04 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

14 THEATHER AN DER RUHR’DAN KADININ KUŞATILMIŞLIĞINI GÜNDEME GETİREN OYUN: C kültür/sanat KULE CANBAZI SUNAY AKIN 31 MART 2006 CUMA Rosita nişanlısını beklerken... S ahneledikleri her oyunla alışılmadık, şaşırtıcı bir dünya yaratan, Theater an der Ruhr topluluğunun Lorca’nın 1920’de yazdığı, Donna Rosita Bekâr Kalacak ya da Güllerin Dili oyunuyla Lorca’nın yaşamını bütünleştirdiği kolaj (yönetmen Roberto Ciulli), geleneksel tiyatro anlayışıyla gözleri bağlanmamış olan izleyiciyi gene can evinden vuruyor. Sahnede canlandırılan erkek egemen İspanyol kültüründe kadın ile erkek arasındaki ilişki ölümcül bir boğa güreşini andırıyor. Boğa erkek, torero ise kadın. Oyunda sahneye torero kılığında gelen, Donna Rosita yaşam dolu. Ama boğa güreşi olmayacak, kadın erkeği egemenliği altına alıp öldüremeyecektir. Ölüm, kendini erkeği olmadan var edemeyen kadının yazgısıdır. Yabanıl boğa kaçmıştır çünkü. Yıllar boyu boşuna bekler Rosita nişanlısını. Amcası, teyzesi ve hizmetçisiyle birlikte yaşadıkları asalak yaşam bekleme olgusu üzerine kurulmuş sanki. Yıllar geçip giderken, Donna Rosita’nın yaşamı da tıpkı amcasının yetiştirdiği bir günlük güller gibi kendi kendine solup gider. İncecik genç kız, elindeki bahçe bıçağıyla kendi bedenini parçalayan bir canavara, bir deliye, sonunda da hiç anlaşılmayan bir dille konuşan ve kapı gıcırtısı gibi sesler çıkaran grotesk bir tiyatro figürüne dönüşür. Perde açıldığında Margritt’in ve Max Ernst’in resimlerine gönderme yapan keman çalan boğa ya da arka planda piyano çalan balık imgeleri gerçeküstü bir dünyanın habercileridir. Sahnede gösterilenler, oyunun başında tekerlekli sandalyeyle ölüm halinde getirilen ve Don Kişot’a gönderme yapan Lorca’nın yaşamının son anlarından karabasan görüntüleridir yalnızca. KENDİ OYUNUDA LORCA Genç Lorca’yı oyun boyu sahnede izliyoruz. Kâh izleyen, kâh da oynayan konumunda. Kimi kez sahnenin kenarındaki kırık piyanonun başında, kimi kez elinde kâğıt kalemle sahnede gördüğümüz şaşırtıcı imgeleri ve tuhaf yaratıkları izlemekte; sonra bakıyoruz, birden oyunun içine girerek bitmeyen karabasanın bir parçasına dönüşüvermiş bile. Askerler onu yakaladıkları gibi götürüveriyorlar. Franko döneminin estirdiği dehşet ve terör... İşkence... Karanlık... Çığlıklar... Sahne aydınlandığında tepeden tırnağa bembeyaz sargılar içindeki Lorca kuşatılmışlığı gözler önüne seriyor... Bu arada Donna Rosita nişanlısını beklemektedir. Elindeki makasla Lorca’nın sargılarını keserek gözlerini ve soluk alabilmesi için burnunu ve ağzını açar. Lorca’nın görebildikleri artık yalnızca Donna Rosita’nın boğucu dünyası mı? Yarattığı Rosita figürü de tıpkı yazar gibi bir tutsak. Korku ve şiddet dolu bir ortamda, asalak bir yaşam. Geleneklerin döngüsüne kapılmış insanlar... Oyunun ikinci yarısında ise; oyunun yazarı tıpkı İsa gibi 29 Mart’ı Anımsamak! Kütüphanenin gece bekçisi müdür yardımcısıyla bilek güreşi yapmakta, soba üzerindeki kazanda personelin çamaşırları kaynamakta, müdürün odasındaki sobanın üstünde palamut balığının pişirildiği, evi istimlak edilen bir personelin odalarından birine ailesiyle yerleştiği ve en korkuncu da, sahte doktorluk yapan bir memurun hasta muayene ettiği bir kütüphane!.. İşte sizlere çok değil, altmış yıl öncesinin Türkiye’sinden bir kütüphane manzarası!.. Hem de İstanbul’un göbeğinde, kapısı Beyazıt Meydanı’na açılan bir kütüphanenin görüntüsü! HEYECANINI UNUTAN TOPLUM... Unutmadan; kedileri sevmemek, onları doyurmamak hiç olur mu?.. Ama şüphesiz ki bunun yeri bir kütüphanenin okuma salonu olmamalıdır. Muzaffer Gökman, Beyazıt Devlet Kütüphanesi’ni bir pislik yuvası olmaktan kurtarıp aydınlanma yuvasına dönüştürmüştür. Hem de bu başarıyı son derece zor koşullarda, kütüphaneciliğin bir meslek olarak görülmediği yıllarda sağlamıştır. Gökman, 1943 yılında, devlet dairelerinde tozlanmaya mahkum edilen eski dosyaları toplamış ve onları keserek ülkemizdeki ilk fiş kutusunu yapmıştır. Yüzyıllar öncesinde bir kayaya yazılan sözden vazgeçtim, bu bilginin değerini, heyecanını unutan bir toplumda kitap sevgisinden söz edilemez. 29 Mart 1950 tarihi, kitap dünyasında çok önemlidir. O gün, Muzaffer Gökman ve çalışma arkadaşlarının bir eseri olarak 40 bin kitaplık bir koleksiyon Beyazıt Devlet Kütüphanesi’nde kitapseverlere sunulmuştur. Ne var ki, bu güzel çalışmayı insanlara sunmanın sevinci bir haberle yasa dönüşür. O gün, ‘‘İstanbul Teknik Üniversitesi’’ hocalarından Prof. Dr. Feyyaz Gürsan sınıfta kalan bir öğrencisinin saldırısı sonucu hayatını kaybeder! Ülkemizde bir çocuk kütüphanesi de yine ilk kez, Muzaffer Gökman’ın emeğiyle 24 Nisan 1952 tarihinde, Beyazıt Kütüphanesi’nin çatısı altında açılmıştır. ‘KÜTÜPHANEYİ BOŞ VER’ 1960’lı yıllara gelindiğinde kütüphane kitaplara dar gelir, doğal olarak... Binanın hemen yanında olan eski ‘‘Dişçi Okulu’’nu kütüphaneye katmak isteyen Muzaffer Gökman, 18 Mart 1965 tarihli bir yazı alır, İstanbul Belediyesi’nden: ‘‘Bahis konusu sahanın turist ve cenaze arabaları için otopark yeri olarak tefriki mecburiyeti düşünülmüş ve hazırlanan plan gerekli tasdik mercilerinden geçerek yürürlüğe girmiştir.’’ Gökman’a verilen yanıt açıktır: Kütüphaneyi boş ver, biz o yeri cenaze arabaları için otopark yapacağız! 40 yıl öncesinde, cenaze arabalarına park yeri açmanın kütüphane kurmaktan daha önemli olduğu bir ülkede kitapların, şiirlerin yasaklanması şaşırtmıyor beni. Böyle bir ülkede elbette Muzaffer Gökman gibi gerçek kahramanların, kütüphanecilerin değil, katillerin, çetelerin, eli silahlı korkaklar sürüsünün öyküleri televizyon dizisi yapılacaktır! Muzaffer Gökman, kendinden önce kütüphanede iki yıl müdürlük yapan Selim Nüzhet Gerçek’in rafta devrilmiş iki kitabı görmedi diye kendisine nasıl bağırdığını anlattı durdu yıllarca: ‘‘Sen kütüphaneci olamazsın!..’’ Tüm kütüphanecilere selam olsun, sevgi olsun, saygı olsun... Onları anımsamak için ‘‘Kütüphanecilik Haftası’’nı beklemek gerekmiyor. Evet, uygarlık sürmekte olan bir mimari yapıdır, tuğlaları kitap olan. çarmıha gerilerek öldürülür. Bu arada geçen zaman içinde Rosita kendini öldürmüş, amca çoktan öte dünyaya göçmüş, varlıkları yoklukları elden gitmiş, sadece teyze ile hizmetçisi geriye kalmışlardır. Beckett’in, Mutlu Günler’indeki Winnie’yi anımsatan Rosita bir çukurun içinde makyajını tazelemekte. Yanı başında duran saat ve tabanca, geçen zamana ve intiharına gönderme yapar. Yemek yeme sahnesinde teyze, hizmetçi ve hayalet Rosita son kez bir araya gelirler. Evde kalan son eşyaları götürmek üzere gelen askerlerin de katıldığı tüyler ürpertici bir sahne bu. Rosita fıçı gibi bedeni, üst üste giydiği renk renk giysileri, süslü püslü görünümü ve çıkardığı gıcırtılı gucurtulu anlamsız seslerle grotesk bir palyaçoyu andırıyor. Genç Lorca gene sahnede olup bitenleri sessizce izlemektedir. Son sahnede herkes sahneyi terkederken, sahnenin arkasında Lorca’yı, askerlerin eşliğinde kendi mezarını kazarken görürüz. GERÇEKLERLE HESAPLAŞAN TİYATRO Theater an der Ruhr’un oyunlarını yıllardır büyük bir heyecanla izliyorum. İzlediğim her gösteri benim için yeni bir yaşantı. Alman tiyatrosunu iyi tanıyan biri olarak şunu söyleyebilirim ki, Theater an der Ruhr’un oyunları medya kültürüyle yozlaşmış olan ve son yıllarda giderek kuraklaşan bir tiyatro ortamında tiyatroya sonuna değin inanan, tiyatronun tüm olanaklarından yararlanmaya çalışan üst düzeyde bir tiyatro anlayışını sergiliyor. Tıpkı Bunuel’in ya da Fellini’nin filmleri gibi, Roberto Ciulli’nin tiyatrosu da yaşadığımız gerçeklerle yoğun bir hesaplaşmayı dile getiren, ama gene de bu dünyaya hiç benzemeyen, olası dünyalar yaratıyor; gücünü görsel sanatlardan alan çarpıcı imgelerle bezenmiş düş ya da karabasan dünyaları... nadolu’dan Akdeniz’e uzanan bir yol üstündeki kaya yazıtında şu yazılıdır: ‘‘Ey yolcu, yol hazırlığını yap ve koyul yola; şunu bilerek: Yalnızca benliğinde özgür olan kişidir özgür insan. Kendi doğasındadır özgürlüğünün ölçüsü. Ve kararında içtense, yüreğindeyse dürüstlüğü, işte bunlar asil yapar kişiyi. Ve bunlarla yücelir insan, hatalarla değil.’’ Isparta’nın Sütçüler Kaymakamı’nı Orhan Pamuk’un kitaplarını toplatması, okunmalarını yasaklamasıyla tanıdık. Bu uygulama, hukuk defterine büyük bir hata, aydınlanma defterine ise büyük bir ayıp olarak kaydedilmiştir. Böylesine çirkin davranışlarla insanın yücelmesinin olanaksız olduğu herkes tarafından bilinmelidir. Kitapları yasaklayanlara ‘‘taş kafa’’ denilemeyeceğini de yukarda sözünü ettiğimiz ‘‘Yazılı Kanyon’’daki taş hepimize öğretmektedir. Kitapları yasaklayanları ‘‘çağdışı’’ olarak adlandırmanın yanlış olduğunu da yine, yüzyıllar öncesinde taşa yazılan bu yazı fısıldar kulağımıza; der ki, ‘‘Her insanın içinde bir ham taş vardır. İnsan, ham taşını yonttuğu oranda yücelir.’’ A UYGARLIĞIN TEMEL TAŞI... Kitaplara ve düşünceye özgürlüğü savunmak, insanlığın yücelmesini istemektir. Uygarlık, özgürlüklerden kurulan ve inşası devam eden bir mimari yapıdır ve de temel taşlarından biri ülkemizde, Yazılı Kanyon’dadır. Kaya yazıtını görmek için Isparta’ya gitmelisiniz; Isparta’nın, kitaba getirilen yasakla anılan ilçesi Sütlüce’ye!.. Ne garip değil mi, bu şirin ilçemiz üstünde özgürlüğün en güzel tarifini taşıyan kaya yazısıyla değil de, kitap yasaklayan Yazan: ZEHRA İPŞİROĞLU Muzaffer Gökman ‘Karikatürün de sınırı var’ BERLİN (Cumhuriyet) Karikatürün büyük ustası, gazetemiz çizeri Turhan Selçuk, karikatür sanatında da uyulması gereken sınırlar olduğunu söyledi. Berlin’de 23 Mart açılan sergi 7 Mayıs’a kadar açık olacak. Berlin Türk Evi’nde düzenlenen basın toplantısında konuşan Selçuk, Müslümanları rahatsız eden karikatürlere değindi. ‘‘Karikatürde de uyulması gereken sınırlar var. Demokraside de sınırlar olur’’ diyen Selçuk, Danimarka’da bir gazete tarafından yayımlanan karikatürlerde açık hakaret olduğunu belirtti.Selçuk, ‘‘Danimarka’da yayımlanan bu karikatürleri zamansız girişim olarak görüyorum. Ancak gönül isterdi ki, bu karikatürlere fikirle karşılık verilsin. Verilen tepkiler sırasında maalesef sonu ölümlerle biten olaylar oldu’’ dedi. Kendisinin 1971 yılında yaptığı Hz. İsa karikatürünün, Avrupa’nın bazı ülkelerinde, Danimarka’da yayımlanan karikatürlere ‘‘İstanbullu bir karikatüristin yanıtı’’ olarak gösterildiğini belirten Selçuk, ‘‘Böyle bir şey yok. Ben bu karikatürü 1971’de yapmıştım. Ve bu karikatür asla bir hakaret içermiyor’’ diye konuştu. ‘EN ZORU ERDOĞAN’ Selçuk, 64 yıllık sanat yaşamında birçok başbakan ve cumhurbaşkanı gördüğünü belirterek, ‘‘En rahat ve sorunsuz bulduğum devlet adamı eski Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’tü. En zor bulduğum ise şimdiki başbakan’’ dedi. Basın toplantısında daha sonra söz alan Berlin Başkonsolosu Ahmet Nazif Alpman, himayesinde kurulan ‘‘Türkische Kunst Verbindet’’ (Türk Sanatı İletişim Sağlıyor) adlı derneğin girişimiyle, Turhan Selçuk’un Berlin’de sergi açtığını söyledi. Selçuk gibi uluslararası üne sahip bir sanatçıyı Berlin’e getirmenin kendileri için gurur verici olduğunu söyleyen Alpman, sanatçının sergisinin 7 Mayıs’a kadar Friedrich Str. 134 adresinde bulunan Art Center Berlin’de ziyarete açık olacağını söyledi. Gazeteci Mehmet Canbolat da Turhan Selçuk’un 64 yıllık sanat yaşamının Türkiye’nin güncesi olarak görülebileceğini ifade etti. Turhan Selçuk, ‘Demokraside de sınırlar olur’ diyerek Danimarkalı çizerleri eleştirdi. G eçip giden romancılardan biri de Mahmut Yesari. Besbelli, bundan böyle, edebiyat tarihlerinde birkaç satırla anılacak. 1930’lardaki büyük şöhreti epeydir dinmiş... Edebiyat tarihimiz onu daha çok Çulluk adlı romanıyla anıyor. Çulluk 1927’de yayımlanmış. Sabri Koz’un emeğiyle 1990’larda yeni yazıya aktarılmıştı. Necatigil, Mahmut Yesari’den söz açarken, ‘‘Otuz yılı aşkın sürekli çalışması sonunda, Yakacık Sanatoryumu’nda veremden öldü’’ diyor. Cahit Uçuk’un anılarında, hasta Mahmut Yesari’yi dile getiren hüzünlü sayfalar yer alır. En sevdiğim Mahmut Yesari kitabı Yakacık Mektupları’dır. 1938’de ilk basımı yapılan öyküler, gözlemler, izlenimler derlemesi. O zamanın sayfiye yöresi Yakacık’ın, bu arada, Yakacık Sanatoryumu’nun topografyasını Yakacık Mektupları’nda bulabilirsiniz. İstanbul’un tarihini biraz daha iyi saptamak istiyorsanız: Yakacık, henüz dingin, pastoral görünümünü yitirmemiştir. Bir kırlık, orman yöresi... ??? Orada, vereme yakalanmış küçük bir erkek çocuğunun yalnızlık, bekleyiş öyküsü ‘‘Akşam Garipliği’’ni unu YAZI ODASI SELİM İLERİ Geçip Giden Mahmut Yesari... resinde dolaşıyordu. ??? Muhasebe odasında, yazı makinesinin yanında bir zarfla bir kâğıt gözüme ilişti: ‘Anneciğim... Anneciğim... Anneciğim’...’’ Geçip giden yazarlarımız, bizi iyiliğe çağıran ne çok şey söylüyorlar! Çulluk’a gelince; Cevdet Kudret’te okumuştum, ‘fabrika çevreleri’ni dile getiriyormuş. Cibali’de, Eyüpsultan’a giderken gördüğümüz ‘‘Reji’’ fabrikasını. Tütün fabrikasının ‘lokanta sahnesi’ yurdun birçok yoksulluğunda bugün varlığını ne yazık ki hâlâ koruyor: ‘‘Burası kirli çıplak duvarlı, büyük bir oda idi. Döşeme tahtaları yağ lekeleriyle yer yer parlıyordu. İki yanlara, üzerleri çinko kaplı, uzun müstatil masalar, bu masaların kenarlarına da alçak, tahta sıralar konmuştu. Pencere tarafındaki köşede, üs tamam. ‘‘Akşam Garipliği’’ni okuyanlar, ‘verem edebiyatımız’la bir daha alay edemezler. ‘‘Akşam, ortalık kararırken, çocuk, muhasebe odasına girmişti. Muhasebeciden bir zarfla kâğıt istedi, sonra yazı makinesinin önünde durdu: ‘Yazabilir miyim?’ Muhasebeci güldü: ‘Eğer yazmak biliyorsan yaz.’ Çocuk, ayakta, kâğıdı makineye koydu ve yazmaya başladı. Ben köşkün önündeki seti dolaşırken, yazı makinesinin bir saat kadar tıkırdadığını duydum. Tıkırtılar kesildi; çok geçmedi, muhasebeci yanıma geldi: ‘Çocuk yine ağlıyor.’ ‘Elden ne gelir?’ ‘Hiç.’ Sabah, güneş ışıldarken çocuğu bahçede gördüm. Yüzünde ve gözlerinde akşamın karartısı, karanlığı yoktu. Artık kafesin karşısında durmuyor. Konca döken fidanların çev Öneriler: Kitap/Boğaziçi Sayfiyeleri, G. V. İnciciyan, Orhan Duru’nun hazırlayışıyla, Eren Yayınları, 2000. Pio Leyva tünde yuvarlak bir yoğurt tenekesi, fasulye piyazı, ciğer tavası konulmuş büyük kayık tabaklar, hazırlop yumurta, ekmek, peynir, limon, şıra şişesi duran, çaprazlama, yüksek bir tezgâh vardı.’’ Yalnızca bu iki sahne bile, dünün yazarlarından gönül borcuyla söz açmamıza yeter. Mahmut Yesari olmasaydı, tütün fabrikasının yemek düzenini nereden öğrenecektik?.. Cahit Uçuk, eşi Mahmut Yesari’nin verem hastasıyken yaşamla boğuşmasını, yazarak geçimini sağlama çabasını yürek burkucu bir üslupla anlatır. 1940’ların İstanbul’unda, Beyoğlu boheminin de az çok karıştığı, ölüme koşullanmış bir hayattır bu. Bir de Pervin Abla’yı anmak isterim. Bu roman, İstanbul’un köşkler ve bahçelerle donandığı günlerde geçer. Reşat Nuri çağrışımlıdır. Sonranın süslü püslü köşk edebiyatından çok başkadır Pervin Abla. Sözgelimi, Muazzez Tahsin Berkand’ın alafranga köşklerinden sahnelere rastlayamazsınız. Ama işte o da sönüp gitmiş. kaymakamıyla tanınıyor!.. Zaten bunun tam tersi olsaydı, Anadolu tarihinden, aydınlanmasından haberdar bireylerden oluşan bir toplum kıvamına gelseydik, o zaman kitapları, şiirleri yasaklayan yöneticilerimiz olmazdı. Hadi, kaya yazıtını bir kenara bırakalım, siz hiç Muzaffer Gökman’ın anıldığı, onun ışığını yansıtan bir yazı ya da haber okudunuz mu?.. Muzaffer Gökman, kitaplara adanmış koca bir hayatın adıdır. Beyazıt Devlet Kütüphanesi’nin ‘‘Kedili Kütüphane’’ olarak anılmasına son veren, kütüphanede çalışan memurların kitap götürüp getirmek yerine, okurlara kitap öneren bir birikime sahip olmalarını sağlayan Muzaffer Gökman’dır. Evet, İstanbul’un en gözde meydanlarından birinde yer alan Beyazıt Kütüphanesi, yaklaşık altmış yıl öncesinde bir kedi hastanesinden farksızdı! İsmail Saip Sencer’in müdür olduğu dönemde kütüphanenin durumunu, hocası Muzaffer Gökman’ın anısına bir kitap hazırlama duyarlığını gösteren Remzi Kırık’tan okuyoruz: ‘‘Kütüphanede kedi sayısının 150’ye yaklaştığı olurdu. Çoğu hastalıklı olan bu kedilere merhum Saip Efendi büyük bir şefkat gösterir, görevlilerden müdürün gözüne girmek isteyenler de göstermecilik de olsa bu ilgiye katılırlardı... Saip Efendi elini devamlı kevgire daldırıp avuç avuç ciğeri okuma salonuna, okuma masalarına, okuyucu sandalyelerine fırlatıyordu. Yüzlerce kedi bir savaş halinde bu dağılan ciğerlere saldırıyorlardı.’’ Sorun sadece kediler olsa iyi!.. ‘Buena Vista’nın vokalisti de öldü HAVANA (AA) Küba müziğini dünyaya sevdiren ‘‘Buena Vista Social Club’’ grubunun uluslararası üne sahip vokalisti Pio Leyva, 88 yaşında kalp krizinden öldü. Cakaguey bölgesinde 5 Mayıs 1917’de doğan Pio Leyva, müzik dünyasına genç yaşta atıldı ve bongo yarışmasını kazandığında 6 yaşındaydı. Beny More ve Bebo Valdes gibi Küba efsaneleriyle şarkı söyleyen Leyva, 25’ten fazla albüm yaptı.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle