Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
31 MART 2006 CUMA dizi DÜŞMANLA İŞBİRLİĞİ YAPAN VAHİDETTİN, VATAN İÇİN MÜCADELE EDEN YURTSEVERLERE DE SAVAŞ AÇTI Taht korkusu, ihanet ve sultan... T ürklerin sonsuz sevinçlerini ortaya koydukları bir zamanda, aynı ırktan sadece bir adam, memleketinin özgürlüğü uğrunda savaşan ordularının zaferi karşısında, kenarda ve üzüntüden yıkılmış durumdaydı. Milleti bu dava uğrunda kendini feda ederken o, memleketinin düşmanlarıyla anlaşmaktan korkmamıştı. Özgürlük adına hayati kahramanlıkla halkı ayaklandıran mücadelenin dışında kalmakla yetinmiyor, kardeşlerinin gırtlağını sıkanların başarısını diliyordu. Bu adam; milletine, kanına, ırkına ihanet eden bu kişi, tüm Osmanlıların imparatoru, tüm müminlerin emiri, halifesi, Tanrı’nın dünyadaki gölgesi, Osmanlı hanedanının otuz yedinci hükümdarı Mehmet Vahidettin’den başkası değildi. Bu bedbaht adam, zaten aylardan beri İngiltere’nin elinde oyuncaktan başka bir şey değildi. Milli hareket başarılı olur da kendisi tahtını kaybeder korkusu ile onu bütün bütüne İngiliz subayı Harrington’un iradesine bırakmaktan çekinmedi. FETVA ÇIKARDI Sultanın ihaneti bununla bitmedi. Vatanın düşmanıyla işbirliği yapmakla yetinmeyen VI. Mehmet, vatanı kurtarmak için savaşa atılmış olan kardeşlerine karşı ayrı bir savaş düzenledi. Önceleri Ankara’nın milli hareketini kabul etmeye davet olundu. Ama o, bunu reddetti. Sonra halife olarak Mustafa Kemal ve generallerinin davranışlarını kanun dışı ilan etti ve kendilerini mahkum eden fetva çıkardı. Bu belgeyi Yunan uçaklarıyla Anadolu’da Türk siperlerinin üzerine attırdı. Bundan başka, milleti düşmana tutsak olmaya zorlayacak kadar kendini unutarak Anadolu önderlerini arkadan vuracak hainler görevlendirdi. Başta Mustafa Kemal olmak üzere Sıvas Kongresi’nde milleti temsil edenlerin tutuklanıp el ve ayakları bağlı olarak İstanbul’a gönderilmeleri için Elazığ (Harput) Valisi Ali Galip Bey’e bizzat emir verdi. Ama daima uyanık olan Mustafa Kemal, bu yeni girişimi de ortaya çıkardı ve tehlikeyi zamanında önledi. BRÜKSEL GÜNLÜĞÜ ELÇİN POYRAZLAR C 9 AB’de Genişleme Alerjisi... giderek ciddileşen bir hastalığa tuAB tuldu. Henüz latincesi yok ancak siyaset dilinde buna ‘‘Genişleme Alerjisi’’ desek yerinde bir tanı olur. Fransız ve Hollandalıların geçen yaz başında kuşku bırakmayacak bir çoğunlukla AB Anayasası’na ‘‘hayır’’ demeleriyle ‘‘saman nezlesine’’ tutulan AB, şu sıra ‘‘genişleme’’ sözcüğüne dayanamıyor. Brüksel’in kirli havası da bu alerjinin iyileşmesine pek de olanak tanımıyor haliyle. Genişleme dosyasının üstündeki tozlar AB’yi daha da hasta ediyor olmalı ki Türkiye ile 3 Ekim’de müzakerelere başlama kararını zar zor vermesinden bu yana AB hiçbir önemli toplantıda genişleme projesine değinmedi. Referandumların hemen ardından ‘‘Avrupa’nın sınırlarını, genişleme konusunda AB kamuoyunun görüşünü ve birliğin sindirme kapasitesini’’ önümüzdeki haziran doruğuna bırakan AB liderleri ne 16 Aralık’taki ne de geçen haftaki dorukta genişlemeden söz etti. AB’nin dışa yansıyan yüzünde her ne kadar ‘‘genişleme sessizliği’’ yaşansa da içeride fokur fokur kaynayan bir kazan var. Anayasa referandumunda büyük darbe yiyen Fransa şu sıra genişleme projesinin önüne taş koymak için ateşli bir çalışma içine girmiş durumda. AB Konseyi’nde ‘‘felsefi’’ bir tartışma başlatan Fransa, aday ülkelerin müzakere süreçleriyle siyasi kriterler arasında sıkı bir bağ kurulmasını istiyor. Bu, her fırsatta Türkiye’nin önüne insan hakları, işkence, dini özgürlükler, kültürel haklar, azınlık hakları gibi konuların getirilebileceği anlamına geliyor. Başka bir deyişle AB bir taraftan müzakere sürecini uzatırken bir taraftan da hoşuna gitmediği durumlarda Türkiye’nin boğazına sarılabilecek. Bu daha önceki aday ülkelere uygulandı mı? Hayır. Bu değişiklikte hedef Türkiye mi? Evet. Çünkü Brüksel’de kime sorarsanız AB içinde küçük Hırvatistan’ın üyeliğinin rahatsızlık konusu olmadığını duyarsınız. Halbuki Türkiye, AB için yenir yutulur lokma değil. Türkiye bekleyedursun AB üye ülkeleri ‘‘felsefi’’ tartışmalarına önümüzdeki hafta da devam edeceklermiş. Gelen haberlere göre AB içinde bu konuda şimdiden kamplaşma olmuş bile. Almanya, Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi’nin büyük destek verdiği Fransa’nın önerisine İsveç, Finlandiya ve İspanya karşı çıkıyormuş. Ne demeli? Hastalık işte. Türkiye’ye şu sıra AB’nin yakalandığı genişleme alerjisinin ağır bir astıma dönüşmemesini ummaktan başka yapacak birşey kalmıyor galiba. Mustafa Kemal, Mersin Millet Bahçesi’nde Türk Ocağı’nın düzenlediği toplantıda Mersinlilere seslenirken... (1719 Mart 1923) Mustafa Kemal’in Tarsus Çiftçiler Yurdu’nda konuşması: ‘‘...Memleketimiz şu iki şeyin memleketidir; biri çiftçi, diğeri asker. Biz çok iyi çiftçi ve çok iyi asker yetiştiren bir milletiz. İyi çiftçi yetiştirdik; çünkü topraklarımız çoktur. İyi asker yetiştirdik; çünkü o topraklara kasteden düşmanlar fazladır.’’ (18 Mart 1923) Başarısızlığı öğrenince fazlaca öfkelenen VI. Mehmet, bununla yetinmedi. Anadolu yurtseverlerine karşı ‘‘Halife Ordusu’’ adı altında vurucu bir ordu hazırlığına girişti. Asker toplanmasına buyruk çıkardı. Çağrıya kimse katılmayınca İstanbul’un köşe bucağından binlerce çapulcu toplandı. Böylece müminler emirinin ordusu(!) oluştu. Milli Kuvvetlere karşı Yunanlıların yanında savaşa başlayan bu hainler topluluğu İzmit, Bolu, Adapazarı ve Konya’da isyanlar çıkardılar, memleketi yakıp yıktılar. HÜKÜMDARLIK SIRASI MİLLETTE Saltanatın derhal kaldırılmasını hiçbir şey engelleyemezdi. Mustafa Kemal konu ile meşgul olma görevini alan Meclis komisyonunda derhal söz aldı: ‘‘Hükümranlık kendiliğinden oluşmaz, o zapt edilir. Vaktiyle onu Osmanlı hanedanı zapt etmiştir. Bugün onu ele geçirme sırası, milletindir. Bu iş de olup bitmiştir. Komisyonunuzda söz konusu olan husus, bu durumun kabülünden ibarettir.’’ Sonra, ordunun kendini desteklediği güvencesi içinde ve tehditle şunları ekledi: ‘‘Ne pahasına olursa olsun milli egemenlik kabul olunacaktır. Eğer burada bulunan mebuslar ve Büyük Meclis, hatta bütün dünya bunu tabii karşılarsa ne âlâ, aksi halde, her şeye rağmen gerçek, bütün şiddetiyle kendini gösterecektir. Ama o zaman belki bazı başlar kesilecektir.’’ Tartışmalar Meclis’te sürdürüldü. Sonunda, Rıza Nur’un, halifeliğin Osmanlı hanedanında kalması önerisi, oybirliği ile kabul olundu. Vahidettin kaçıyor... B üyük Meclis’in, kamuoyu adına aldığı karara göre, kişisel egemenliğe dayanan İstanbul hükümet biçimi artık tarihe mal oldu. Bununla beraber, Büyük Meclis, sanki kendi gözü pekliği karşısında çekinir gibi ikinci bir kararla ‘‘Türk hükümeti halifeliğin dayanağıdır ve halifelik Osmanlı hanedanına emanet edilmiştir. Büyük Meclis sadece bu aileden kendisine en layık ve uygun görüleni seçmek görevini yapacaktır’’ sözünü de eklemekte gecikmedi. Bu, başka bir deyişle VI. Mehmet’in halifelikten düşürülmesi demekti. 2 KASIM KARARLARI İstanbul’a ulaştırılan bu 2 Kasım kararları orada büyük bir heyecan yarattı. Gerçekte, Türkiye’de egemenlik sorumluluğunu üzerine alarak saltanatı kaldıran Büyük Meclis’in Mustafa Kemal’den esinlenerek Osmanlı İmparatorluğu’na kesinlikle son verdiğini belirtiyordu. Artık saltanat yerinde sadece kurtuluş ve özgürlük duygusundan ruh alan bir Türk milleti vardır. Bu olay başlı başına büyük bir sonuçtu. Öte yandan, Türkiye, halifeliği sultanlıktan ayırmakla İslam âleminde ilk kez dünya ve ahret işlerini ayırmanın temelini atıyordu. Müminlerin emirini bir seçime bağlayarak ve onu sadece moral bir otorite tanımakla yüzyıllardan beri yüzlerce milyon insanı ilgilendiren bir geleneği altüst ediyordu. Öğleden sonra saat dörtte de Osmanlı İmparatorluğu’nun son sadrazamı Tevfik Paşa devletin mühürlerini hükümdara teslim etmek üzere Babıâli’den ayrılarak Yıldız’a gitti. Böylece Osmanlı İmparatorluğu gibi eski bir taht çökmüş oldu. O zamandan sonra, VI. Mehmet, olup biten olaylar hakkında hayale kapılmaz oldu. Eğer kalmakta inat etseydi, kolay ve kibarca çarelerle uzaklaştırılamazsa, kuşkusuz kesin bir hükme bağlanırdı. Artık kaderi belli olmuştu. Kaçmalıydı. GÜVENLİK GARANTİSİ İSTEDİ Hiçbir konuda göstermediği bir dirençle İngilizlerden güvenlik garantisi istiyordu. Sarayın mızıka şefi Ziya Bey, General Harrington’a giderek efendisinin, İngiltere’nin koruyuculuğuna sığınarak Türkiye’yi terk etmek niyetinde olduğunu duyurmuştu. Britanya Birlikleri Komutanı, sultanın isteğinin yerine getirileceği cevabını verdi. 