03 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

14 Fotoğraf: Vedat Arık C röportaj ESİNTİLER ZEYNEP ORAL 1 ARALIK 2006 CUMA Şaka Gibi... kim ve eğitim gerektirir.Yaratıcı bir faaliyettir. İnsanın düşünce gücüyle, düş gücüyle, yaratıcı gücüyle bütünlenir. Bu emeğin, birikimin, eğitimin, bu yaratıcı gücün de karşılığı verilmelidir. Yazarının telif hakkından yönetmenin yorumuna, sahnede yakılan spottan sanatçının oyunculuğuna tümünün bir bedeli vardır. Yok sayamazsınız! Zaten eskiden beri Şehir Tiyatroları’nın ucuz biletleri, salt kendi gişe geliriyle ayakta durmaya çalışan özel tiyatrolara karşı haksız rekabet oluşturuyordu. Ama şimdi bu ucuz, yoz ve kötü niyetli popülizm, tam bir vurucu darbe niteliğinde. Biraz aklı olan bu abuk sabuk kararın vahametini görebilir. Ama işte bir haftadır başta Tiyatro Eleştirmenleri Birliği olmak üzere, tüm özel tiyatro birlikleri, meslek grupları, tiyatrocular tepkilerini haykırıyorlar ama duyan yok! Özel tiyatrolara karşı bir başka cephede savaşı Kültür Bakanlığı da sürdürüyor. Anımsayacaksınız, her yıl özel tiyatrolara verilen çok kısıtlı da olsa devlet desteği, bu yıl mevzuat dendi, yasalar dendi, halledilecek, bekleyin dendi, daha bir sürü şey dendi ve dört aydır tam bir oyalama politikası uygulandı. Bir an önce yeni bir düzenleme yapılmazsa, özel tiyatrolara ayrılmış destek, 31 Aralık’ta devlet bütçesine iade edilecek! Evet, şaka gibi! İşin şaka olmayan yanı, usul usul, derinden derine tiyatroyu yok etme çabası! www.zeyneporal.com faks: 0212.257 16 50 Ş Militanlığım akademisyenliğimden önce gelir Ali Deniz USLU aniel Bensaid, Fransız düşünce dünyasının radikal seslerinden biri. 1946 Toulouse doğumlu. Toulouse’da babasının açtığı meyhanede, işçilerin, eski Uluslararası Tugay üyelerinin, İtalyan antifaşistlerin, göçmen direnişçilerin geldiği, gecenin sonuna doğru yumrukların havaya kaldırılıp Enternasyonal’in söylendiği bir ortamda büyümüş. 1968 Mayıs hareketinin önemli isimlerinden Walter Benjamin ve Karl Marx üzerine çalışmalarıyla tanınıyor. Devrimcileri melankolik olarak gördüğünü belirten Bensaid’in melankoli tanımında yakınma ve boyun eğme yok, onun yerine etkin ve eylemci bir kabullenmeyiş var. Ona göre, sermayenin giderek daha yayılmacı bir hale geldiği günümüzde Marx hâlâ en çağdaş düşünür; “Toplumsal hareketler siyasetten uzak durdukça sonuca ulaşılamayacak” diyor. Daniel Bensaid ile yeni kitabı “Köstebek ve Lokomotif” (Yazın Yayıncılık) üzerine kitabın çevirmeni Utku Uraz Aydın aracılığı ile konuştuk. “Köstebek ve Lokomotif” çeşitli makalelerinizden oluşuyor. “Köstebek ve Lokomotif” makalesi ise kitaba adını veriyor. Bu makaleden bahsederek başlayalım söze. Bu metaforlar ne ifade ediyor? Evet, köstebek ve lokomotif güçlü anlamlarla yüklü birer metafor, yani imge. Bu anlatım tarzıyla daha az mekanik bir tarih kurgusuna vurgu yapmak istedim. Mesela lokomotif, demiryolu imgesi modernliğe işaret ediyor ve 19. yüzyılı simgeliyor. Bu dönemde tarih, düz ve çizgisel bir ilerleme olarak algılanıyor. Devrimler de lokomotif gibi raylar üzerinde ilerleyen birer hareket olarak görülüyor. Köstebek imgesi ise aslında bu tarihin belirsizliklerinin altını çiziyor. Yani