28 Aralık 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

10 C A NKARA (Cumhuriyet Bürosu) Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök, terörün yüzyılımızın en büyük toplumsal hastalığı olduğunu, uluslararası alanda ortak anlayışın olmaması durumunda ortak çözüme de ulaşılamayacağını vurguladı. Hiçbir ulusun terörle mücadeleyi kendi başına kazanamayacağını belirten Özkök, ‘‘Tarih, terörün beslenebilecek en nankör evlat olduğunun örnekleriyle doludur. Nankörlüğü eninde sonunda kendisini besleyeni vurup yok etmesinden gelir. Bu hep böyle olmuştur, başka türlü olmasını bekleyenler hayati bir yanılgı içindedir’’ diye konuştu. Genelkurmay’ın ev sahipliğinde Terörle Mücadele Mükemmeliyet Merkezi tarafından düzenlenen ‘‘Küresel Terorizm ve dünya’dan EKONOMİYE BAKIŞ ERGİN YILDIZOĞLU 31 MART 2006 CUMA ‘Zeitgeist’ Değişirken tapta, kuzey eyaletlerinde yaşanan sanayi krizinden kaçarak güneye göç edenlerin, liberal eğilimlerini terk ederek muhafazakârlaşmakta, dindarlaşmakta olduğunu, Katoliklerin siyahların sivil haklar hareketinden korktuğunu saptamış. Böylece, dini etkenleri de kullanarak Muhafazakâr Parti’yi uzun yıllar iktidarda tutacak yeni bir ittifakın oluşturulabileceğini savunmuş. Ardından da Phillips, 1968’de siyasi analist olarak Nixon’un seçim kampanyasına katılmış. Belli ki o zamandan bu zamana köprülerin altından çok su akmış. Phillips şimdi, çalışmasında, o ittifakın, özellikle de evanjelik Hıristiyanların, devletin İncil’de yazılanlara göre yönetilmesi gerektiğine, İsa’nın gelmek üzere olduğuna, Armageddon’a inanan Güney Vaftiz Kilisesi’nin, nasıl büyük bir güç elde ettiğini, ABD seçmeninin yaklaşık üçte birini etkisi altına alarak muhafazakâr partinin siyasi gündemini belirlemeye başladığını gösteriyor. Phillips, Bush hükümetinin hem bu dalgadan faydalandığını hem de uygulamalarıyla, söylemiyle, verdiği mali destekle bu dinci dalgayı daha da güçlendirdiğini, böylece ABD’de teokratik bir yönetimin oluştuğunu ileri sürüyor. Prof. Alan Brinkely’in, New York Times’da vurguladığı gibi, Phillips’in çalışmasındaki veriler bilinmeyen şeyler değil. Ancak Phillips, bu bilgileri büyük bir titizlikle, çarpıcı bir biçimde bir araya koyarak çok korkutucu bir görüntü sergiliyor. Phillips kitabının önsözünde bu görüntüyü şöyle tanımlıyor: ‘‘Petrole umarsızca bağımlılık, radikalleşmiş ve çok etkili bir dindar çevre ve borca dayalı bir büyüme... 21. yüzyılda ABD’nin önündeki en büyük üç tehlikedir.’’ Phillips, Hıristiyan ve Yahudi köktendincilerinin Şii Ayetullahlardan aşağı kalmadığını, toplam borçların 3040 trilyona ulaştığını, terorizm, ‘‘demokrasiyi getirme’’ vb söylemlerin petrolü ele geçirme niyetini gizlemeyi amaçlayan bahaneler olduğunu savunuyor. İSRAİL LOBİSİ G ‘Terör, besleyeni de vurur’ HİLMİ ÖZKÖK, ORTAK ANLAYIŞ OLMADAN ÇÖZÜMÜN İMKÂNSIZ OLDUĞUNU SÖYLEDİ dırmaktadır. Terorizm, hesaplı ve siyasal amaçlı bir şiddet biçimidir. Terörist için cinayet amaç değil, araçtır. Terörist için eylem, eylemin yapıldığı yerden bölgeye, bölgeden dünyaya yayılan çirkin bir mesajdır. Bize düşen bu çirkin mesajı besleyen nedenleri doğru analiz edip, gerekli cevabı vermek ve verilmek istenen mesajların dağıtımının durdurulmasını sağlamaktır. Terorizmin çirkin mesajına tüm ulusların ortak bir cevabı gerekirken, aynı kişinin eyleminden dolayı bir devlette özgürlük savaşçısı, diğer bir devlette ise en affedilmez suçları işleyen bir hain olarak nitelendiriliyor olması, sanırım terorizmin ortadan kaldırılmasının önündeki en büyük engeldir.’’ ORTAK HEDEF... Terör tehdidinin büyüklüğü konusunda devletler arasında bir anlayış bulunduğunu, anlaşmazlığın ‘‘Hangi şiddet ve tehdit kullanımının terör kapsamında algılanması gerektiği’’ yönünde olduğunu kaydeden Özkök, sözlerini şöyle sürdürdü: ‘‘Teröriste bakış açısındaki insanlığı hedef alan cani ve özgürlük savaşçısı ayrımı, terörü besleyen bir anlayıştır. Ortak bir terör anlayışı ortaya konulmadıkça ortak bir çözüm de bulunamaz. Ortak çözüm için işbirliği gerekir.’’ Özkök, terörle mücadelenin olmazsa olmaz koşulunun küresel düzeyde eksiksiz bir işbirliği mekanizması kurmaktan geçtiğini vurgulayarak, bu işbirliğinin temelinin ise her türlü terör örgütünün hiçbir ayrıma tabi tutulmaksızın, ortak hedef olarak değerlendirilmesi ve tanınmasıyla olanaklı olduğunu belirtti. ‘‘Senin teröristinbenim teröristim’’ yaklaşımları yerine, herkesin, değerlerine, yaşamına ve istikrarına karşı olan tek bir terörist türünün olduğunu kabul etmek zorunluluğunu dile getiren Özkök, şöyle devam etti: ‘‘Diğer ülke ya da kültürlere yönelik tehditleri göz ardı ederek, sadece kendine yönelik terorizmi yenmeye çalışan hiçbir ulus ya da kültürün kesin bir başarısı söz konusu olamaz.’’ Terörün bir istihdam alanına dönüştüğünü, teröristlerin maddi koşullarla örgütlere bağlanan işçilere dönüştüğünü anlatan Özkök, ‘‘Terörün kurumsallaşmasına giden bu dönüşüm tehlikelidir. Yoksulluk, ümitsizlik ve çaresizlik içinde kıvranan ve içinde bulunduğu trajediden müreffeh toplumları sorumlu tutan geniş kitlelerin ıstırabı devam ettiği müddetçe terorizmin kaynaklarının kurutulması zordur’’ dedi. BAŞARI KAÇINILMAZ... Özkök, terör örgütlerinin mali kaynaklarının kurutulması konusuna da dikkat çekerek ‘‘Terör örgütleri, PKK/KONGRA GEL örneğinde olduğu gibi uyuşturucu, insan kaçakçılığı, gasp, dolandırıcılık, haraç gibi yasadışı yollarla olduğu gibi paravan şirket, dernek ve vakıflar aracılığıyla yasal kılıflar altında ticaret ve bağış gibi yollarla kaynak temin edebilmektedir’’ görüşünü kaydetti. Özkök, terörle mücadelede medya ve toplumun geniş katmanlarının faaliyetlere kazandırılması ve aydınlatılması, devletin iyi niyeti konusunda toplumun ikna edilmesinin başarı için kaçınılmaz olduğunu dile getirdi. Terörün bir dış politika aracı olarak kullanılması halinde, bunun bumerang etkisini anımsamak gerektiğini vurgulayan Özkök, şu değerlendirmeyi yaptı: ‘‘Yeryüzünde belli kültür kodlarının terorizme daha elverişli olduğunu düşünmek terörün gerçek nedenlerini anlamayı zorlaştıracağı gibi terörle ilgisi olmayan kesimlerin radikalleşmesine de hizmet edebilecektir. Medeniyetler arası uyumu zedeleme potansiyeli gösteren suçlamalardan sakınılması gerekmektedir. Atomu parçalamayı başaran insanlığın birbirlerine karşı önyargıyı da parçalaması gerekmez mi?’’ Terörist ayrımı yapılması lüksü bulunmadığına dikkat çeken Özkök, ‘‘Her kanlı terör eyleminden sonra kurbanlarının kanını kendi bedenimizden akıyor gibi hissetmiyorsak, başkaları ölüyor gibi bakıyorsak terör zaferini ilan ediyor demektir’’ diye konuştu. Terörle Mücadele Mükemmeliyet Merkezi tarafından düzenlenen ‘‘Küresel Terorizm ve Uluslararası İşbirliği’’ sempozyumu Ankara’da yapıldı. Sempozyumun açılışına Cumhurbaşkanı Sezer de katıldı. (Fotoğraf: AA) Uluslararası İşbirliği’’ sempozyumu, Ankara’da yapıldı. Sempozyumun açılışında konuşan Orgeneral Özkök, uluslararası terör konusunda Türkiye’nin görüşlerini açıkladı, önlem önerilerini gündeme getirdi. Özkök, 1960’lı yıllardan sonra terorizmin bir etkinlik kurma aracı olarak çeşitli devletler tarafından desteklendiğine dikkat çekti. CİNAYET AMAÇ DEĞİL ARAÇTIR Terörün yüzyılın en büyük toplumsal hastalığı ve buna bağlı çatışma ideolojisi olduğunu kaydeden Özkök, şu değerlendirmeyi yaptı: ‘‘Terorizm bugün etnik ve dine dayalı çatışmaları, sağ ve sol ideolojideki ayrılıkları ve ekonomik çöküntüleri kullanmakta ve eylemlerini meşrulaştırma mekanizmasını da bu gerekçelere dayan eçen haftalarda yayımlanan iki kitap ve bir akademik çalışma ABD medyasında büyük ilgi çekti. After the Neocons: America at the crossroads (Francis Fukuyama) Bush yönetiminin politikalarını belirleyen neocon etkisinin zayıfladığını, ABD’nin bir yol ayrımına geldiğini savunuyor. American Theocracy: The Perils and Politics of Radical Religion, oil and Borrowed Money (Amerikan teokrasisi: Köktendincilik, petrol ve borç paranın tehlikeleri ve siyaseti) (Kevin Phillips) Evanjelik Hıristiyanların Cumhuriyetçi Parti üzerindeki etkilerinin, Amerika’da teokratik bir düzen yaratmaya başladığını savunuyor. Chicago Üniversitesi’nden Prof John Mearshiemer ile Harvard Üniversitesi Kennedy School of Government’ın Dekanı Stephen Walt’ın ortak araştırmaları (www.lrb. co.uk), ‘‘US Relationship with Israil is not good for US security’’ (ABD’nin İsrail ile ilişkileri, ABD’nin güvenliği için yararlı değil), ABD dış politikasının en önemli bileşenini sorgulayarak adeta, Fukuyama ve Phillips’in çalışmalarını, neocon ve Evanjelik dinci akımın kesiştiği, ABD İsrail ilişkileri noktasında tamamlıyor. Kamuoyu yoklamaları Bush’un toplumsal desteğinin hızla gerilediğini gösterirken, gündeme gelen, Bush yönetiminin ‘‘ideolojik evreninin’’ ana bileşenlerini yıkmaya yönelik bu üç çalışma, 11 Eylül’den sonra ABD’de oluşan ‘‘Zeitgeist’’in (zamanın ruhu), bizzat muhafazakâr seçkinlerin eleştirileri altında dağılmaya başladığını düşündürüyor. GERÇEKLİK İLKESİ Kimse Fukuyama’yı Zeitgeist’i yakalayamamakla suçlayamaz. İlk kitabı (Tarihin sonu...) 1992’de, soğuk savaşın ardından gelen zafer havasına ‘‘cuk oturmuştu’’. Fukuyama, bu kez de Bush yönetiminde yayılmaya başlayan bozgun, ülkedeki bezginlik havasını yakalamayı başarmışa benziyor. Fukuyama neocon’larla birlikte Irak’ın işgalini, herkesten önce savunan grubun içinde yer alıyordu. O günlerde neocon’lar ABD dış politikasına yönelik eleştirileri ‘‘gerçekçi’’ olmakla suçluyorlardı. Halbuki ‘‘ABD imparatorluktu ve kendi gerçeğini kendi yaratıyordu’’. Irak direnişi, yeni güçlerin yükselmesi, bu imparatorluk özentilerinin, kendi gerçeklerini yaratacak güce sahip olmadıklarını gösterdi. Fukuyama, şimdi Irak’ın işgalini ‘‘ son derecede hatalı’’ ve ‘‘anlamsız’’ buluyor, neoconların bu ‘‘volantarizmi’’ üzerine, ‘‘Leninizmin hakikisini benimsememiştim, bu kötü kopyasını hiç sevmedim diyor’’; Sunday Times’ın aktardığına göre ‘‘kendisinin de toplumsal ekonomik çağdaşlaşma sürecine inanmak anlamında, Marksist olduğunu söylüyor’’. Fukuyama, Tarihçi Anatol Leiven’in The Newstatesmen’de anımsattığı gibi, Irak’ın işgalini, Cumhuriyetçi ve Demokrat liderlerin çoğunun savunmuş olduğunu görmezden geliyor. Belli ki Fukuyama, başarısızlık ve politika değişikliği anında, liderliklerin aklanması için gerekli ‘‘günah keçilerini’’ bulma görevini üstlenmeye karar vermiş; böylece, eski ‘‘yoldaşlarını’’ ilahlara kurban ederek ABD dış politika seçkinleri arasındaki yerini korumayı umuyor. Fukuyama’nın yapıtının çektiği ilgi, ABD egemen sınıfları oligarşisinin neocon’lardan kurtulmaya karar verdiğini düşündürüyor. AMERİKA’DA TEOKRASİNİN YÜKSELİŞİ Kevin Phillips, 1960’ların ikinci yarısında Emerging Republican Majority (Oluşmaya Başlayan Cumhuriyetçi Çoğunluk) kitabıyla dikkatleri çekmiş. Bu ki ‘TANIK OLMAK, SANIK OLMAKTAN İYİDİR’ K ara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, ‘‘Küresel Terorizm ve Uluslararası İşbirliği Sempozyumu’’na verilen arada gazetecilerle sohbet etti. Büyükanıt, Genelkurmay’ın savcıyla ilgili yaptığı suç duyurusu metninin geçen günlerde yapılan açıklamadan daha ağır olduğuna ilişkin iddialara, ‘‘Bilmiyorum, ben görmedim. Ama görenler söylüyorsa doğru söylüyorlardır’’ dedi. Büyükanıt, Van Cumhuriyet Savcılığı’nın kendisinin ‘‘tanık’’ olarak ifadesine başvurabileceğinin belirtilmesi üzerine ise (gülerek), ‘‘Bilmiyorum. Her şey olabilir. Neler olmuyor ki. Tanık olmak sanık olmaktan iyidir’’ diye konuştu. PKK’liye iltica hakkı geliyor BAHADIR SELİM DİLEK MAHMUT GÜRER ANKARA ABD Genelkurmay Başkanı Orgeneral Peter Pace’in, ‘‘PKK ile savaşım için Irak’ın güçlenmesi gerek’’ diyerek topu yeni Bağdat yönetimine atması, Washington’ın terör örgütü ile mücadele etmeme isteğini bir kez daha ortaya koyarken Ankara ile ABD arasındaki derin PKK çatlağı ortaya çıktı. Pace’e Ankara ziyaretinde Irak’ın kuzeyindeki PKK varlığı konusundaki girişimlerin ne zaman hızlanacağı soruldu. ABD’li komutan bölgedeki koşulların iç hareketlenmeler nedeniyle ağırlaştığını, buna karşın ellerinden geleni yaptıklarını anlattı. ABD’ye sunulan 150 kişilik listede yer alan 60 kişinin de ne zaman iade edileceği sorusuna ise Pace’in yanıtı, ‘‘Bu Irak hükümetini ilgilendiren bir konu’’ oldu. Ankara, PKK ile mücadele konusunda ise Pace’ten ilginç bir yanıt aldı. Pace, ‘‘Irak güvenlik güçleri hazır hale geldikten sonra PKK konusunda, ABDIrakTürkiye ortak çalışma yapabilir’’ dedi. Cumhuriyet’e değerlendirme yapan kaynaklara göre ise PKK’lilerin Irak anayasasının 3 maddesine göre siyasi iltica hakkı bulunuyor. 21. maddenin 2. fıkrasında ‘‘Siyasi iltica hakkı yasayla düzenlenir. Mülteciyi ülkesine iade etmek yasaktır’’ deniliyor. Bu maddenin 3. fıkrasında ise ‘‘Uluslararası veya terör suçu işlemiş sanıklara iltica hakkı tanınmaz’’ hükmü yer alıyor. Ancak, PKK militanlarının çoğunluğu, Türkiye’de aranmadığı için ‘‘uluslararası veya terör suçu’’ işlemiş sayılmıyor. Federal otorite yetkilerini düzenleyen 107. maddenin 5. fıkrası ise federal otoritenin görevlerini, ‘‘vatandaşlık, ikamet ve iltica konularını düzenleme’’ şeklinde sıralıyor. Bu madde, Kürt bölgesinin anayasal statü kazanması durumunda PKK’lilere ‘‘siyasi mülteci’’ olma yolunu açıyor. Aksi yönde hükümler içeren bir yasa çıkmadığı takdirde, iltica konusunda anayasanın 21. maddesi değil 107. maddesi geçerli olacak. Bu durumda, Türkiye’ce aranmayan ve ‘‘terör suçu işlememiş’’ kabul edilen militanlar, Erbil’deki Kürt otoritelerine başvurup hem siyasi mülteci hakkı hem de Irak vatandaşı olma hakkı kazanabilecekler ve Türkiye’ye iade edilmeyecekler. Mearsheimer ve Walt’ın çalışmalarına göre: ABD açısında, İsrail, artık soğuk savaş dönemindeki önemine sahip değil; yoksul, güçsüz bir ülke de değil, İsrailli Araplara uygulanan ayırımcılığa bakarak demokratik bir ülke olduğunu savunmak da zor. Yahudiler artık soykırım tehlikesiyle karşı karşıya olan bir halk da değil. İsrail’i desteklemenin finansal maliyeti (1976 2004: 140 milyar dolar) de çok yüksek. Üstelik İsrail, yardımların nasıl kullanıldığı konusunda hesap vermek zorunda olmayan tek ülke. Ayrıca, İsrail, sadık bir ABD müttefiki de değil: ABD’nin itirazlarına rağmen ‘‘yerleşimleri’’ inşa etmeye devam etti, Çin’e yasaklanmış hassas teknoloji sattı, ABD’ye karşı çok yoğun casusluk faaliyetleri sürdürdü. Buna karşılık, ABD bölgede İsrail’in askeri gücüne de güvenemiyor. 1991 Körfez Savaşı’nda uluslararası ittifaklarını koruyabilmek için İsrail’deki üsleri bile kullanamadı. Dahası, İsrailABD ilişkilerinin bugünkü biçimi, ABD’nin bölge ülkeleriyle olan ilişkilerini çok karmaşıklaştırıyor. Öyleyse ABD “İsrail’i bu biçimde desteklemeye neden devam ediyor?” ‘‘Yazarların çalışması, bunun nedenini, ABD’deki Yahudi lobisinin, özellikle de AIPAC adlı örgütün etkisine bağlıyor. Bush döneminde bu etki iyice artmış, çünkü dış politikada üst düzey yöneticileri Chaney, Rumsfeld, Wolfowitz, Perle, Libby vb.. özellikle İsrail’e yakın bir grup. Ayrıca Yahudi lobisi, İsrail’in dış politikasını eleştirenleri Yahudi düşmanı ilan ederek sindiriyor. Muhafazakâr kanadın ve ‘‘establishment’’in etkili yazar ve akademisyenleri tarafından piyasaya sürülen, büyük ilgi gören neocon perspektif, Evanjelik Hıristiyanların etkisi ve ABD İsrail ilişkileri gibi çok kritik üç konuda tartışmaları hızlandıran çalışmalar, ABD’de oluşmaya başlayan yeni bir Zeigeist’in habercisi; dış politikada başlayan değişimle de uyum halindeler. Belli ki, ilginç ve o ölçüde de belirsiz bir döneme giriyoruz.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle