30 Nisan 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

HAZİRAN P E CUMA R V A S I Z P E R kitap T A V S I Z KULE CANBAZI SUNAY AKIN C GELMEZ BİR DAHA VARELA GİBISİ... 15 Enis BATUR Serseri mayın notlar "MARS"A DAVET anser Yazısı"nda değinmiştim: Herkes öleceğini bilir, kişinin öleceğini öğrenmesi başka. Tamıtamına, kesin bir tarih olmasa da elimizde, ‘yaklaşık bir ölüm tarihi’ne doğru ayarlanan takvimimizde, zamanın ağrı verici eriyişi gerçekleşmeye koyulur içimizde. Bu bilgi insana erişesiye, ölüm arkada, arkasındaki yakın ya da uzak bir noktada duruyordur; erişim anından başlayarak hem harekete geçer, hem de yer değiştirir: Artık önünüzdedir: Karşıdan, kestirilemeyen bir hızla yaklaşacaktır. Filozofun, düşünürün, yazarın temel konuları arasında olduğunu gördüğümüz ölüm, ne kadar öne, karşıya koyulmaya çalışılırsa çalışılsın arkadaki yerini korur. Öleceğini öğrenenin Ölüm’ü yazması başka. Alman dışavurumculuğu hakkındaki soluklu ve oylumlu çalışmalarından tanıdığım JeanMichel Palmier’nin, Adorno’nun Minima Moralia’sının altbaşlığına gönderen küçümen Sakatlanmış Yaşam Üzerine Parçalar (1999) ile kitapçı rafında karşılaştığımda şaşırmıştım: 199698 arası kanserle savaştıktan sonra teslim olmuştu; Palmier, hastalığı boyunca tuttuğu derin, iç parçalayıcı, ürpertici notlar vasiyeti gereği kitaplaştırılmıştı. Fritz Zorn’un Mars’ından (1977) ilk kez orada söz edildiğini duymuştum, sonradan başka Var mı Varela Gibisi? “K metinlerde de anıldığını gördüm, kitaba ulaşmakta belki de tezcanlı davranmamakta haklıymışım: 30 yaşında kanser teşhisi koyulan, zengin ve kültürlü bir Zürihli ailenin çocuğunun takma adıydı Zorn ("öfke"), iki yıl sonunda gerçekleşen ölümü öncesinde o da yayımlanmasını vasiyet etmişti kitabının ve ne yalan, alabildiğine hırpalayıcı, okuru yer yer kahreden bir yazı çizgisi tutturmuştu. Mars’ı bitirir bitirmez Palmier’nin kitabına yeniden döndüm; tuhaf bir biçimde, birinin ağırlığını ötekininkiyle hafiflettiğimi fark ettim. Fritz Zorn’un otobiyografisinin üzerinde duracak değilim; bana kalırsa Mars ne yapıp edip çevrilmeli Türkçeye benzersiz bir tanıklık öyküsü. MUSİL’İN DİLİ Nachlass zu Lebzeiten "Önceden Ölüm Sonrası Yapıtları" diyebilir miyiz "préposthumes" nitelemesinden hareketle? Musil, 1936’da yayımlamış kitabı; ölümünden altı yıl önce. Bu denemeler, anlatı parçaları, onları kendi toplamaya, kitaplaştırmaya kalkışmış olmasa, gerçekten de ölümünün ardından bir araya getirilecekti. Öncelerken, o benzersiz ironisini işe koşmuş bir kez daha. Kitabın önsözü, hiçbir vakit gerçekleştiremeyeceğim mahut antolojimde hemen ön sıralara geçti: Vurucu özellikleriyle. Başlıktan yola çıkıyor Musil, orada; yazarın ölüm sonrası yayımlanan ürünlerini "tasfiye öncesi indirim" yaftasıyla bir çırpıda perişan ediyor. Bir adım sonrasında, yazarın "sağ"lığında yayımlaması konusuna dalışında iyiden iyiye acımasız (ama haklılığı tartışılmaz) bir yaklaşım getiriyor: Alman yazarından, nicedir, "yaşıyor" diye sözedilebilir mi? Yoksa "sürünüyor", "ayak sürüyor" mu demek en uygunu? Son darbe, 1930’larda yaratılan "konfeksiyon yazar" türüyle geliyor: Bir bakıma "ısmarlama yazar"ın tekvin noktası bu: Toplum "ölçü"leri veriyor önceden. 70 yıl geçmiş aradan. Bugünkü durumu görebilseydi Musil, sanırım bütün hazırlığına, olağanüstü zekâsına karşın, dili tutulacaktı. TEK BİR Ülkenin, GSMH açısından en varsıl kentlerinden biri. Gece vakti, bir arkadaşım, yanında bir arkadaşı, yoldalarmış. Birden, aştıkları tepenin ardından, ışıkları görünmüş o kasvetli taşra duvarının. "Ne dersin?" demiş arkadaşı, arkadaşıma: "Burada yaşayan tek bir adam var mıdır?" Sözcüğün altını çiziyorum: Milyonu çoktan aşmış nüfusuyla bir kentin karşısında sorulan sorunun anlamını anlamayan anlamaz. Tepki duymak, vermek kolayın kolayı: Artık ‘halk düşmanlığı’mı istersiniz, beylik seçkincilik suçlaması mı, size kalmış. Arkadaşımın arkadaşını tanımadım: Şu yaşama uyumsuzluğunu yenememiş, o geceden bir zaman sonraymış, bir gün vapurdan kendisini sulara bırakmış. O soruyu, aynı noktadaydık, gene gece vakti, önüme getirip koydu arkadaşım. Kahkaham, patladığı an buruşup kaldı karanlıktaki yüzümde. Tek bir adam yaşıyor olsaydı orada, durmaz, duramazdı diyecek oldum, sustum. VİRÜS Bir gazetede günlük yazı yazmak durumunda (zorunda) olsaydım, "mobil" bir köşe verilsin isterdim: Her gün gazetenin farklı bir noktasında (dolayısıyla sayfasında, bölümünde) yer alacak küçük, kısa ama yoğun metinler kaleme alırdım: Böylelikle, bir gün siyaset, bir başka gün spor, bir başka gün toplumsal yaşam ya da dış dünya üzerinde yoğunlaşabilirdim. Okurlarımın yerimi araması hoşuma giderdi sanırım. İlan sayfalarına bile bulaşmaya kalkışırdım. Başlığı da hazır ‘köşe’nin: Virüs. İyi de, bunu bana önerecek gazete yayın yönetmeni göremiyorum ortamda ondan da önemlisi, böyle bir işe girişmek istediğimden emin değilim. D Fritz Zorn ördüncü Dünya Kupası karşılaşmaları 1950 yılında oynanır. Kupaya katılmaya hak kazanan ülkelerden biri de Türkiye’dir... Ne var ki maçların oynanacağı ülke olan Brezilya çok, hem de çoooook uzaklardadır... Bizim katılmadığımız turnuvaya o yıl ilk kez katılan bir ülke vardır: İngiltere... Ve yine ilk kez 1950 Dünya Kupası’nda bir ülkenin turnuvaya katılmasına izin verilmez. O ülke de İkinci Dünya Savaşı’nın suçlusu olan Almanya’dır! Final maçına iki Latin Amerika ülkesi adını yazdırır: Brezilya ve Uruguay... Favori Brezilya’dır elbette... Öyle ki, Brezilyalı futbolculara final maçından bir gün önce, arkasında ‘dünya şampiyonlarına’ yazan altın saatler armağan edilir... Gazetelerin ön sayfaları önceden basılmıştır... Hepsinde de, Brezilya’nın şampiyonluğunu ilan eden dev manşetler vardır... Gazetelerin iç sayfaları final maçının ayrıntıları için bekletilmektedir... gibi davranır... Uruguaylı futbolcu sevinç çığlıkları atmamakta, Maracana sahasının tribünlerindeki yıkılmış Brezilyalılardan gözlerini ayırmamaktadır... O gün, hiçbir gazeteci Obdulio Varela’nın fotoğrafını çekemez... Çünkü ünlü futbolcu tüm gazetecilere sırtını döner... SEVİNÇ ÇIĞLIKLARI Ve final günü!.. İki yüz bin, evet yanlış duymadınız, tam iki yüz bin seyirci doldurur Maracana Stadı’nı... Brezilya futbol takımı sahaya çıktığında öyle bir tezahürat olur ki Amazon ormanlarındaki kuşlar kondukları ağaçların dallarından ürkerek uçarlar... Hele Friaça, Brezilya’yı 10 öne geçiren golü atınca sevinç çığlıkları okyanustaki balıkları kaçırır... Ama maçın bitiş düdüğü çaldığında stadın bir köşesine ağ örmüş örümceğin ayak sesi bile tüm statta duyulur... Maçı 21 Uruguay kazanır... FIFA Başkanı Jules Rimet, kupayı Uruguaylı futbolculara vermek üzere sahaya inerken, cebinde, dün gece otel odasında yazdığı Brezilya’nın şampiyonluğunu kutlayan konuşma metnini taşıyordu... Başkan Rimet, o günü şöyle anımsar: ‘‘Kupayı kollarımın arasında tutuyordum, ama onunla ne yapacağımı bilemiyordum. Yapayalnız hissettim kendimi. Uruguay’ın kaptanı Obdilio Varela’yı gördüm ve kupayı ona sanki bir suç işliyormuşum gibi gizlice verdim. Sonra tek sözcük dahi söylemeden elini sıkıp uzaklaştım.’’ Ünlü Maracana Stadı’nın tribünlerini dolduran iki yüz bin Brezilyalı, hakemin bitiş düdüğünü çalmasıyla ölüm sessizliğine gömülür... Sahada tüm gazeteciler dünya şampiyonu olan Uruguay’ın yıldız oyuncısı Obdulio Varela’nın peşinde koşmaktadır... Ne var ki, Varela şampiyon olmuş Uruguay’ın değil, kupayı yitiren Brezilya’nın futbolcuları İşaret Parmağı Turgut Çeviker’in işaret parmağı rahatsızlanmış, başvurduğu hekim onu dinlendirmesini söylediği için şimdi orta parmağını kullanıyormuş. Ne iş yapıyor ki Çeviker, dinlendirilmeyi gerektiriyor işaret parmağı? Arşiv kurtları anlayacaktır: Her gün yüzlerce, her yıl on binlerce sayfayı çeviriyor sağ elinin işaret parmağı. Tamıtamına meslek hastalığı diyemeyiz. Asıl, tutku hastalığı. KİBRİT KUTUSU SIRTI Mustafa Öneş’in, edebiyatçıların metin yazarı olarak çalıştığı bir reklam ajansındaki odasının duvarlarını, arkalarına tükenmez kalemle ‘bir şeyler’ çizdiği kibrit kutularıyla kapladığını Fatma Tülin’den duyduğumda, içimdeki küreğin define sandığına temas ettiğini hissettiydim. Ertesi gün aradım Mustafa’yı. Beni dinledi ve noktayı koydu: "Kaybolmuştur onlar herhalde, birkaçını bulursam seni ararım." Merakımın kabarmasında, az da olsa Öneş’i tanımış olmamın payı vardır sanırım: Tanımayana, görmeyene anlatılması güç bir insan. Herkes biriciktir, bazıları daha biricik, onlardan biri. Kibrit kutusunun sırtı, Tekel kibritlerini kullananlar bilir, not defteri işlevi görmüştür yıllar yılı: Adres, telefon numarası, aranacak kişinin adı... Arif Dino çok severmiş onlara çizmeyi. Minör için ideal alan, ideal boyutlar. Besbelli, bir tür "ham sanat" panosu yaratmıştı Öneş. Ara sıra resim de yaptığını söyledi o gün, telefonda. Bir ara buluşacağız. Hırsın, showbiz performansının, tüccarterziliğin had safhaya tırmandığı sanat ortamında, birinin bu kaygıların hepten dışına çıkarak, kendisi için bir şeyler yapmasının anlamı başka. EKRANTRİKLER Ekranda ….. ….’i dinliyorum. Hem doğru, hem haklı ol. Her konuda savcı, yargıç, savunmacı. Aklım almıyor bu türden bir ‘üstün duruş’u: Hiç mi kemirmez insanı şüphe, hiç mi yanılmaz, yorulmaz haklılığından? Böyle yazarların, özellikle de görüş ağırlıklı metinlerinde en az rastlanan im soru işaretidir. Bir başka sefer, ….. ….. ekran konuğu (ama o zaten konuk mu emin değilim) solcu, mutasavvıf, siyaset ve toplumbilimci, estet, yerli ve yabancı, vb. Bütün nabızları dizin karşıma, herkese ayı şerbetim var. Böylelerini gördük işittikçe aynı işi yapıyor durumunda sayılmaktan utanç duyuyorum. Bir başkası, ekranda ev sahibi konumunda. Ağzından salya, dilinden tükürük, burnundan soluma eksik olmuyor. ‘Her konuya hâkim’ler sınıfından tabii. Vuruyor, haklıyor, itip kakıyor, eziyor aklı sıra. Ama sıçrıyor ve kalacağına inanıyor. Eskidendi oysa, şimdi çamuru etkisiz hale getiriyor zapp. Haftanın kitabı: Şadan Karadeniz / Oyuncular ve Seyirciler / YKY Emeğin Çizeri, Çizginin Emekçisi Burhan Solukçu (Turhan Selçuk’un önsözüyle)/ Kürşat Coşgun/ Çınar Yayınları/ 200 s. İlk çizgileri 1950’li yıllarda Turhanİlhan Selçuk’un çıkardığı “Dolmuş” dergisinde görünen Burhan Solukçu’yu anlatan enfes bir monografi. Kürşat Coşgun’un, önceleri maden ocağı elektrikçisi iken sonradan zorunlu olarak çizerliği seçen Burhan Solukçu’yu sevgiyle anlattığı bu kitabı ileriki sayılarımızda ayrıntılı olarak ele alacağız. İşçi ve emekçilerin, sıradan insanların sorunlarını işleyen karikatürleriyle 60’larda çizgi sanatının ülkemizdeki önemli bir imzası olmuş Burhan Solukçu’ya yakından bakan kitabın, çizeri karikatür dünyasıyla tanıştıran Rıfat Ilgaz’ın yapıtlarını da yayımlayan Çınar Yayınları’ndan çıkması da kadirbilir bir seçimi vurguluyor. Dokunuşlar/Santiago Roncagliolo/ Çeviren: Bülent Levi/ Doğan Kitap/176 s. olduğunu ailesine açamayan bir baba, hapsedilmiş bir ergenliğin hayaletleriyle yaşayan bir genç kız, ölüleri görüp, onlara dokunabilen bir çocuk, geçmişi silinmiş bir büyükbaba ve kafasında insan düşüncesi barındıran bir kedi... Sırlarla örülü bir aile... ‘Dokunuşlar’. Kırmızı Mantolu Küçük Kız/ Roma Ligocka/ Çeviren: Nuriye Yiğitler/ Altın Kitaplar/ 400 s. Steven Spielberg’in yönetmenliğini yaptığı Schindler’in Listesi filminin PolonyaKrakov galasında Roma Ligocka adında bir kadın şaşkın gözlerle filmi izliyordu. Tam bu sırada o unutulmaz sahne başladı: Kırmızı manto giymiş küçük bir kız annesinin elinden tutmakta ve bu kare, savaşınsoykırımın en dramatik sahnelerinden biri olarak beyazperdeden izleyenlerine ulaşmaktaydı. Kadın içinden, “Bu benim! O kırmızı mantolu küçük kız benim!” diye haykırdı. Çünkü, o da annesiyle birlikte filmin anlattığı tarihte aynı toplama kampında bulunuyordu ve üstünde hep kırmızı bir manto vardı. Açlığa, soğuğa, hastalığa; erkekleri, kadınları ve çocukları en küçük bir bahaneyle bile gözlerini kırpmadan öldüren SS’lere rağmen hayatta kalmaya çalışıyorlardı. O güne kadar kendisini kâbuslarla takip eden ve hayatının hiçbir döneminde peşini bırakmayan kahredici anılar zihninde yeniden canlandı. Aydın İhaneti/ Ümit Zileli/ Günizi Yayıncılık/ 280 s. “Sevdiğim aydın tanımlarından biri şudur: Ülkesinin geleceğine harç taşıyan kişiye aydın denir. Aydın; o harcı kaç kat taşıyabilirse, ülkesini o kadar yükseğe çıkartır. O harcı yorulmadan, usanmadan, dönmeden yükseklere taşımak, herkesin harcı değildir. Kimi yolda yön değiştirir, döner. Kimi yön değiştirmemiş gibi yapıp, dönenlerin yolundan gider. Kimi yorulur çekilir. Kimi yeni hizmet yerleri bulur, onların doğrularını ezberleyip, yolunu bulur. Yanlış anlaşılmasın, kendince doğru yönü bulur! Kimi de önce ülkem ve ilkem der, doğru bildiği yolda, ne pahasına olursa olsun, yoluna devam eder. Bu kitabın yazarı, sonuncu şıkka giriyor. Gözünü budaktan, sözünü dudaktan sakınmayan Ümit Zileli, sonuncu şıkka girmekle kalmıyor, aydın kavramına ihanet edenleri bir bir gün ışığına çıkarmayı görev ediniyor” diyor Mustafa Balbay. Toplu Oyunları 1/ Nesrin Kazankaya/ MitosBoyut Yayınları/ 160 s. Soyunma odasından çıkan Varela, sahanın çıkış kapısında yine gazetecileri bulur karşısında... Otobüse doğru hızlı adımlarla yürürken ‘‘Dünya şampiyonu oldunuz, neler söyleyeceksiniz’’ diye soran bir gazeteciye şu karşılığı verir: ‘‘Dünya şampiyonluğu mu, sadece bir rastlantı!..’’ Maracana Stadı’nın tribünleri saatlerce boşalmaz. On binlerce insan gözyaşları içinde hiç konuşmadan oturmaktadır. Toplu ağlama seansı gecenin geç saatlerine kadar sürer... Sonra, stadın taş tribünlerine oturan bir Brezilyalı taraftar, gözyaşları tükenmiş olsa gerek, evine gitmek üzere ayağa kalkar... Onu gören bir başkası da ardına takılır... Bir diğeri... Onun arkadaşı... Derken, ipi kopmuş bir kolyeden dağılan boncuklar gibi terk etmeye başlar Brezilyalılar, Maracana Stadı’nı... Hepsinin de göğüslerindeki tişörtlerde şu yazmaktadır: ‘Şampiyon Brezilya’... O gece, maçı kaybeden Brezilyalı futbolcular Rio de Janeiro’nun barlarında kederden içmektedir... Obdulio Varela’yı da aynı barlarda görürüz... Uruguaylı oyuncu, şampiyonluğu mu kutlamaktadır?.. Hayır!.. Varela, Brezilyalı futbolcuların yanındadır... Ve onlar gibi kederlenmekte, gözyaşı dökmektedir... Arkadaşlarıyla eğlenmek, şampiyonluğu kutlamak yerine, Brezilyalıların hüznünü paylaşmayı seçmiştir. Uruguay Ulusal Futbol Takımı, 1950 Dünya Kupası’yla ülkelerine geri döndüklerinde, Valeria yine köşe kapmaca oynar gazetecilerle... Hiçbir röportaj teklifini kabul etmez... Montevideo kentinin her yerine Obdulio Varela’nın dev resimleri asılmıştır... Ve o, tanınmamak için gözlerine kadar inmiş bir şapka ve yakaları yukarıya kalkmış bir pardösü ile dolaşır kentin sokaklarında... 18. kez bir dünya kupası finali izleyeceğiz Almanya’da... Kaybeden takım üzülecek... Peki ya kazanan takımda Obdulio Varela gibi sevinmek yerine, yenilen takımın futbolcularını teselli etmek için uğraşan bir oyuncu olacak mı?.. Hiç sanmıyorum. Gelmez bir daha Varela gibisi... Osman Şahin’in öyküleri İngilizcede Kültür Servisi Osman Şahin’in on üç seçme öyküsü, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi’nce, ‘Tales from the Taurus’ adıyla ve Prof. Talat S. Halman’ın ‘Bir Yazın Virtüözü: Osman Şahin’ başlıklı önsözüyle yayımlandı. Bir yılda tamamlanan çeviriler, Boğaziçi Üniversitesi Yüksek Çeviri Bölümü Başkanı Prof. Suat Karantay ile öğretim görevlisi Jean D. Carpanter Efe’nin denetiminde, Yüksek Çeviri Bölümü öğrencileri Nihal Şen, Gülsüm Cihan, Özlem Erdoğan, Faruk Saadet, Burcu Sipahioğlu ve Hilmi Emin tarafından yapıldı. Kitapta yer alan öyküler: Tomruk, Dişler, Selam Ateşleri, Yeşil Süvari, Köstebek, Çan, Sonuncu İz, Ustahmet Çeliği, Değişim, Fırat’ın Cinleri, Sarı Sessizlik, Güneş’in Sarı Eli, Kayalara Vurmuş Suretin. Osman Şahin’in ilk öykü kitabı Kırmızı Yel’de yer alan, 1978 yılında Korhan Yurtsever tarafından filme alınan, aynı yıl Antalya Film Festivali’nde ödüller kazanan, birçok yabancı dile çevrilen ‘Fırat’ın Cinleri’ öyküsü ise, son olarak Hollanda’da, Modern Türk Öyküleri Seçkisi’nde yer aldı. Editörlüğünü Jessica Nash’in yaptığı Seçki, Atlas Yayınları’nca yayımlandı. Kim olduğu bilinmeyen bir hayran tarafından baştan çıkarılan bir anne, ölmek üzere Bu kitapta Kazankaya’nın iki oyunu yer alıyor: ‘Seyir Defteri’ ve ‘Dobrinja’da Düğün’. ‘Seyir Defteri’, Amerikalı kadın yazar Lillian Hellman’ın Julia adlı öyküsünden yola çıkılarak yazılmış bir oyun. Hellman’ın yaşadığı 1930 ve 40’lı yıllar, Avrupa’da ve Amerika’da dünyayı sarsan, insanlığı sorgulayan önemli dönüşümlerin, değişimlerin, katliamların yaşandığı bir süreç. ‘Dobrinja’da Düğün’ ise; Yugoslavya’da etnik ulusalcılığın azdırıldığı 1990’lı yıllarda, kardeşi kardeşe düşüren, insanlığımızdan utanmamıza neden olan iç savaş boyunca, aynı bayrak altında yıllarca huzur içinde yaşamış insanların çektiği acıları anlatıyor.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle