Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
2 EVET/ HAYIR C olaylar ve görüşler 17 MART 2006 CUMA Sessiz Devrimin Ayak Sesleri 1 Mart 2006, Saat 16.26 Bu tarih ‘‘Kişisel ve Siyasal Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşmeye Ek İhtiyari Protokolün Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna İlişkin’’ 5468 sayılı yasanın TBMM’de kabul edildiği tarihtir. AB sürecinde gerçekleştirdiklerini ileri sürdükleri reformlarla, ‘‘Türkiye, sessiz demokratik devrimin sonuna ulaştı’’ diyenlerin, geçici de olsa amaçlarına ulaştıkları tarihtir. Devrim yasalarının kabul edildiği 3 Mart 1924’ün 82’nci yıldönümüne iki gün kala, rövanşı aldıklarını düşünen sessiz değil karşıdevrimcilerin, ileride bayram günü olarak saptayacaklarını sandıkları tarihtir. Bu tarih ve yasanın 1 ret oyuna karşılık 220 oyla kabul edildiği ve tüm muhalefet partilerinin de aymazlıkla, iktidar partisiyle aynı doğrultuda oy kullandıkları unutulmamalıdır. AVRUPA’DA BENİMSENEN SİSTEM Birleşmiş Milletler Kişisel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi, 16 Aralık 1966 tarihinde imzaya açılmış ve 23 Mart 1976 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Türkiye Cumhuriyeti tarafından bu sözleşmenin onaylanması, 4 Haziran 2003 gün ve 4868 sayılı yasa ile uygun bulunmuştur. 4868 sayılı yasa, üç beyan ve bir çekince içermektedir. Bu sözleşmenin 27’nci maddesinde azınlık tanımının ‘‘dil, din ve etnisiteye’’ dayandırılması ve İnsan Hakları Komitesi kararlarıyla da Avrupa’da benimsenen sistemin aksine, azınlık sayılabilmek için devletin azınlık olarak nitelemesi yerine, kişinin kendisini azınlık olarak görmesinin yeterli olması karşısında, çekincenin yerindeliğinde kuşku yoktur. Ölüm cezasının kaldırılmasına ilişkin ek ikinci protokolün onaylanması da 28 Ekim 2005 gün ve 5415 sayılı yasa ile uygun bulunmuştur. Yukarıda sözünü ettiğimiz, masum görünüşlü, 5468 sayılı yasa PENCERE Kabadayı ile Külhanbeyi... nsanlar gibi sözcükler arasında da akrabalık vardır... Sözgelimi ‘kabadayı’ ile ‘külhanbeyi’ hısım sayılırlar... Kabadayı sözcüğü insanın bilincinde elbet daha olumlu bir yankılanma yaratır... Ya külhanbeyi?.. Osmanlı’nın İstanbul’un fethinden sonra ilk yaptığı hamam Gedikpaşa’ymış... Hamamın külhanını mesken tutan yersiz yurtsuz takımı nasıl anılmış?.. Külhanbeyi!.. Zamanla külhanbeyleri çoğalmış, başıboş takımı bir yandan hamamın külhanını gözetirken tulumbacılık işlevini de üstlenirler, argo konuşmalarıyla tanınırlar, giyim kuşamlarıyla da fiyaka yaparlarmış... OKTAY AKBAL SABİH KANADOĞLU Yargıtay Onursal Başsavcısı ile, sözleşmede öngörülen İnsan Hakları Komitesi’nin yetkisinin kabulü ve bireysel başvuru hakkının sağlanmasını konu alan ‘‘ek ihtiyari protokolün onaylanması’’ uygun bulunmaktadır. Yasa üç maddeden oluşmaktadır. Birinci maddede sözleşmeye ek ihtiyari protokolün beyanlar ve çekincelerle birlikte onaylanması uygun bulunmakta, ikinci maddede yürürlük tarihi, üçüncü maddede ise yürütme makamı gösterilmektedir. Türkiye Cumhuriyeti ek ihtiyari protokolle iki beyan ve üç çekince koymuştur. Birinci beyan, sözleşmeye konulan üç beyan ve bir çekincenin, ihtiyari protokol için de geçerli olduğuna; ikinci beyan ise bireysel başvurunun Türkiye Cumhuriyeti’nin yargı yetkisine bağlı bireyler tarafından yapılabileceğine ilişkindir. KISITLAMA KONUYA DEĞİL KİŞİYE YÖNELİK Çekinceler ise (a) bendinde Türkçe metnin yanında yer alan İngilizce metinde de görüldüğü üzere, bir kişinin uluslararası çözüm ve soruşturma yöntemine götürdüğü konuyu, İnsan Hakları Komitesi’ne taşımasını engellemektedir. Aynı kişinin birden fazla uluslararası yol ve yere başvurması düşünelemez. Açıktır ki kısıtlama ‘‘konuya değil’’ kişiye yöneliktir. (b) bendi ile KKTC gibi ulusal sınırlar dışındaki yerlerde sorunların İnsan Hakları Komitesi’ne taşınması önlenmektedir. (c) bendinde ise sözleşmenin 26’ncı maddesinin, sadece bu maddede düzenlenen konuları kapsadığı, maddeye yapılan atıfları ise kapsamadığı çekincesi yer almaktadırk. Beyan ve çekinceler yeterli değildir. Kabul edilen yasa, bu durumuyla yürürlüğe girerse Türkiye Cumhuriyeti Devleti çok kısa bir süre içerisinde kuruluşunun ve demokrasisinin temelini oluşturan laiklik ilkesinin tehlikeye düşürüldüğünü görecektir. TÜRBAN DİNSEL BİR SİMGE Şöyle ki: Türbanın laiklik karşıtı dinsel bir simge olduğu ve özgürlük alanı dışında kaldığı, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Türk Anayasa Mahkemesi, Danıştay ve Yargıtay kararları ile kesin olarak sonuca bağlanmış ve hukuksal sorun olma niteliği ortadan kaldırılmıştır. Buna rağmen siyasal iktidar, İnsan Hakları Komitesi’ne bireysel başvuru hakkının tanınması ile ilgili olarak bu konuda herhangi bir beyanda bulunmamış ve çekince koymamıştır. Bunun nedeni, İnsan Hakları Komitesi’nin Hudayberganova/Özbekistan kararında (Başvuru No: 931/2000), bir kız öğrencinin üniversiteden atılmasının, sözleşmenin 18’inci maddesine yönelik bir ihlal olduğuna karar verdiğinin bilinmesidir. Siyasal iktidar, Essex Üniversitesi profesörlerinden Kevin Boyle’ın, Zaman gazetesinin 24 Kasım 2005 günlü nüshasında yer alan, ışık tutan, yol gösterici beyanları uyarınca türban konusunda yeni bir arayışa girmiştir. ürkiye, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) ve eki protokollerden Ek 1’inci Protokol’ün eğitim hakkını konu alan ikinci maddesine ‘‘Eğitim Birliği Yasası’’na ilişkin çekince koymuştur. AİHS’nin din ve vicdan özgürlüğü ile ilgili 9’uncu maddesinde, dinsel konularda öğretim hakkı düzenlenmiş olup AİHM bu iki maddeyi birlikte yorumlamaktadır. BM Kişisel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nin 18’inci maddesi dinsel eğitimi içerdiğine göre, AİHS’ye konulan çekincenin bu ek protokole konulmamasının amacı açıktır. Biraz Kitap Okuyun Beyler! illiyetçilik Neden Şimdi’’; ‘‘AB Süreci mi? Sevr Süreci mi?’’; ‘‘28 Şubat’’; ‘‘Dip Dalgası’’; ‘‘Çanakkale, Savaşlar Anlatıyor’’; ‘‘Abdülkadir Kemali’nin Anıları’’; ‘‘Bir Ömür Kürsü’’; ‘‘Prof. Dr. Afet İnan’’; ‘‘Osmanlı Ermenileri’’; ‘‘Satılık Vatan’’; ‘‘Evvel Zaman İçinde’’; ‘‘Bir Tanığım Kalsın’’; ‘‘Bıçak Sırtında’’... Bilmem AKP iktidarının önde gelenleri şu adı geçen kitapları okudular mı? Okumak bir yana, adlarını duydular mı, şöyle bir göz attılar mı? İkide bir, basına, medyaya saldırıyorlar! En başta da Başbakan Tayyip Erdoğan Bey!.. ??? Kitaplar birer tanık, hem de birer savcı, birer yargıç!.. Etkileri belki günümüzde kendini duyurmayabilir. Anlayan anlar, bilir yaptığı yanlışı, yüklendiği ağır sorumluluğu. Kitaplar sesleniyor, kitaplar bağırıyor, kitaplar gerçekleri sağır sultanlara bile ulaştırıyor... Bilimdir, yazıdır, gazeteciliktir, felsefedir, şiirdir, romandır, anıdır! Hepsi birden bir ülkenin sesidir, istense de, zorlansa da, kısılmayan sesidir... Kitaplar masaya sığmıyor! Depremde yarısı yıkılan eski kitaplık doldu taştı. Hepsi ‘‘Oku beni’’ diyor. Sırasını bekliyor. Yılların birikimini, iki üniversiteye pylaştırmıştım. İstanbul Yıldız Teknik’e, Muğla Üniversitesi’ne.. Bitmedi, çağlayan gibi akıyor kitaplar. Yıllardır bildiğim, tanıdığım çoğu yazar dostlar, bildikler, sevdiklerim, beğendiklerim... Çetin Yetkin, Hakan Akpınar, Berin Taşan, Yılmaz Dikbaş, Belgi Kümbül, İlhan Arsal, Vural Savaş, Erol Manisalı, Mehmet Kaşıkçı, Ali Baransel vb... Kiminin yazarı yok, daha doğrusu bir değil birçok kişi yazmış... Hepsi yakın tarihimizle, günümüzle ilgili belgeler, bilgiler, tanıklıklar... Belirli bir yaşa ulaşmış bir yazarın bunca kitapla baş etmesi, hepsini özenle okuması, değerlendirmesi, yazılarında sözünü etmesi kolay mı? Şöyle atlanıp geçilecek şeyler değil! Her biri üzerinde önemle durulacak, bir bir yorumlanacak, okurun da yorumlanması beklenecek çalışmalar... Abdülkadir Kemali Bey, sevgili Orhan Kemal’in babasıdır. Hukukçu olarak görev yapmış, yargıç, avukat, toplum sözcüsü bir öncü. İlk TBMM üyesi, bir aylık bakan. Ama dopdolu bir yaşantı. Ne var ki Meclis dönemindeki yaşantısını yazmamış adı geçen anılarında.. Belki bir gün o anılar ortaya konulacaktır... Bir başka hukuk adamının anıları, emekli Yargıtay üyesi Mehmet Kaşıkçı’nın ‘‘Bir Ömür Kürsü’’sü... Bir yaşam romanı, bir yargıcın örnek yaşantısı. Böyle nice yargıçlar, savcılar var, hepsi Cumhuriyet Türkiyesi’ne yurdun dört bir bucağında hizmet vermiş... ??? Sayın Başbakan, bunlardan bir tekini alıp okusa, diyorum. Milletvekilleri okusa, AKP’liler okusa!.. Okurlarım, diyecekler ki, ‘‘Nerde Başbakan’ın kitap okuması, baksana gündelik gazeteleri bile özetleyip sunuyorlar. Vakti yok okumaya, yurtiçi yurtdışı dolaşsın dursun, sık sık da medyaya, basına halk diliyle seslensin, ‘yahu, be, ananı al’ diye diye!..’’ ‘‘M 5468 sayılı yasadaki çekinceler eksiktir, yeterli değildir. İnsan Hakları Komitesi’ne yapılacak bireysel başvurularda, sözleşmenin 18’inci maddesinin, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, Eğitim Birliği Yasası ve AİHM kararları çerçevesinde yorumlanması yolunda bir çekince veya beyan konulması mutlak zorunluluktur. Aksi durumda, türban ve eğitim birliği konularında İnsan Hakları Komitesi’ne sayısız başvuru yapılacak ve verilecek kararlar, siyasal iktidar tarafından devlet organlarının ve kamuoyunun hukuksal direncinin kırılması yolunda kullanılacaktır. Konu, özgürlük alanına çekilmek istenecektir. Sözleşmeye taraf devletlerin gösterdiği adaylar arasından seçilen on sekiz üyeden oluşan İnsan Hakları Komitesi bir mahkeme değildir. Ülkelere ancak önerilerde bulunabilmektedir. Düzenlediği raporların, uluslararası diplomaside bir ağırlığı vardır. Özellikle, raporları kendi siyasal amaçları için kullanmak isteyen siyasal iktidarların hukuksal bir gerekçe ve zemin yaratmaları güçlü bir olasılıktır. ??? Çağdaş uygarlık yolunda hızla ilerlemesi gereken Türkiye’nin, yeniden kısır çekişmelerin içine çekilmesinin ve dinin siyasete alet edilmesinin önüne geçilmelidir. HUKUKUN OLANAKLARINI KULLANMAK Sözleşmeye ve eki protokollere, tüm AB üyesi ülkeler taraftır. Türkiye’nin de taraf olması, katılım ortaklık belgesinde zorunlu olarak öngörülmüştür. Ancak açıklanan konularda beyan veya çekince konmadan 5468 sayılı yasanın yürürlüğe girmesi ülkemiz yönünden giderilmesi olanaksız sakıncalar yaratacaktır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, siyasi iktidarın bu bilinçli savsaklamasını, hukukun var olan tüm olanaklarını kullanarak önlemek zorundadır. İ ? Peki, ya kabadayı?.. Kabadayı sözcüğü kuşkusuz külhanbeyinden daha olumlu bir yankılanma yapar, anlamı da değişiktir... Osmanlı’da kabadayı mahallede yaşar, konu komşunun, çoluk çocuğun ırzını, namusunu gözetir, ortak yaşamın ahlak düzenini koruyup bir tür bekçiliğini yaparmış... Vaktiyle hem kabadayı hem külhanbeyi yangın tulumbalarında çalıştıklarından toplum yaşamında olumlu işlevleri de varmış... Ya sonra ne olmuş?.. ? Bugün kabadayının kendi gitmiş, adı kalmış yadigâr... Peki, külhanbeyine ne olmuş?.. O da sizlere ömür... Ancak her iki sözcüğün anlamları dilimizde yaşıyor... Kabadayı daha çok mert, içi dışı bir, güvenilir, sözünün eri kişiler için kullanılıyor... Ya külhanbeyi?.. Ağzı bozuk.. Sinirli.. Fırsatını buldu mu kendinden küçük olan ya da zor durumda bulunan veya güçsüz kimseye posta koyan.. Çevreye hava atan.. Kendini bir halt sanan.. Yürüyüşü ve salınışıyla kabadayı taklidi yapıp içinden pazarlıklı kişiliğiyle takıyyeciliğini sürdüren.. Para pul işinde üçkâğıtçılarla birlik olup dürüst davranmayan.. Ve de zoru gördü mü pısan kişi bugünkü toplumun külhanbeyidir... ? İnsanlar gibi sözcükler arasında da akrabalık vardır... Ve insanlar gibi sözcükler de zamanla yüklendikleri anlamlar bakımından değişebilirler... Peki, ya kişiler?.. Biri ortaya atılıp kabadayı taklidi yapmaya kalkışırsa... Ve kısa sürede külhanbeyi olduğu anlaşılırsa.. O zaman ne denir: Foyası meydana çıktı!.. T Madam’ın Ölümü S evgi, insanın, özellikle ve öncelikle insana ve insanların oluşturdukları topluma karşı beslediği sevgidir. Bu tür sevgi, her insanın sürekli olarak gereksinme duygusu, başkalarından hem almayı beklediği, hem de başkalarına vermek istediği, alınca da verince de mutluluk duyduğu bir tinsel (manevi) değerdir. Bu duygularla yıllarca çalışan bu karşılıklı alma verme duygularıyla mutlu olan ve bu mutlulukla Türk dansçılarını dünyanın her yerinde yere göğe sığdıramayan Dame Nitette de Valois’in (Madam) ölümünün 5. yılında biz dansçılar, dans dünyasının o sessizliğini bozarak var gücümüzle haykırarak Türk toplumuna medeniyet ışığı saçmış bu değerli insanın unutulmuşluğu, bunca seneler anılmayışının sebebini anlamak istiyoruz. Bir başlangıç olarak bizleri sevindiren ve duygulandıran Türk dansçılarının Londra’ya 9 Mayıs tarihinde gidip, Ma OĞUZ ÖZLEM Ankara Devlet Balesi Sanatçısı dinleyerek rüya âlemine götürerek bu anlamda çağdaş ve laik kavramların öncülüğünü yapıp, kurumsal olarak belki de Türkiye’nin Avrupa özlemini o yıllarca önce gerçekleştirmiştir. Madam’ın Türkiye’ye geldiği ilk yıllar kendisini en çok etkileyen ve hayrete düşüren Türk köylü danslarının çeşniliği, figür ve estetik yönden güzelliği, onları oynayan insanların üstün dans yeteneği idi. u potansiyelin Anadolu insanının, aşkının, sevgisinin büyük kültür geçmişinden kaynaklanan bir duygu dansı olduğunu daha sonralar yazdığı kitabındaki (Step by Step) anılarında bahsetmiştir. Bu iki mucizevi özelliği 1966 yılında Ankara Devlet Balesi’nde sahneye koyduğu besteci Ferit Tüzün’ün Çeşme Başı balesi ile perçinlemiştir. Bu bale yerel dam’ın 5. ölüm yıldönümündeki anma törenlerine katılmaları biraz olsun su serpti. Bu kutlamaların her yıl, Türkiye’de olması umudunu taşıyoruz. 20. yüzyıl Dünya Balesi’ne yön veren, İngiliz ve Türk balelerini kuran birçok bale topluluklarının kurulmasına öncülük eden Dünya Balesi’nin ozanı Madam 2001 yılında Londra’da 103 yaşında yaşamını noktalamıştır. 1947 yılında Türkiye’ye davet edildiği zaman, biraz merak biraz da mistik duygularla gelişi o geliş olmuş, yokluklara ve kısıtlamalara rağmen, Türk Balesi’ni uluslararası sanat ortamında topluluğumuzun gururu yapmış, bu görünüşü politik yönden siyasilerin her yerde ve her zaman övünecek konuma getirmiştir. Madam senelerce onbinlerce insanı izleyerek ve B dans motifleriyle klasik bale hareketlerinin kaynaştığı nefis bir sentezdir. Yerel Türk köylü danslarını sevgiyle oynamış, uzun yıllar yurtiçi ve yurtdışında klasik balenin belli başlı eserlerinin başrollerini oynamış bir bale sanatçısı olarak, en büyük arzum şimdilerde olduğu gibi Türk köylü danslarının dejenere edilmeden, yozlaştırılmadan emin ellerde klasik balenin, termolojik normları içinde bilimsel olarak ele alınıp, bir temel (ekol) oluşturulmasıdır. Şu zamanlarda Madam’ın benim çocuklarım dediği dansçıların, yıllarca hiç değişmeyen koşullarda, zorluklarda bile umursamaz tutumlarıyla, en iyisini yapma heyecanının sürmesi, onun bize bıraktığı temel sağlamlığının göstergesidir. Toplumun çok üzerinde başarı boyutları gösteren Türk dansçıları olarak onu 5. ölüm yılında şükran, minnet ve özlemle anıyoruz. Başını Kuma Sokan Gazeteciler!.. Başbakanından profesörüne, semirmiş gazete patronundan bağımlı köşe yazarına... Ne tuhaf bir ülkeyiz, 82 yıldır laiklik ve demokrasi yolunda yürüyen bir basın organından Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne sokmak isteyen bir başbakan, düşünce özgürlüğünün koruyucusu sandığınız basın mensupları sürekli rahatsız oluyor! Y ığınlar sorunlu, sürekli geçim sıkıntısında. Milli Görüş yandaşı, imam hatip lisesi diploması cebinde dinibütün Başbakan Türkiye’ye ‘uğradığı’ zaman ya onu bunu eleştiriyor ya da coşkulu AB nutukları atıyor. Peşinden giden medya, başını kuma sokmuş... Sanki görevi kamuoyunu bilgilendirmemek, aydınlatmamak, yanlışların üzerine gitmemek. Son üç yılda Türkiye’de inanılmaz olaylar yaşanıyor. İnsanımız yoksulluk içinde kıvranırken medyadaki birileri çıkarlar uğruna gözlerini ve kulaklarını kapatıyor. Onlarca yıldır ülkenin sorunlarına inatla dikkati çeken Cumhuriyet gazetesine ve yazarlarına saldırmayı ise yerine getirilmesi zorunlu bir ‘görev’ kabulleniyorlar. ‘Boyalı basın’ın gökdelenlerine kurulmuş dolar maaşlı kimi genel yayın müdürü bu yazarcıklar televole gazeteciliği yaparken onurlanıyorlar. Pohpohlamaktan eleştirme görevini unutmuşlar. ‘‘Bakarsın gün gelir, işim AHMET ARPAD düşer’’ kafa yapısıyla beklemedeler. Omuzlarını sıvazlayanlar, çıkarları uğruna cumhuriyetin temellerini kemirirken, onlar bir karmaşa ortamında görevlerine devam ediyor. Ülkeyi ‘‘ölüm döşeği’’ne yatırmak isteyenlere arka çıkıyorlar. Onlar, oradan oraya sürülen piyon taşları, ipleri görünmeyen birilerinin elinde, yaptıklarının tamamen bilincinde zavallı kukla kişiler. Osmanlı’nın son döneminde ülke yabancı güçlere peşkeş çekilirken yönetenler yığınlardan kopmuştu. Kamuoyu suskundu, rejime karşı çıkanlar sessizliğe mahkum edilmişti. Bugün de özellikle son hükümetin ve kuklası kimi medya yazarcıklarının ikide bir Cumhuriyet gazetesine saldırması insana o uygulamayı anımsatıyor. ‘‘TEM manzaralı’’ kocaman odasında oturan, saatlerini bilgisayarı ile baş başa geçiren, günlük yaşamında halkın içine pek girmeyen gazeteci, toplum ne yapıyor, ne düşünüyor, nereden bilsin? Halkın sorunlarını yaşamayan, günbegün köşesinde yazdıkları ile kimi, neye inandırmak istiyor bu insan? Okura ahkâm kesen yüzeysel masabaşı gazetecisi, insanımızın yaşam değerinin ne olduğundan haberdar değil ki! Çıkarlar peşinden koşan politikacılarla ensesi kalın gazete patronları ve eli altındaki yazarcıklar almış tekellerine düşünce özgürlüğünü. Çıkardıkları boyalı gazeteler kamuoyunu aydınlatmak, bilinçlendirmek görevini çoktan yitirmiş. Düşünce özgürlüğünün sınırlarını belirleyen para babası patronyüksek maaşları dolarla ödüyor. Çıkarları uğruna toplumdan uzaklaşmış, köşe kapmış yalınkat gazeteci de giderek daha çok sorumluluktan kaçınıyor. Ülke demokrasisi göz göre göre yozlaşıyor. CUMHURİYET 02 CMYK