yeraltından kazarak kendi yolunu açan direnişleri simgeliyor. Köstebek hiç tahmin edemeyeceğiniz anlarda yeryüzüne çıkar, tıpkı devrimler gibi. Ayrıca lokomotif metalik soğukluğu ile insanlığa uzaktır. Köstebek ise daha yumuşak, daha sıcaktır. Kitabınızda “Devrimciler neden melankoliktir?” isimli bir metin var. Gerçekten devrimciler melankolik mi? Devrimci hareketin yeraltı güzergâhından gelen isimlerini, Blanqui, SaintJust hatta Guevara’yı, melankolik olarak tanımlamak gerektiğine inanıyorum. Çünkü onlar “gerekli olanın henüz mümkün olmadığı dönemlerde” mücadelelerini verdiler. Benim melankoli dediğim, gereklilikle mümkün olan arasındaki o kopuşun bilinçli ifadesi. 80’lerde başlayan neoliberal karşıtı reformlar dönemi de devrimciler için gerçekten melankolik bir dönemdi. Buradaki melankoli pasif ve yakınmacı değil, etkin, eylemci bir kabullenmeyiş. “Ütopya Zamanı ve Direniş Zamanı” makaleniz aka gibi ya da birileri bizimle alay ediyor… “Zulümdür”, “ayıptır”, “günahtır” kavramlarını akıllarına getirmeden; “takıyye” yapma gereği duymadan, utanmadan sıkılmadan, göz göre göre, gizlisi saklısı olmadan, alay edermiş gibi, bu ülkedeki özel tiyatroları, dahası tiyatroyu yok etmeye çalışıyorlar! 50 yıldır tiyatro sanatını bir yerlerden alıp farklı boyutlara, farklı alanlara taşımış, niteliği yüceltmiş, sınırları zorlamış, sınırları kaldırmış, kültürler arası, toplumlar arası iletişimi ve etkileşimi sağlamış, nice kuşaklar yetiştirmiş özel tiyatrolara savaş açıldı! Zaten tüm özel tiyatrolar, her biri kendi çapında bir Don Kişot’tu. Şimdi uygulamaya koydukları planla tüm Don Kişot’ları ölüme mahkum ediyorlar! Bilmiyor musunuz, farkında değil misiniz! İstanbul’u donatan afişleri görmediniz mi? Olay şu: Efendim İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi, düşünmüş taşınmış, tiyatroya gidenlerin sayısını arttırmak için 1 Aralık 20061 Şubat 2007 arasında belediyeye ait tüm Şehir Tiyatroları’nda bilet fiyatını 1 YTL’ye (yazıyla bir YTL), çocuk oyunlarını ve öğrenci biletlerini 50 Yeni Kuruş’a indirmeye karar vermişler! Beyler kendinize gelin, hane hane dolaşıp para ya da erzak dağıtarak belki oy toplayabilirsiniz, ama bedava tiyatro bileti dağıtarak tiyatro sanatını sevdiremezsiniz! Bırakın birilerine yaranmayı (size göre “halka yaranmayı”), tiyatro izleyicisine de, tiyatroya da en büyük kötülüğü yapmış olursunuz! Tiyatro bir emek ürünüdür. Biri D ise 80’li yıllardaki direniş kültürüne göndermeler yapıyor… Direniş ve ütopyayı kesin sınırlarla ayırmak istemem, ama zaman içinde farklı dönemleri tanımlamak için bunun bize faydası olabilir. Mesela liberalizmin ilk saldırı dalgası karşısındaki tutum, bir direnişti. O zaman hakikaten dünyayı değiştirme umutları en alt düzeydeydi, ama yine de direnmek gerekiyordu. İşte o dönemlerde teorik ve ideolojik düzeyde bir direniş edebiyatı da gelişti. Bir de 90’ların ortalarında Zapatistaların başkaldırısıyla başlayıp, 1995 yılında Fransa’daki kamu grevleriyle, 1999'da Seattle’la ve sosyal forumlarla devam eden ütopik bir dönem var. Bu dönemde liberal politika ve söylemler hızla meşrutiyet kaybına uğradı. Dünya sosyal forumları ve küreselleşme karşıtlarının önemli sloganlarından “Dün Solda kafa karıştıran konulardan biri de toplumsal hareket ve siyasi parti ilişkisi. Bu iki “ifade” yolu, birbirini nasıl etkiliyor, dönüştürüyor ya da engelliyor? Bugün toplumsal direniş ile politika arasındaki tutarlılığı sağlamak şart. Toplumsal hareketlerde iyimserlik söz konusu olabilirken bunu parlamenter siyasete dönüştürmek istediğinizde reel politik tavırlarla karşılaşıyorsunuz. Burada Marx’a atıfta bulunmak gerekirse o, “siyasal yanılsamayı” teşhir ediyordu. Yani sadece yurttaşlık haklarının kazanılmasıyla insanın özgürleşmesinin sağlanacağı inancını eleştiriyordu. Şimdi de toplumsal hareketler, siyasetten uzak durduğunda birtakım sonuçlara ulaşabileceği yanılsaması içinde. Bunu da bir “sosyal yanılsama” olarak adlandırabiliriz. ERMAYENİN MANTIĞI SORGULANMALI Derrida’nın “Marx’la birlikte veya Marx’a karşı, ama onsuz asla!” sözlerine atıfta bulunuyorsunuz. Sizi bulmuşken biraz Marx’ı konuşalım... Amacım, Marx’ın metinlerini kutsal birer metin gibi göstermek değil. Mesele Marx’a geri dönmek değil, Marx’tan geçerek bu döneme bakabilmek. Marx’ın dili neden çok güncel ve çağdaş? Çünkü onun varlığını ve işleyişini eleştirdiği sermaye giderek daha yayılmacı bir hale geliyor. Günümüzde alternatif küreselleşme hareketinde canlının metalaştırılmasına, alınıp satılmasına karşı çıkıyorsak tüm bunların temelinde sorgulanması gereken sermayenin mantığı. 80’li yıllarda Newsweek dergisi “Marx öldü” başlığı atmıştı. Bu söylem ölüyü diriltme etkisi gösterdi. Marx yeniden akademik çevrelerde ciddi bir biçimde tartışılmaya başlandı. Tanımlarınızdan biri de “Militan felsefe”. Siz, kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz, filozof mu, militan mı? Her şeyden önce filozofluğu ve militanlığı ikili bir hayat olarak algılamamak lazım, ama pratikte angaje ve militan bir hayatla, polemiklerden oluşmayan ciddi bir teorik çalışmanın bir arada varolmasının gerekli ve kaçınılmaz olduğunu göstermek istedim. Ben hiçbir zaman akademisyen ve filozof olarak tanımlanmak istemem, daha çok militan kimliğimle öne çıkmak isterim. Bugün Fransa’daki entelektüel söylem çoğunlukla popüler anlayışla şekillenir. Bir gün söylenenler diğer gün hiçbir açıklama yapılmadan değişebiliyor. Fikirler arası bir “zaping”dir bu, ama kolektif bir siyasal faaliyete dahil olduğunuzda sorumluluklarınız vardır ve açıklamalarınızın hesabını vermeniz gerekir. Bu, benim ahlaki sorumluluk ilkem. Dejavu değil, Allahaısmarladık Deniz DURUKAN lkgençlik yıllarımda dinlemekten kaçındığım bir sesti Sezen Aksu. Sözünü ettiğim seksenli yıllardı. Genç kızlığa henüz adım atmış, seksen darbesinin altında ezilen ülkesini korkuyla izleyen bu yeniyetme ergen çocuğun sanırım hüzünden çok sevince, neşeye ihtiyacı vardı. İşte bu dönemlerde Ağlamak Güzeldir, Firuze, Sen Ağlama, Git diyerek sesiyle fırtınalar koparan, puslu bir hava yaratan Sezen Aksu’yu dinlemek benim için acıya yakınlaşmak gibiydi. O koyu hüzünden kaçmak için özellikle dinlememeye çalışırdım. Aslında hüznü de severdim, ama onun hüznü yıkıcıydı. Dönemin karanlık yapısı onun da şarkılarına, sesine yansımıştı. Yıllarca direndim Sezen Aksu’ya. Direndikçe ona daha çok bağlandığımı çok sonraları fark ettim. Doksanlar ona yavaş yavaş kulak kabarttığım, iki binler ise ondan vazgeçmediğim yıllar oldu. Ancak yetmişlerin özel bir anlamı vardı. Çocuk da olsam, çok kavrayamasam da o dönemin ruhunu çok sevdiğim için ya da mutlu bir çocuk olduğum için Sezen Aksu’nun o yıllara ait şarkıları bana şölen duygusu yaşatırdı. Oysa o dönemlerde de bir darbeden yeni çıkmış, üstelik bir de Kıbrıs harekâtını yaşamıştık. Dünyada da sorunlar vardı, uzlaşma dönemi değildi; bireysel hakların talep edildiği, başkaldırının, arayışların olduğu hareketli bir dönemdi. Ve hüzün hep vardı onun sesinde, ancak o hüzünle sanki vals yaptırır, kimi zaman da halay çektirirdi. Geriye dönelim… En başlara… Sezen Aksu’nun ilk uzunçalarına, hatta ondan da öncesine…1977 yılında çıkardığı Allahaısmarladık adlı ilk albümünden önce dört 45’lik çıkaran Sezen Aksu, asıl çıkışını 1976 yılında çıkardığı üçüncü 45’liği “Olmaz Olsun / Seni Gidi Vurdum Duymaz”la yaptığında dokuz yaşındaydım. “Olmaz olsun cüzdanımda milyonlar” diye bağıran, para kavramından aslında çok da haberdar olmayan bir çocuğun dünyasında onun sesi, ılık bir baharın coşkusu, hürriyetiydi. Orhan Veli’nin Hürriyete Doğru şiirindeki gibi yelken olup, kürek olup, balık olup, gidebildiğin yere kadar gitme duygusunu yaşatıyordu. Sanki yetmişler böyle bir şeydi, Sezen Aksu da o dönemin ruhunu yansıtıyordu. Değişimin izleri, hüzünlerimizde ya da sevinçlerimizde, çelişkilerimizde, aşka bakışımızda hissediliyordu. Örneğin, sözleri İ S Daniel Bensaid, Paris 8 Üniversitesi’nde felsefe profesörü ve Devrimci Komünist Birlik’in (LCR) kuramcılarından, 1968 Mayıs hareketinin önemli önderlerinden. Bensaid, “Köstebek ve Lokomotif” isimli kitabında Blanqui, SaintJust ve Che Guevara’yı melankolik olarak tanımlıyor. ya satılık değildir”, bunu çok güzel ifade eder. Peki bugün? Hocam Henri Lefebvre bu dönemler için “mümkün olanın pratik olmayan duygusunun” yaşandığını söylerdi. Değişime, dönüşüme ihtiyaç var, bunu biliyoruz, görüyoruz, ama olanaklar kısıtlı. John Holloway’in “İktidar olmadan dünyayı değiştirmek” kitabı da o dönemin önemli unsurlarından biriydi. Anarşizanütopyacı bir söylem hâkimdi. İçinde yaşadığımız stratejik dönemde ise tüm bu sorunların karşısına tutarlı, toplumsal ve siyasal yanıtlar üretme ihtiyacı hissediyoruz. Venezüella’da Chavez, Bolivya’da Morales iktidarda, emperyalist sistemden kopuşu başlattılar. Bunu sürdürmek için ne yapmalılar? Acil yanıtlara ihtiyaç var. ve müziği yine Sezen Aksu’ya ait olan Kusura Bakma (1976) adlı şarkı, Olmaz Olsun’un aksine, daha gerçekçi bir yaklaşımı ifade ediyordu. Onun çelişkisi bizim çelişkimizdi bir anlamda. Bu şarkıda, toplumun değişmeye başlayan değer yargılarına paralellik gösteren bir aşkla yaklaşıyordu sevgilisine Sezen Aksu. Dünyanın para üstüne dönmesini, aşkın ve kişiliğin geri planda kaldığı bir düşünce tarzının yavaş yavaş yerleşmesini konu alan şarkısında, gözünün açıldığından söz ediyordu. AZEN TEMİZ, BAZEN YALAN İlk bakışta bu koşulları olumlarmış gibi görünse de, değişimin izlerini, yeni bir anlayışın nasıl yerleşmeye başladığını gösteren eleştirel sözlerdir bunlar. Alev Alev ise bir ninni havasında ya da ninnilerin melodisini anımsatan bir tarzda söyleniyordu. Dingin, çocuğun uyanmasından korkan, biraz melankolik, hatta mecnun bir ifadeyle seslendiriyordu bu şarkıyı Sezen Aksu. Aşk, yeni doğmuş bir bebek gibi temizdi kimi zaman şarkılarında. Kimi zaman da yalandı. Her döneme, her ana bizi tanıklık ettiren, yaşatan, özel bir yorumcu ve iyi bir şairdi Sezen Aksu. Şimdilerde, 1977 yılında çıkardığı Allahaısmarladık adlı ilk uzunçalarına, 19761979 yıllarında çıkardığı 45’likleri de katarak yeniden “merhaba” diyor, Aksu. Bizi geçmişe, onun ilk duygularına götürüyor. Dolayısıyla, bu albümle hem onun müzikal yolculuğuna hem de o şarkılarla çıktığımız kendi kişisel yolculuklarımıza tanıklık ediyoruz. Bu albüm yetmişlerin hareketini, heyecanını, duygularını yeniden yaşatıyor bize. Gerçek anlamda, katıksız bir pop albümü Allahaısmarladık. Yer yer Şanar Yurdatapan’ın etkisinin gözlendiği folklorik özellikler taşıyan melodilere de rastladığımız bu albümde Sezen Aksu, hem yorumculuğunu hem de bestekârlığını konuşturuyor. Aynı zamanda, kendi bestelerinin yanı sıra Şanar Yurdatapan, Aysel Gürel, Tuğrul Dağcı, Baha Boduroğlu gibi önemli isimlerin beste ve sözlerine, Esin Engin, Atilla Özdemiroğlu, Hurşit Yenigün’ün düzenlemelerine de yer vermiş. Elbette, diğer imzaların yanında en çok dikkat çeken şey; Aksu’nun bestelerinin, daha ilk albümde karakterini oluşturmuş ve oturmuş olması. Albüme adını veren Allahaısmarladık adlı parçanın sözlerinde Sezen Aksu ve Baha Boduroğlu’yla beraber Aysel Gürel’in de imzası var. Bu parçanın yanı sıra Kendi Kendime, Alev Alev, Geçen Yaz, Olmaz Olsun gibi şarkılar da benim için son derece özel. Sezen Aksu’nun hem hüzünlü hem de neşeli profilini gördüğümüz bu albümdeki her parça değerli bir maden gibi. B Vakıf Onur Ödülü Ayla Erduran’ın Kültür Servisi Sevda–Cenap And Müzik Vakfı’nın ülkemiz çoksesli müziğine büyük emeği geçmiş bir besteci, yorumcu ve/veya eğitimciye katkılarından dolayı her yıl verdiği “Vakıf Onur Ödülü Altın Madalyası”nın bu yılki sahibi devlet sanatçısı Ayla Erduran olarak belirlendi. Vakıf Yönetim Kurulu, Danışma Kurulu’nun da önerisini değerlendirerek 2006 yılı Vakıf Onur Ödülü Altın Madalyası’nın, “50 yıl süreyle gerek ülkemizde, gerek yurtdışında yaptığı konserler, İsviçre ve ülkemizde keman eğitimine getirdiği katkılar” nedeniyle devlet sanatçısı Ayla Erduran’a verilmesini oybirliği ile kararlaştırdı. Erduran’a madalyası 6 Aralık 2006 Çarşamba akşamı Ankara’da gerçekleşecek törenle verilecek. Türk müzik dünyasının harika çocuklarından, keman sanatçısı Ayla Erduran, Karl Berger ile ilk çalışmalarını yaptı; Paris, New York, Moskova gibi dünyanın önemli merkezlerinde Benedetti, Benvenuti, Galamian, Francescatti ve David Oistrakh gibi önde gelen keman pedagoglarınca yetiştirildi. Yehudi Menuhin, Szeryng, Navarra, Igor Oistrakh, Valery Oistrakh, Pikaizen, Fallot, Guy, Collins, Weinberg, Rudin, Mithat Fenmen, Verda Erman ve Ayşegül Sarıca gibi sanatçılarla birlikte sahneye çıkan Erduran, kayıtlarında, Antonio Stradivarius’un 1710 yapımı “Nelsonex, The Roderer” kemanıyla çalıyor. Evin İlyasoğlu’nun yazdığı “Ayla’yı Dinler misiniz” başlıklı biyografik romanı, 2002’de yayımlandı.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle