiliyor ve sadece bir ‘‘Aslantaş’’ değil, pek çok ‘‘Aslantaş’’ var. Bir de fırtına tanrısı Baal. Bir de bereket tanrısı Bes ... Çünkü Hititler kendilerini şöyle tanımlıyorlar: ‘‘Bin Tanrılı Bir Uygarlık’’. [email protected] culuk akıl defterime kaydederim. Yaşin, iyi bir gezgin. Bakan değil, gören biri. Üstelik gittiği her yeri en ince ayrıntılarına kadar tanımak/öğrenmek derdinde olan bir göz... Yalnızca gitmek, görmek için yola çıkmaz. Seyrine aldığı yeri tanımaya, anlamaya verir kendini. Coğrafyası, tarihi, kültürü, yerel/yöresel dokusu, mutfağı, rengi kokusuyla bir bütün olarak bakar, anlamlandırmaya çalışır. Ondaki ‘‘seyahat’’ düşüncesinin ivmesidir yazmak. Yazarak gitmeyi, görmeyi seçer Yaşin. Düşselliğin sırlı dokusundan uzaklaşır, yolculuklarda gördüklerini, tanıklıklarını, hissettiklerini yazar. Yaşin’in geliştirdiği üslup, yazdıklarını okudukça, sizi, o yolculuklara çıkma isteğiyle sarmalar. Yazıda o görselliği yakalamak zordur. Kitabında Yaşin dönüştürdüğü yazılarında, yanından hiç ayırmadığı fotoğraf makinesinin yakaladığı anlara yer vermemesi bir kayıp değil. Fotoğrafın yazıyı gölgeleyeceğinden değil, okurun yazıyla baş başa kalarak anlatılan dünyaya kendini yakın hissetmesi, hatta o yerin her türlü gerçekliğini yazıdaki imgelerden, işaretlerden yola çıkarak yakalaması daha yerinde... Yaşin, adım adım Anadolu’nun birçok yerini gezdi, hem de döne döne. Dünyanın birçok yerine yolculuklara çıktı. rabamızın şoförü Cengiz Bey şaşkın, işi gereği Türkiye’nin her yerini dolaşmış, ama memleketi Adana’nın yanı başındaki Karatepe Açık Hava Müzesi’ne ilk kez geliyor. Fırtına tanrısı Baal’ın görkemli heykeli karşısında bıraksak dakikalarca kalacak, öyle büyülenmiş gibi. Neredeyiz, Adana’dan bir buçuk saatlik uzaklıkta, MÖ 1100700 arasında yaşayan bir Geç Hitit devletinin kalekentinde, Karatepe’de. Kalenin kurucusu Asatiwatas şöyle sesleniyor: ‘‘Ben Azatiwadayım, Ba’al’ın abarakkusu. hizmetkârı/Ba’al’ın, Danunalıların kralı Awarikku’nun güç verdiği/Ba’al’ beni Danunalılara bir baba ve bir ana yaptı/Yeniden canlandırdım Danunalıları. Adana ovası topraklarını ben genişlettim doğuşundan güneşin batışına dek. Benim zamanımda Danunalılar sahipti iyi olan her şeye, tokluğa ve bolluğa...’’ Metin oldukça uzun, yapılan işlerin sıralanmasıyla sürüp gidiyor. Biz gelelim günümüze, müzenin girişinde buradaki kalıntıların ilk bulunduğu ana tanık olan ve neredeyse bütün ömrünü bu bölgede geçiren arkeolog Halet Çambel’in çok güzel bir büstü bulunuyor. Ben Halet Hanım’ı hep şöyle anımsıyorum, yıllar önce Adana Havaalanı’nda A AL GÖZÜM SEYREYLE IŞIL ÖZGENTÜRK Muhteşem ve Şaşırtıcı Karatepe ni, sosyal yaşamlarını anlatan dersler eklenebilir. Gene öğrenciler müzelere ve özellikle de kazı alanlarına sistemli olarak götürülebilir. Sistemli olarak gördükleri her yerin bilgilerini toplamaları istenebilir, hatta az masraflı kille gördükleri heykelleri bu kez de onlar yapabilirler. Çünkü vatan kuru kuruya sevilmez, ama vatanı sevmek öğretilebilir, dünyayı sevmek öğretilebilir. Yıl 1946, içlerinde Halet Çambel’in de bulunduğu Prof. H.Th. Bossert başkanlığında bir ekip Feke köylülerinden ilk kez duydukları ‘‘Aslantaş’’ı görmek için Karatepe’ye doğru yola çıkıyorlar. Aylardan şubat, Halet Hanım bu müthiş macerayı şöyle anlatıyor: ‘‘Ekibin büyük kısmını en azından başlarını sokacak bir dam olduğu düşüncesiyle handa bıraktık. Prof. Bossert, Ali Rıza Yalgın ve ben ormanın içinde dar bir toprak yol tutturup yım, bir yolcu koşarak geldi, sırtında uzun bir pelerin, çok telaşlı çünkü hep çok işi var. Evet Karatepe’de işler hiç bitmiyor ve Karatepe bugün muhteşem bir açık hava müzesi, onun ve çalışma arkadaşlarının özverili çalışmaları sayesinde. O da ne, bir ay önce Ankara’da belki sekizince kez tavaf ettiğim Anadolu Medeniyetleri Müzesi öğrencilerle tıklım tıklım doluydu, aynı durum Karatepe’de, Cengiz Bey, dayanamayıp içinden geçeni söylüyor: ‘‘Bir Adanalı olarak gerçekten utanıyorum, ama bizim zamanımızda öğrencileri müzelere götürmezlerdi ki; şimdiki çocuklar çok şanslı.’’ Cengiz Bey haklı, şimdiki çocuklar şanslı, daha da şanslı olabilirler. Müfredatlara, tarih kitaplarından sadece yaptıkları savaşları ve barışları öğrendikleri Anadolu uygarlıklarının yaşam biçimini, tanrılarını, getirdikleri hukuk kurallarını, danslarını, av törenleri
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle