Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
31 MART 2006 CUMA P E R V A S I Z P E R kitap T A V S I Z 5 NİSAN’DA SOTHEBY’S MÜZAYEDE EVİNDE C YEMEN İPEĞİ 15 Enis BATUR Alemdağ münzevisinden Mavroyeni Paşa’ya... ki Kayboluş(u) Arası Bir Kitabı Bulmak” başlıklı yazıma üç farklı kaynaktan üç değerli katkı geldi. Bu tür yankılar, mesafeyi yenen diyalog partönerleri, adını “Kitap Dünyası” koyduğumuz, sınırları belirsiz bir ortama neden hâlâ umut beslediğimizi gösteren örnekleri oluşturuyor. Ben, kendi payıma, “Kitap Dünyası”nı hem edebiyat ya da kültür dünyasından, hem de yayın dünyasından kesin çizgilerle ayırıyorum; belirgin komşuluk özelliklerine karşın. İki yılı aşkın bir süredir üzerinde çalıştığım, bir kere daha anlatı ile deneme arasında salınan bir yol tutturduğum “Kitap Evi” başlıklı metnimi hakkını vererek bütünlemeyi başarırsam, o dünyanın bileşkenlerine gönlümce ışık düşürmüş olacağım. Şunu söyleyebilirim: Kitap sevgisi, eskimiş bir hümanist parametre değildir; geniş bir saplantı haritası, geniş bir sapkı kataloğu, korkutucu yanları azımsanmayacak sapma belirtileri egemendir bu sevda alanında öyle masum, saf, sevimli bir dünya sanılmasın. “İki Kayboluş(u) Arası Bir Kitabı Bulmak”, karanlıkta elyordamı yazılmış bir denemeydi. İKİ KİTAP DİKKATİ ÇEKİYOR Her zamanki gibi gördüklerimi, gördüğümü sandıklarımı bir araya getirmiş, kanılarımla varsayımlarımı aynı harf tespihinde peşpeşe dizmiştim. Gelen yankılar, birden fazla noktada onarım yapılması gerektiğini kanıtlıyor. İstanbul Kitaplığı’ndan Neslihan Yalav, Çelik Gülersoy Vakfı’nda bulunan iki kitaba dikkat çekiyor: “[MAVROYENİ PAŞA]: Un Parisien à Constantinoplu du Viconte René Vigier. Réfutation par l’Ermite d’Alemdağ; [KESNİNBEY: Le Mal d’Orient (Moeurs Turques).] “.İz sürmek isteyenler için işte bir başlangıç noktası. (Yazım yayımlandıktan hemen sonra, Turkuaz’dan Emin Nedret İşli’den, yukarıdaki kitaplardan ilkini edindim). Cumhuriyet Kitap okurlarından Ali Birinci’nin mektubundan olduğu gibi alıyorum: “Enis Batur tarafından yazılan yazıda, meçhul bir şahsiyet olarak bahsedilen, “Le Mal d’Orient” isimli kitabın müellifi Kesnin Bey zannedildiği kadar da meçhul değildir. KİTABIN TARİHSİZ İKİNCİ BASKISI Tahminim bu isim kendisine İstanbul’da muhatap olduğu insanlar ve tabii Türkler tarafından verilmiş olmalıdır. Asıl ismi EugèneJacques Chesnel olan Kesnin Bey, gazeteci olup 24 Ekim 1850’de Caen’de (Basse Normandie) doğdu ve memleketinde hukuk okudu. Başka memleketleri de gezdikten sonra Türkiye’ye geldi ve 1887’de kitabını Paris’te bastırdı. Kitabının tarihsiz bir de ikinci baskısı bulunuyor. Ansiklopedi ölüm tarihini vermiyor: Dictionnaire de Biographie Française…” Dostum Johann Strauss’tan bir başka yazıda sözetmiştim birkaç yıl önce: “Osmanlı İmparatorluğu’nun gayrımüslim yazarlarının Biobibliyografik Sözlüğü” başlıklı dev araştırması (şimdiden 800 sayfayı aşmış durumda) ne zaman günışığına çıkacak merakla bekliyoruz. O da, mektubunda altını çiziyor; “Alemdağ Münzevisi, benim bildiğim kadarıyla, sertabibi şehriyâri Spiridon Mavrogény Paşa’nın (18161902), bazı yayınlarında kullanmayı seçtiği takma adıdır”. Bu katkılar, ‘karanlıkta elyordamı’ yazarken ne çok şeyi devirdiğimi göstermeye yetiyor, sanırım. Canımı sıkmıyor mu peki, bu türden gaflar yapmış olmak! Hayır, sıkmıyor. Yanlış yapmaktan çok korkuyoruz, özelikle de yanlışınızı yakalayan mal bulmuş mağribi gibi üstünüze gecikmeden geldiği için. Bir gün bu konu konuşuluyordu, Ece Ayhan, “Yanlış dediğin düzeltilir, olur biter” dedi bu kadar basitmiş meğer! Şüphesiz bundan garip bir yorum çıkarmamak gerekir: Yanlış yapmak hoş değil sonuçta, sık yanlış yapmak hiç hoş değil; gene de, ara sıra yanlış yapıyor olmak, kusursuzluktan muzdarip yaşamaktan daha doğru geliyor bana! MAVROYENİ TANIYORMUYUZ? Alemdağ Münzevisi demek Mavroyeni Paşa’ymış. Pek çok bilinmeyenin aralarındaki boşluğu doldurmaya yetiyor bu bilgi. Neden? Mavroyeni Paşa’yı tanıyoruz çünkü. Tanıyor muyuz gerçekten de? Asıl sorun, bana kalırsa burada işte: Kaybolmuş olanın ne kadarı kaybolmamış durumda acaba, biraz bakalım mı? Feza Günergun’un Osmanlı Bilimi Araştırmaları’nda (Cilt 6, sayı 1) yayımladığı “Spiridon Mavroyeni Paşa ve Osmanlı İmparatorluğu’nda Modern Tıbbın Yayılmasına Katkısı”ndan, II. Abdülhamid’in özel hekimi kimliğiyle tanınan bu renkli ve sisli kişinin, XIX. yüzyılın son çeyreğinin önemli figürleri arasında yer alma nedenlerini bulabiliyoruz: Tıp eğitiminin gelişmesine katkıda bulunmuş, bulaşıcı hastalıklar hakkında araştırmalar kaleme almış, bir tıp dergisi yayımlamış Mavroyeni Paşa’nın padişah üzerindeki etkisine dikkat çekilmiştir. HOYRAT BİR SORU “Alemdağ Münzevisi” takma ismiyle yayımlanan iki reddiyesi dışında, 1891’de basılan, gene Fransızca yazılmış “Türkiye’de Gizli Polis” adlı bir kitabı daha varmış. Mavroyeni Paşa’nın da, “Alemdağ Münzevisi”nin de kitaplarını çevirtip yayımlamamız gerekmez miydi? Belki o zaman, kayboluş gerekçeleri üzerinde durmamız kolaylaşabilirdi. Buzdağının bir ucu, “Alemdağ Münzevisi”. Üç yıl kadar önceydi, güç bela, cüzzam bağlamında İstanbul’da ve Anadolu’da yaptığı çalışmalarının ürünü kitabı ile “Hadımlar” başlıklı kitabını yayın listesine aldırdığım Zambaco Paşa, o listeden uçup gitmiş. Bizim ne işimize yarayabilir ki bu insanlar, bu kitaplar? Johann Strauss’un sözlüğü okur karşısına çıktığı gün daha da hoyratlaşacak soru. 1 milyon YTL’lik Kâbe kapı örtüsü ÖZGEN ACAR ANKARA Sultan Abdülmecit tuğralı, kadife üzerine altın ve gümüş simli, yüz yıllık bir Kâbe kapı örtüsü, yaklaşık 1 milyon YTL tahmini fiyatla Londra’da açık arttırmaya çıkacak. 5 Nisan’da Sotheby’s Müzayede kuruluşunda, ayrıca Kâbe ve Muhammet Peygamber’in, MedineMekke bağlantılı cami ve mezarlar için yapılmış beş örtü de satılacak. Sotheby’s’in ‘‘İslam Dünyası Sanatı’’ adlı açık arttırımını yönetecek olan Edward Gibbs ‘‘196 parça yapıtın satışından yaklaşık 3 milyon sterlin (yaklaşık 7.5 milyon YTL) beklendiğini’’ söyledi. Örtünün 1 milyon YTL getirecek olması, 7.5 milyon YTL’lik toplam içindeki önemini ortaya koyuyor. Bir ikizinin Topkapı Sarayın’da bulunduğu 490x370 cm. boyutundaki bu örtü üzerinde çeşitli geometrik biçimler içinde Kuran’ın Bakara suresinden 144 dize yer alıyor. Örtü 1909’da yapılmış. “İ “Kitap Dünyası”nı hem edebiyat ya da kültür dünyasından, hem de yayın dünyasından kesin çizgilerle ayırıyorum’’ Bir ikizi Topkapı Sarayı’nda bulunan yüz yıllık Kâbe kapı örtüsünün üzerinde çeşitli geometrik biçimler içinde Kuran’ın Bakara suresinden 144 dize yer alıyor. Osmanlı hediyesi mezar örtüsünün fiyatı 225 bin YTL. İslamiyet öncesinden gelen Kâbe’nin örtülmesi geleneği, Muhammet Peygamber’in Yemen ipeğinden yaptırttığı (sitarekisve) örtüden sonra günümüzde de sürüyor. Peygamberin, Kâbe’nin bakım ve korunması amacıyla anahtarını Kureyşi kabilesine verdiği biliniyor. Emeviler, Abbasiler ve Memluk sultanları da örtü hediye etmişlerdi. Örtüler her yıl Kurban Bayramı arifesinde değiştiriliyor. Osmanlı İmparatorluğu döneminde ilk kez Mısır’da özel ipek kadifeden yaptırılan bir örtü Kâbe’ye hediye edilmişti. Herhangi bir kaza olasılığına karşı aynı örtüden ikizi yapılmaktadır. Dolayısıyla açık arttırmaya çıkan örtünün bire bir ikizinin Topkapı Sarayı’nda bulunması doğal karşılanıyor. Taviloğlu, gitme kal!.. AHMET SAY Değerli bestecimiz İstemihan Taviloğlu’nun olmadık bir zamanda yaşamdan ayrılmasına inanasım gelmiyor. ‘‘Ölüm’’ olgusu çirkindir, ama zamansız ölümler çok daha çirkindir. Dostum ‘‘İstemi’’ gibi yaşam dolu, herkese, her şeye sevgiyle bakan, özverili, sıcak, üretken bir ‘‘iyi insan’’ örneğine ölüm hiç yakışmıyor. Arif Damar’ın ünlü şiirinde olduğu gibi, ona ‘‘Gitme kal’’ diye seslenmek geliyor içimden. ‘KİMSİN, NESİN, NİCESİN?’ Taviloğlu ile 1982 yılında Ankara Devlet Konservatuvarı’nda tanıştım. Fazıl’ın teori ve solfej öğretmeniydi. Veli öğretmen ilişkilerinde ‘‘mesafeli’’ olmak ilkesine uyduğum için ortalıkta gözükmüyordum. Ama o, ilginç bulduğu bir öğrencisinin babasını tanımak amacıyla haber gönderip beni çağırmıştı. Karşılaştığımızda o denli sıcak davrandı ki çok eski bir arkadaşımla yıllar sonra buluşmuş gibi oldum. ‘‘Kimsin, nesin, necisin’’ anlamında uzun cümleli bir soru sordu. Ben de ne menem bir adam olduğumu, hatta dünya görüşüm ve yazılarım nedeniyle hapis yattığımı da anlattım. Konuşmam sürdükçe İstemi kahkahadan kırılıyor, arada bir ‘‘vay anasını’’ der gibi ellerini çırpıyordu. Herhalde onu kahkahalara götüren gülünç taraf, geleceği parlak bir piyanist olabilecek bir çocuğun babasının ‘‘ipten kazıktan kurtulmuş birisi’’ çıkmasıydı. İstemi, yaşamın dramatik yönlerinin aslında komediler de içerdiğini kavramış gerçek bir aydınımızdı; o günden sonra dostluğumuz hep sürdü. Müzikçi olarak Taviloğlu, iki temel yönüyle incelenmeye değer. Birincisi, ‘‘besteci’’ yönüdür. Halk müziği gereçlerinden yararlanırken 20’nci yüzyıl müzik stillerini göz ardı etmeyen bestecimiz, parlak bir orkestrasyon kavrayışıyla eserin içeriğini öne çıkaran yalınç formlara yönelmiş, yürekten geldiği daima belli olan bir müzik dili kullanmıştır. Türkiye onun başarılarını gereğince değerlendirememiş olmasına karşın, Taviloğlu’nun eserleri Macaristan (1989), Polonya (1992), Belçika (1995), Arjantin (1996), Fransa (1996), Tacikistan (1997), İspanya (1998), Japonya (2000) ve ABD’de İstanbul’da bir Parisli... m avroyeni Paşa’yı ya da Zambaco Paşa’yı olduklarından büyük göstermek değil amacım. Gelin görün ki, ne olduklarını, ne kadar olduklarını anlamamız için, her şeyden önce izlerine ulaşmamız gerekmez mi? “Alemdağ Münzevi”sinin, Vigier’nin “İstanbul’da Bir Parisli”sine yazdığı reddiyeyi yeni okuyabildim. Bağlamına oturtulması kolay olmayabilir o kitabın. II. Abdülhamid’in özel hekimi, sultanına ağır bir dille saldıran Fransız yazarını tepelerken, övgü ölçüsünü öylesine kaçırıyor ki, metnin tek yazılma nedeninin yalakalık sayılacağını fark edemiyor (mu?). Oysa, Vigier’nin perspektifindeki sakatlıklar, önyargılar zaten sarsılmasını hak ediyor; keşke, diyorsunuz, bunu farklı bir konuma yerleşerek yapabilseydi Mavroyeni Paşa. Öte yandan, Vigier’den yetkin bir Fransızca hakimiyeti, bir üslubu olduğu yadsınamaz Paşa’nın; hele Paris’i dünyanın tek merkezi sanan Fransız aydınlarını bir benzetişi var, olağanüstü bir gözlemciliği olduğunu söyleyebilirim. GEREKSİZ VE ÖNEMSİZ.... Merakım şu: Vigier’nin “İstanbul’da Bir Parisli”sini de, Mavroyeni Paşa’nın reddiye metnini de gereksiz, önemsiz bulduğumuz için mi çevirtip yayımlamıyoruz, önceliğin orada olmadığı görüşü mü böyle bir girişimin başlatılmasına engel oluyor? “Bunlar minör işler” diyenlere katılabilirim bir yanımla. Öteki yanımla, öteki yarım hemen diklen diği için, “minör”ün önemine inanıyorum. Kaldı ki, “majör” kapsamında neler yapılıyor ki Türkiye’de, “minör”e yer ve vakit katmasın? Reddiye ile ilgili son bir açılım: Mavroyeni Paşa, “çok yakın dostu” (Tarabya’daki mezartaşında da yer alan bir ibaredir bu) II. Abdülhamid’e düzenlenen suikastları aktarırken ne denli usta bir anlatıcı olduğunu kanıtlıyor: Padişaha, V. Murad’ın ölümünden dolayı büyük öfke duyan ve onu ortadan kaldırmaya karar veren Sokrates’in öyküsü başka kaynaklardan da izlenebilir belki; ama, burada, Alemdağ Münzevisi’nin birkaç sayfaya ince bir roman sığdırdığı unutulmamalı. Yalnızca o sayfalar adına bile çevrilmeli, yayımlanmalı Reddiye. The Türkler/ Yalçın Peşken/ Say Yayınları/ 238 s. ‘Yaratılış söylencesine göre Tanrı, 7. günün sonunda insanları yaratırken Türkleri unutmuştu ancak dalgınlığını anlayınca, mesai bitiminden sonra fazla çalışma yaparak onları da yaratmaya girişti. Sonradan Türk adı verilecek bu gruba yaptığı haksızlığı gidermek için fazladan bazı özellikler de eklemek istemiş; işleri düzeltmekten çok bozmaya yarayan değişik bir zekâ türü, kara kaş kara göz ve bıyıklarına Tanrısal bir gürlük ihsan etmiştir.’ Bu kitap, Türkler üzerine yazılmış bir mizah yapıtı. Askeri Yazılar/ Jacques De Guibert/ Çeviren: Ahmet Şensılay/ Anahtar Kitaplar/ 484 s. Kont Guibert (17431790) Yedi Yıl Savaşları’nın pek çok askeri seferine katıldı. 1785’te askeri akademide hocalık yaptı ve bundan üç yıl sonra da mareşal oldu. Şöhretini savaşlardaki başarılarından çok, bir kuramcı olarak yaptı. Kendisinden önceki dönem ve yaşadığı yüzyılın savaşlarını çok iyi irdelemiş ve bunlardan pratik sonuçlar çıkarmıştır. Öngörüleri ve önerileri başta II. Frederic ve Napoleon Bonaparte olmak üzere birçok komutanı derinden etkilemiş, yaptığı analizlerin sentezini de XIX. Yüzyılda Clausewitz oluşturmuştur. Sonrasında bu sentez daha ön plana çıkınca, Guibert’in popülaritesi azalmış ancak etkileri yurttaşas ker/modern ordu/profesyonel ordu kavramlarının fikir babası olarak günümüze kadar gelmiştir. Bu kitapta, savaş sanatının bu kuramcısının iki yapıtı General Menard’ın önsözü ve notlarıyla birlikte sunuluyor: ‘Taktik Üzerine Genel Bir Deneme’ ve ‘Kamu Erkinin El Kitabı’. Dilde Ağıdım Gözde Hüznüm Olursun/ Derya Aslan/ Kora Yayın/ 96 s. “Binlerce yıllık Halk Şiiri geleneğini esin kaynağı edinerek günümüz insan ilişkilerinin ; çelişkilerini,özlemlerini, yalnızlıklarını, dünyadaki sömürüyü,ezil mişliği,dışlanmışlığı derin bir insancılık yüklü duruşuyla sunuyor Derya Aslan. Şüphesiz ki şiir tekniği üzerine söz söyleme yetkinliği olanların değerlendirebileceği bir husustur. Şiirini eleştirmek ancak “Şiir saf ve hilesiz ruhun seslenişidir’’anlayışından hareketle samimiyet ve içtenlikle bezenmiş bir yalın yüreğin kaybolmuş bir kentin kıyısından çığlık çığlığa bir sesleniştdir Derya Aslan’ın şiiri” diyor Recep Ergül. Ölüm Tüneli/ Susan Sontag/ Çeviren: Begün Kovulmaz/ Agora Kitaplığı/ 358 s. Diddy cinayet işledi mi? Hester sevimli bir yalancı mı? Rüyalar, gerçeklerden daha mı gerçektir? ‘Ölüm Tüneli’, kahramanı Diddy’nin rüya ile gerçeği hiçbir zaman birbirinden ayıramadığı, hayat, ölüm ve bu ikisi arasındaki ilişkiyi kurcalayan bir kâbus meditasyonu. (2002) seslendirilerek başarı kazanmıştır. 1979 yılında yazdığı ‘‘Klarnet Konçertosu’’, bu solo çalgı için Türkiye’de bestelenmiş ilk konçertodur. Eğitimci yönüyle İstemihan Taviloğlu, yakın dönem müzik tarihimizde iz bırakan bir öğretmendi. 1972 yılından başlayarak Ankara Devlet Konservatuvarı’nda 26 yıl teori ve armoni dersleri veren bestecimiz, yeni kuşaklardan yüzlerce gencimize armoni öğretmiş, konservatuvarda ayrıca ‘müdür yardımcılığı’ gibi bürokratik işler üstlenmiştir. Âşık Veysel anıldı Kültür Servisi İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Turizm Daire Başkanlığı Kültür Müdürlüğü tarafından ‘Nevruz ve Âşık Veysel’i Anma Gecesi’ Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda 21 Mart Salı akşamı, Vali Yardımcıları Fahri Erdem, Ali Sözen ve eşleri, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür Müdürü Hüseyin Öztürk, Âşık Veysel’in ailesi ve vatandaşların yoğun katılımları ile gerçekleştirildi. Âşık Veysel’in torunu Çiğden Özer’in konuşmasının ardından, Âşık Veysel’in hayatını anlatan bir saydam gösterimi yapıldı. Âşık Veysel İlköğretim Okulu Korosu öğrencileri bir yılık bir çalışma ile hazırlandıkları Âşık Veysel’in türkülerini söylediler. Mehmet Erenler ve Tuğrul Şan’IN, Âşık Veysel türkülerini seslendirdiği gecede 80 kişilik Âşık Veysel İlköğretim Okulu Folklor grubu büyük beğeni toplayan bir gösteri yaptı. Program Songül Karlı’nın konserinin ardından son buldu.