11 Kasım günü, VI. Mehmet, geceyi tören köşkünde geçirmek istediğini bildirdi. Haber kimseyi şaşırtmamıştı. Herkes, düşük hükümdarın olası bir darbe karşısında kendisine sığınacak bir yer aradığını zannediyordu. Köşk acele ile ısıtıldı. Plana göre, kaçışta kendisine eşlik edecek kişiler birer birer yanına geldiler. Önce altı yaşındaki oğlu şehzade Ertuğrul, sonra Başmabeyinci Yaver Paşa, Albay Zeki Bey, başhekimi Reşat Paşa, iki musahibi, bir uşak, bir berber ve iki harem ağası olmak üzere hepsi on kişi geceyi hazırlıklarla geçirdiler. Sultanın gözetimi altında mücevherat, kıymetli taşlar, som altından küçük bir tabancaya kadar dikkatle paketler halinde sandıklara yerleştirildi. ZIRHLININ MERDİVENLERİNDE Ortalık tam ağarmamışken küçük kafile köşkten ayrıldı. Birkaç adım ötede Yıldız Sarayı’nın kalın duvarlarında, anahtarı bir harem ağasında bulunan kapı açıldı. Dışarıda, üstünde Kızılhaç işareti bulunan otomobil, etrafında İngiliz subay ve askerleri olduğu halde bekliyordu. Küçük bir İngiliz müfrezesi arabayı izledi. Yıldız’ın kalın çevre duvarı boyunca giden kafile Ortaköy’de indi. Yol boyunca, İngiliz askerleri sözde yürüyüş ve silahlı talim yapmak üzere dağılmış bulunuyordu. Gerçekte bu, sultanın kaçışını güvenlik altına almak içindi. Arabalar, Dolmabahçe Sarayı’nın önünde durdular. General Harrington ve kurmaylarından birkaç subay firarileri burada kabul ettiler. Birkaç yüz metre uzaklıkta, önceden gelmiş bulunan Malaya adlı İngiliz filosuna bağlı büyük zırhlılardan biri halka halka dumandan sorguçlar atıyordu. Mehmet Vahidettin ve maiyeti derhal bir istimbotta yerlerini aldılar. On dakika sonra son Osmanlı hükümdarı geminin merdivenlerini çıkıyordu. Presley’in evi ulusal simge Çeviri Servisi Elvis Presley’in Memphis kentindeki evi ‘‘Graceland’’ ABD’nin tarihi yapıtları arasında en değerlileri içeren ‘‘ulusal simge’’ listesine giriyor. BBC’nin internetteki sitesinde yayımlanan habere göre efsanevi rock’çının evine verilen bu özel statü için İçişleri Bakanı Gale Norton’un da katılacağı özel bir tören düzenlenecek. Graceland’i 2 bin 500 müze ve tarihi yapıtın yer aldığı listeye dahil etmeyi kararlaştıran İçişleri Bakanlığı’nın açıklamasına göre Presley’in 1957 yılında 103 bin dolara (yaklaşık 138 bin YTL) satın aldığı evi yılda 600 bin kişi geziyor. Hayranlarının her yıl doğum gününde ve ölüm yıldönümünde dünya çapında etkinlikler düzenlediği Presley’in 14 dönümlük arazi üzerine inşa edilen evi, ABD’nin birçok ünlü müze ve tarihi yapıtından daha çok tanınıyor. Ve bu ev, ABD halkı için büyük bir manevi önem taşıyor. Elvis Presley adına kurulan şirketin yönetim kurulu başkanı Jack Soden’e göre ise Graceland, Beyaz Saray’dan sonra ABD’nin en ünlü ikinci evi. Türkiye’de egemenlik sorumluluğunu üzerine alarak saltanatı kaldıran Büyük Meclis, Mustafa Kemal’den esinlenerek Osmanlı İmparatorluğu’na kesinlikle son verdiğini belirtiyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nun son sadrazamı Tevfik Paşa devletin mühürlerini hükümdara teslim etmek üzere Yıldız’a gitti. Böylece Osmanlı İmparatorluğu gibi eski bir taht çökmüş oldu. Vahidettin’in de artık kaderi belli olmuştu. Kaçmalıydı... 18 Kasım 1922 sabahı, Kemalist hükümetin İstanbul’daki temsilcisi Refet Paşa, sultanın İngiliz zırhlısıyla kaçışını öğrenince durumu Ankara’ya Meclis’e bildirdi. Meclis, büyük memnunlukla karşıladı. Gerçekte, VI. Mehmet’in gidişi, bu eski hükümdarla ilgili sert önlemler almak gereğini ortadan kaldırmak gibi bir yarar sağlıyordu. Çünkü, daha önceden bazı ileri karşıtçılar, VI. Mehmet’i adalete teslim etmeyi düşünmüşlerdi. Diğer yandan, Kemalist önderler, çıkması her zaman mümkün olan tepkilere karşı önlem alarak sultanı mazlum durumuna sokmamaya önem veriyorlardı. Böylece bu kaçış, Ankara’nın işini kolaylaştırıyordu. Bununla beraber, olay halife tahtını boş bırakmış oluyordu. Zaten 2 Kasım günü Meclis’te alınan kararla, müminlerin emirliğine Osmanlı ailesinden en uygun olanın seçileceği öngörülüyor du. Mustafa Kemal, Meclis’i olağanüstü toplantıya çağırdı. 18 Kasım günü, akşamın 6.30’u. Yürütme Kurulu Başkanı Rauf Bey kürsüye çıktı. Refet Paşa’nın VI. Mehmet’in kaçışına dair telgrafını okudu. Daha sonra, ‘‘bu hükümdarın, halifeliği İngiltere’nin himayesine vermek suretiyle görülüp duyulması imkânsız bir suç işlediğini’’ söyleyerek tutanağa geçirdi. Onun arkasından, Şer’iye Komisyonu Başkanı Konya Mebusu Vehbi Efendi, VI. Mehmet’in halifelik makamını terk etmekle bu makamdan artık düşmüş sayılacağını, bu nedenle de müminlere yeni bir imam tayin etmek için usulün tespiti Abdülmecit halife seçiliyor nin gerekli olduğunu savundu. Seçim derhal yapıldı. 162 oydan 148’i Şehzade Abdülmecit adına kullanılmıştı. Abdülmecit, halifelik tahtına çıktığında elli dört yaşındaydı. Abdülhamit’in 1908’e kadar süren otuz iki yıllık saltanatı sırasında o, sultanın emriyle alınan birçok önlemler arasında daima kenarda tutulmuştu. Şehzade Abdülmecit, Abdülaziz’in oğluydu. Yaratılıştan engin, özgür ve hoşgörür olan zekâsı çağdaşlaşmadan hiçbir şekilde çekinmiyordu. Bu anlamda tutumu yeni Türkiye atmosferine uyuyordu. Yeni halifenin göreve başlaması, 27 Kasım’da, İstanbul’da, Kemalist önderlerin direktifleri ge reğince yapıldı. Taç giydiğinin ertesi günü kendisi ile görüşen gazetecilerden birine demokratik bir inanç içinde görevini yerine getirerek diğerine ise Osmanlı hanedanının liyakatlarını hatırlatarak konuşmaktadır. Tehlikelere koştuğunun farkında olmadan din ve dünya işlerini karıştırıyordu. KORUMA GÜCÜ YOKTU Öte yandan da halifeliğin prestijini dokunulmaz olarak elde tutmaya çalışıyordu. Başından beri görevlerinin otoritesini sağlamlaştırmaya çalışıyordu. Ancak kendinden öncekilerin aksine, onun ne ordusu ne bu unvana tahsis edilmiş bir koruma gücü, ne de isteğe göre kullanacağı genel hazinesi vardı. SÜRECEK