07 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

14 NİSAN 2006 CUMA dizi EŞİTLİK KONUSUNDA DİRENEN ADALET BAKANI, MEDENİ KANUN’UN HALKA GÜÇ VERECEĞİNİ SÖYLEDİ Türk kadınına onur borcu... Medeni Kanun, bütün halka ayrım gözetmeksizin uygulandı. Bu, Türk devriminin kuşkusuz en önemli başarılarından biridir. Artık Türkiye’de inanç ve dinlere göre ayrım yapılmıyordu. Türk halkı, kadercilik, gevşeklik ve duygusallıktan ayrılacaktı. Sadece İsviçre evlenme statüsünü kabul etmek bile bir uygarlıktan ötekine geçmiş sayılırdı. BRÜKSEL GÜNLÜĞÜ ELÇİN POYRAZLAR C 9 Kıbrıs Uykusu... B T ürk aydınlanma devriminin inşasına gün gün tanık olan Paul Gentizon, ‘‘Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu’’ kitabında, Doğu olarak Müslüman coğrafyasını kastediyor. Gentizon’un, beklentileri yazık ki aradan geçen 83 yıllık zaman dilimine karşın gerçekleşmedi. Türkiye, Müslüman coğrafyasında hâlâ tek laik ve demokratik ülke. Demokratikleşme süreci ise kesintilere uğrayarak da olsa ağır aksak yürüyor. G enç Adalet Bakanı Mahmut Esat Bey, yeni kanunu açık ve duygulu bir inançla savundu. Mustafa Kemal’in kişiliğinde yeni cumhuriyet kanununun esinleyicisini selamladıktan sonra İsviçre Kanunu’nun değişik yönlerini kısaca anlattı. Aile statüsünden söz ederken bundan böyle her iki cinsin eşit durumda olmaları konusunda direndi. Konuşmasını şöyle sürdürdü: ‘‘Benim düşünceme göre tarihimizde ortaya çıkan en belirgin görüntü Türk kadınına aittir. İşte elimizdeki kanun tasarısı bugüne kadar hatunluğunu korumasına rağmen esir gibi muamele gören kadınımıza onurlu yerini vermek görevini yapacak.’’ Sonra yeni hukuk düzeninin Türk ailesine güç ve kararlılık vereceği sonucuna vararak şunları söyledi: ‘‘Baylar bu yeni kanunu kabul etmek için elleriniz kalktığı vakit, geçmiş on üç yüzyılın akımı duracak ve Türk milletinin önünde yeni, bereketli, uygar bir hayat yolu açılacak.’’ ÖNEMLİ BİR TARİH Hele büyük (varsıl) kişilerin evlerinde nikâhsız yaşama (cariye usulü) gibi ahlak dışı durum, köleliğin biçim değiştirmiş olmasından başka bir şey değildi. On, on iki yaşında yüzlerce talihsiz kız her yıl bir ara dönem tanımadan çocukluktan anneliğe geçiyordu. Bu durumun bir tuhaf yönü de karı koca arasındaki yaş farkının insanı şaşırtacak derecede olmasıydı. 70 yaşında, hatta daha ileri yaşta bir kimsenin henüz ergenlik çağına gelmiş çocuklarla evlenmesine hiçbir kanun engel olamıyordu. Bu tür olaylarla karşılaşmak her zaman muhtemeldi. Dinsel kurallar bu çeşit acayiplikleri onayladığından hiçbir otorite buna engel olmayı aklından bile geçiremezdi. Cinslerin ayrımı ile ilgili kurallar öyle trajik uygulamalar gösteriyordu ki, gelecekte eş olacak kişiler ne birbirini tanır, ne de biri diğerine yaklaşırdı. Evlenmeleri bir aracı eliyle gerçekleşirdi. Bu her çeşit rastlantı nitelikleriyle tam bir piyango demekti. KADININ KADERİ... Gerçekten yüzyıllardan beri yüce saydığı dinsel bir kanuna bağlı kalmış Müslüman bir milletin Avrupa düzeninde bir medeni kanunu kabul etmesi Mahmut Esat Bozkurt önemli bir tarihtir. Aynı zamanda dünya tarihinde de çok önemli bir olaydır. Muhammet dininde olan bir toplum, kişi ve aile statüsü bakımından teokratik düzeyi aşan ve ülkede ırk ve din ayırt etmeksizin eşit koşullar altında yönetimi sağlayan bir kanunu ilk kez kabul etmektedir. Bundan böyle, bu kanun gerçekten bütün halka ayrım gözetmeksizin uygulandı. Bu, Türk devriminin kuşkusuz en önemli başarılarından biridir. Artık Türkiye’de inanç ve dinlere göre ayrım yapılmıyordu. DÖRT KADIN SORUNU İsviçre Medeni Kanunu’nun kabulü ile öteki yeniliklerden daha önemli bir iş yapılmış oluyordu. Bununla Türk halkı bugüne kadar içinde yaşadığı kadercilik, gevşeklik ve duygusallıktan ayrılacaktır. Nitekim, sadece İsviçre evlenme statüsünü kabul etmekle bile Türkiye bir uygarlıktan ötekine geçmiş sayılır. 6 Ekim 1926’ya kadar Türk’ün evlenme usulü, gerçekten sadece zamanı geçmiş bir yol olmakla kalmamış, aynı zamanda uyumsuz, geçerliliğini yitirmiş ve toplumun her çeşit örgütlenmesine ters düşen bir eylem biçimine dönüşmüştür. Zira Kuran’a göre her erkek dört kadınla evlenebilirdi, hatta çok kez bu rakam aşılırdı da. İki tarafın sade bir anlaşmasıyla Türk evliliği kolaylıkla bozulabilirdi. Bu anlamda adeta özgür birleşmeyi andırıyordu. Erkek, hatta nedenini belirtmeden evlilik bağını çözme yetkisine sahipti. Başka bir deyimle, kadının kaderi kocasının isteklerine bağlıydı. Bu nedenle Türk sosyetesinin derin yaralarından biri birçok kez evlenme, yine evlenmeydi. Böylece, çok kadınla evlilik, kadının da çok erkekle evliliği biçiminde ağırlaşıyordu. Bir kadının da zamanla üç, dört, beş, hatta daha daha fazla erkekle evlenip ayrılmış olmasına rastlanabilirdi. Bir kadını boşamak için sadece şu cümleyi söylemek yeterliydi: ‘‘Üçten dokuza şart olsun seni boşuyorum.’’ Bununla beraber bu formül ile oluşan boşanmanın kesinleşmesi için bir süre geçmesi gerekliydi. Bu süre içinde koca, bir kızgınlık anında yaptığı davranıştan dönebilirdi. Bu durumda karısına yeniden kavuşmak için onunla ikinci kez evlenirdi. Başka bir boşanma yöntemi daha vardı ki artık dönüşü olamazdı. Koca karısına üç kez üst üste ‘‘Seni boşuyorum’’ sözünü yineledi mi, artık karardan dönmek imkânı kalmaz, evlilik kesinlikle son bulmuş olurdu. O kadın başka bir koca ile evlenip ayrılmadıkça, eski eşi onunla evlilik bağını yenileyemezdi. Ama bunun için de bir hileyi şer’iye bulunmuştu. Koca, kadına uydurma bir erkek bulur, boşadığı kadını onunla yapmacık bir nikâhla evlendirir, sonra da o kişiye karıyı boşatırdı. ACIKLI SONUÇLAR... Yüzyıllar boyunca uygulanan bu çocukça, sağlıksız ve garip evlenme kanunu Türk toplumunda çok acıklı sonuçlar meydana getirmiştir. İsviçre Medeni Hukuku’nun Büyük Millet Meclisi’nde kabulü sırasında raportörlük görevini yapan Şükrü Kaya, artık geçerliliği kalmamış olan bu kanunların uygulanmasıyla ortaya çıkan kötü sonuçları güçlü bir dille açıklamaktan çekinmedi. ‘‘Mahkemelerimizin arşivleri, meşru babası olmayan çocukların, kocaları tarafından terk edilmiş kadınların, vasilerince evlendirilmiş küçük kızların iç parçalayıcı acılarıyla doludur’’ dedi. İ sviçre Medeni Kanunu’nun kabulü ile Türkiye’de, bir yandan da mülkiyet hakkı statüsünün dayandığı ortaçağ sistemi sökülüp atıldı. Ülkeyi güçlükler içinde bulunduran ters durumlardan biri de kuşkusuz, çağlar boyunca Müslüman teokrasisinin etkisi ile içinde bulunduğu mülkiyet rejiminin kararsızlığıydı. Mutlak hükümdar olan sultan halife ülkedeki tüm varlığın sahibiydi. Bu nedenle imparatorluk hazinesi boşalınca, hiçbir işleme lüzum görmeden şu veya bu binaya, çiftliğe el koymakta tereddüt etmezdi. Taşradaki büyük feodaller de, kendilerine fırsat düştükçe, efendilerini taklit etmekten çekinmezlerdi. Mülkiyet hukuku üzerinde koyu bir güvensizlik yaratıldığından ülkenin tümünde trajik bir sonuç meydana ge liyordu. Şehirli, günün birinde, insafsızca el konulabileceği korkusu ile oturulabilir bir ev yapmaya cesaret edemiyordu. Köylü de tarlasının elinden alınacağı kuşkusu içinde ekip biçmekten çekiniyordu. Bu ne B Mülkiyet edinme hakkı denlerle ülkede pek çok bereketli toprak, boş yatıyordu. Aynı biçimde, malının elinden alınma korkusu içinde birçok Türk, haklarını koruyabilmek için şöyle bir strateji kullanmak zorunda kalıyordu: Şu ya da bu mülklerini dini bir kuruluşa, örneğin bir camiye ya da hayır kurumuna bağışlıyorlardı. Ama bu kişiler çocuklarını ya da mirasçılarını da bu mülkün yöneticiliğine tayin ediyorlardı. unlar gelirin tamamını alıyor, vakfedilmiş olan kuruma ‘‘Mevlütlük ya da niyaz payı’’ adı altında az miktarda bir para veriyorlardı. Artık, İsviçre haklar sistemi, sağlam ve uygar bir kanunu uygulayarak yüzlerce yıllık bir feodalite kaosuna son verecek. Bu ülkede mülkiyet statüsünün bir günde değiştirilmesi beklenemez. Türkiye her şeyden önce bir kadastro örgütü ile donatılmalıdır. Bunun ilk temelleri atılmak üzeredir. Modern kadastro sisteminin uygulanması Türkiye’nin acı çektiği konulardan biri olan toprak mülkiyetini sağlığa kavuşturacaktır. rüksel kulislerinde Ankara’nın birkaç aya kadar başını ciddi biçimde ağırtacak Kıbrıs sorununa yönelik nabız yokladığınızda bir uyku hali gözünüze çarpacaktır. Sadece Brüksel mi? Kıbrıs sorununda tüm taraflar bu tatlı uykunun etkisi altında. Arada sırada taraflardan bazıları rüyanın bir yerinde heyecanlanıp birkaç anlamsız sözcük savursa da bunlar sayıklamadan öteye gitmiyor. Yanlız tüm taraflar bir noktada keskin bir görüş birliği içinde. O da adada çözüme ulaşmak. BM, Brüksel, Ankara, Atina, Lefkoşa, Washington, Londra... Kıbrıs rüyasında rol oynayan herkes hem fikir. ‘‘Evet çözüm olmalı. Evet, evet hemen çözüme ulaşmalı’’. Peki aynı sözcükleri tekrar tekrar sayıklamak dışında kim ne yapıyor? Adada son yıllarda çözüme yönelik hangi somut adım atıldı? 24 Nisan 2004’te Kıbrıs’ın birleşmesine yönelik olarak yapılan referandumda Rumlar olumsuz tutumları net bir biçimde belli ettiler. Uluslararası arenada tanınan tek Kıbrıs devleti olarak zaten AB’ye güle oynaya giren Rumlar neden otuz senedir düşman gördükleri Kıbrıslı Türklere kucak açsınlar ki? Onları dışarda bırakarak AB sopasıyla Türkiye’yi sıkıştırmak daha akıllıca değil mi? Referandumun ardından Kıbrıslı Türklere acıyan AB hemen kolları sıvayıp iki tüzük hazırlayıverdi. Kuzey Kıbrıs’ın izolasyonunu kaldıracak mali yardım ve doğrudan ticaret tüzüğü. Acaba AB konuya saflıkla mı yaklaştı? Mayıs 2004’te klübe katılan Rumların bu tüzükleri çatır çatır veto edeceğini bilmiyor muydu? Yoksa bilmemezlikten mi geliyordu? Peki iki yıl sonra bu tüzüklerin hangisi hayata geçti? Hiçbirisi. Bu yıl şubat ayında Türk tarafının itirazlarına karşın tüzükleri birbirinden ayırarak onaylayan AB, Kuzey Kıbrıs’a 139 milyon avro vermeyi kararlaştırdı. Ancak Kıbrıslı Türkler bu paranın da yüzünü bürokratik engeller nedeniyle henüz görmediler. Öte yandan doğrudan ticaret Rumların koşullarını güzelce ısıtması için bir köşeye atıldı. Kendi AB üyelik hayallerinin peşinde olan Ankara ise bu arada adada her iki tarafın limanlarının açılmasına yönelik bir Kıbrıs eylem planı hazırlayarak Brüksel’e sundu. Rum tarafının sinir krizlerine karşın gerek ABD gerekse AB plana olumlu yaklaştı. Plan konusunda güzel sözler sarfedildi, Ankara’nın olumlu çabaları övüldü. Bir süre sonra o da unutuldu. Kıbrıs’ta yıllarca arabulucu görevi yapan BM Genel Sekreteri Kofi Annan da sonunda ümitsizliğe kapılarak Kıbrıs uykusuna yatanların yanına katıldı. Sıfıra sıfır, elde var sıfır. Kıbrıs’ta çözümsüzlüğe taraf Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi’nin sürecin bu şekilde sürmesi istemelerinden daha doğal birşey olamaz. Bölünmüş Kıbrıs’ın AB’ye girmesiyle oluşan TürkiyeABKıbrıs Bermuda Şeytan Üçgeni’ninden en zararlı KKTC ve Türkiye çıkmıyor mu? Kıbrıs sorunu AB içinde Türkiye karşıtı ülkelerin ekmeğine yağ sürmüyor mu? ABD bölgede nüfusunu artırmaya çalışırken Kıbrıs konusunda Türkiye’nin ağzının suyunu akıtacak vaatler verip sonra geri adım atmıyor mu? Hadi büyük Kıbrıs uykusunun pek çok ülkenin işine geldiğini anladık da Türk tarafının uyuması biraz ayıp kaçmıyor mu? Mustafa Kemal Atatürk, 10. yıl nutkunu okuyor. (29 Ekim 1933) Gayrimüslimle evlenme hakkı verildi M Y eni kanunları anlayacak ve onları uygulayacak yetenekte yargıçlar yetiştirmek amacıyla Türkiye hükümeti ülkeyi önemli bir örgütlenmeyle donattı. Ankara’da tamamen laik bir hukuk okulu açıldı. Önceleri, bütün Müslüman milletlerde olduğu gibi hukuk sadece medreselerde yani din okullarında öğrenilirdi. Hukuk danışmanları sadece hocalardı. Kanunlar İslami dogmalardan esinleniyordu. Bununla beraber Tanzimat’tan sonra, İstanbul’da ilk hukuk okulu kuruldu. Orada, medreselere kıyasla Kuran’a dayanan ilke daha az egemendi. Ama gene de bu kurum dinsel fikirlerin etkisindeydi. Böyle bir okulda derslerin yarısından çoğu din hukukuyla ilgiliydi. Türkiye’de ilk kez, Fransız kanunlarının incelenmesine dayanan ceza, ticaret ve idare hukuku dersleri artık açıkça bu okulda yer almaktaydı. Kısaca, İstanbul’daki ilk hukuk okulu, biri ötekine karşıt iki bölümü içeriyordu: Biri dinsel, öteki laik. Ama birincisi daima ikinciye üstün durumdaydı. Kuşkusuz, laik olan yavaş yavaş önem kazanıyordu. Avrupa hukuku incelemesini kapsayan mukayeseli bir medeni hukuk kursu açıldı. 1908 devrimi ile bu hukuk okulu İstanbul Üniversitesi’ne (Darülfünun) bağlı bir hukuk fakültesi haline dönüştü. Gene dinsel kurallar Medeni Kanun’a paralel olarak okunuyordu. Cumhuriyetin Ankara’da kurduğu yeni hukuk okulu, 1926 başlarında eski Büyük Millet Meclisi lokalinde kapılarını açtı. Medeni hukuk, Roma hukuku, anayasa, milletlerarası, umumi ceza hukuklarıyla, ekonomi politik, ekonomik doktrinler, hukuk tarihi, siyasal tarih gibi dersler okutuluyordu. Bu, Avrupa’dan esinlenerek sağlanan mantığın sonucuydu. İslam hukuku dersinin okutulması ise sadece tarihsel amaçlıydı. Şunu da ekleyeyim; Ankara Hukuk Okulu’nun açılması Müslüman bir millette dine dayanan hukukun kesinlikle kaldırılmasını sağladı. B İ T T İ Medrese yerine hukuk fakültesi edeni Kanun’un etkileri aile konusunda Müslüman toplum kadrosunu aşmaktadır. Bunu kanıtlamak için ayrı etnik gruplardan karma evliliği göstermek isterim. İslam kanunu, Müslüman bir kadınla Müslüman olmayan bir erkeğin evlenmesini kesinlikle yasaklamıştır. Ama Peygamber ümmetinden olan erkekler her dinden, her milletten kadınla evlenebilirlerdi. Bunun aksi daima reddedilmişti. Bu nedenle Müslüman olmayanlar hangi ırk ve hangi dinden olursa olsunlar bir Müslüman kadınla nikâh kıyılmak suretiyle evlenememişlerdir. Yorumcular bu kanunun özelliğinin müminlerin sayısını arttırmak amacına dayandığını söylemektedirler. “SUÇ ORTAĞI” Gerçekten, büyük TürkArap fetihlerinde Müslüman erkeklerin Hıristiyan ya da Musevi kadınlarla evlenmeleriyle önemli sonuçların elde edilmesine yardımcı olunmuştur. Müslüman kadınla, Müslüman olmayan erkeğin evlenmelerine, kadının İslam için bir kayıp sayılacağından karşı çıkılmıştır. Tersi, imkânsızdır. Bugüne dek hiçbir Hıristiyan ya da Musevi erkek resmen bir Müslüman kadınla evlenmiş değildir. Böyle bir evlenme dinsel kanuna göre; bu iki ‘‘suç ortağı’’ için ölüm cezasını gerektirirdi.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle