Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
1 ARALIK 2006 CUMA tarihçe BRÜKSEL GÜNLÜĞÜ ELÇİN POYRAZLAR Savaşın türkülerimizdeki öyküsü Erdoğan AYDIN Son haftalar içinde aktardığım bilgiler ve bu temelde yaptığım irdelemeler ışığında sonuç olarak, I. Dünya Savaşı’na girmek zorunda olmadığımız gerçeğini kaydetmek gerekiyor. İkinci kaydedilmesi gereken gerçek de, bizi savaşa sokanların, diğer halkların yanısıra, bizzat adına davrandıkları Türklere karşı suçlu olduklarıdır. Bunun bilinci hem benzeri maceralara karşı yurttaşlık direnci edinmek hem de tarihle gerçek bir ilişki kurmak açısından zorunlu. En başta adına davrandığı Türk halkını acımasızca ölüme gönderen bu egemen kastla ve onların siyaset tarzıyla hesaplaşmamız gerekmektedir. Bunu yapmak yerine onları ‘atamız’ diye baştacı ettiğimiz müddetçe, haklarını savunan yurttaşlar düzeyine yükselemeyeceğimiz gibi, onların mirasını bize fatura etmeye çalışanların da ekmeğine yağ sürmüş olacağız. Özetle sağlıklı bir tarih bilinci edinmediğimiz, halkına karşı sorumsuz yöneticilerle hesaplaşma erdemi gösteremediğimiz müddetçe hem içeride hem dışarıda sorun çözme yeteneğinden uzak kalmaya devam edeceğiz. Çoğumuzun sanısının aksine, bizleri o korkunç felakete sürükleyenlerin gerçek savunduğu şey vatan değildir. Onların ‘vatan’dan kasıtları, devletin egemenlik alanı, çağını doldurmuş İmparatorluk ve yükselen şovenizme bağlı olarak Turan’dır. Nitekim İttihatçıların ideologu Ziya Gökalp, “Vatan nedir?” sorusuna “Vatan büyük ve mukaddes bir ülkedir Turan” yanıtı vermektedir. Bu bağlamda Enver Paşa’nın son durağı da, emperyalizmden kopmuş ve Kurtuluş savaşımıza temel destek olan Sovyetler Birliği’ne karşı Turan için ayaklanma örgütlemek olacaktır. VCILARI YÜCELTEN TARİHÇİLİK Evet, savaşa ‘vatan için’ girdiklerini söyleyenlerin kafasındaki vatan Anadolu değil, yayılmayı hedefledikleri topraklardı. Mısır’dı örnenetip keyiflerince sömürecekleri bir egemenlik alanı, eski tabirle ‘mülk’tür. Bu durumda vatandaşlık da, tebaalığın, kulluğun alafranga karşılığına indirgenerek çarpıtılmış oluyor. Vatan ve vatandaş kavramlarının içini böylesi boşaltanlar, vatandaşın haklarından koparılmış bir kutsiyet sağlayabilmek için din ve şovenizmin yaygın kullanımına giderler. Vatandaşın haklarından kopartılmış, dolayısıyla kendi özüne yabancılaştırılmış bir vatan hamaseti ile, hem vatandaşı keyiflerince sömürür hem de istediklerinde savaşlara sürerler. “Bu vatan, toprağın kara bağrında / sıradağlar gibi duranlarındır” diye başlayıp “hudutlarda gaza bayraklarından / alnına ışıklar vuranlarındır” (Orhan Şaik Gökyay) diye süren menkıbeler üretirler. “Ey bu topraklar için toprağa düşen asker” diye seslendikleri insanlardan yana, “Bir karış toprağın / Var mıydı yaşarken?” (A. Behramoğlu, Toprağa Düşen) diyen bir duyarlılığı ise göstermezler. İşte tam da bu noktada, “Aslanlar kendi tarihçilerine sahip olana kadar avcılık öyküleri her zaman avcıyı yüceltecektir” diyen o çarpıcı Afrika atasözünü anımsamak ve kulağımıza küpe etmek zorundayız. İşin püf noktası bu olunca, tarih yazımı, bilgi ve yöntem kadar hayat karşısında nasıl durduğumuzu da temel bir sorun haline getirmektedir. Bu açıdan bazen bir türkünün tarihsel önemi ünlü profesörlerin binlerce sayfalık anlatımlarından ve istismar edilebilen belgelerden daha kıymetli hale gelebilmektedir. Bugün savaşa giriş sorununu, savaşlara sürülen insanların, yani halkın dilinden yansıtmak istiyorum. SKERİ KIRDIRAN ENVERİ PAŞA Savaşın, “şehitler” olarak yüceltilen, ama hak ve özgürlüklerine itibar edilmeyen insanların gözündeki anlamını belirginleştirmek için türkülere başvuracağım. Bu sayede, önceden Pir Sultan Abdal özgülünde de gördüğümüz gibi, bir başka tarih bilincine açılacağız. Örneğin; “Kar mı yağmış Erzurum’un düzüne Kül elendi ahalinin yüzüne Gidin Erzurum’da ölün dediler İşte böyle, böyle hal deli gönül İster ağla ister gül deli gönül” Bir başka halk türküsü Sarıkamış trajedisine dair şu çarpıcı yargılarla biçimlenir: “Oltu’dan çıktık da Sarıkamış’a Akıl ermez orda yatan üleşe Askeri kırdıran Enveri Paşa Kitlendi kapılar, mekan ağladı” Bir diğer türkü Enver Paşa’ya yönelik sorgulamayı derinleştiriyor: “Sarıkamış içi meşe / Urus yaktı hep ateşe Bizi koydun eli bağlı / Nere vardın Enver Paşa? Sarıkamış’ta var maşın / Urus yığmış ağır koşun Bizim asker açık çıplak / Dağlarda büyümüş kışın” Üstelik savaş büyük haksızlıklarla sürmektedir. Osmanlı zamanında bedelli asker uygulaması olduğundan, savaşlara bedel veremeyenler gitmektedir: “Yemen yolu çukurdandır / Karavana bakırdandır Zengin olan bedel verir / Ölen giden fakirdendir” Bedel sorunu, bir başka türküde şöyle dile gelir: “Şu Yemen’de zalim paşa / Kuzgun gibi yar yar döner başa Param yok ki bedel verim / Hemen yavrumu özlerim” Bedel eşitsizliğini sorun edinmeyenler, savaşa yaşlılar yanısıra çocukları da sürmekten çekinmeyecekler. “Onbeşliler (1899 doğumlular) yüzü gülgül (gülyüz) dudak kiraz harbe gidiyorlar. Onaltılılar (1900 doğumlular) daha da küçük. Askere “vay anam” diye gitmişler. “Onaltılı asker’molur Anam diye dolanıyor” dendiğine göre bunlardan hiç dönen olmamış. (...) Onaltılı yetmeyince bu kez onyediliye sıra gelmiş (1901 doğumlu) Bunlar 1415 yaşında çocuklardır. Mızıkalar çalınıyor / Asker olan gelsin diye On yedili asker olmuş / Topluyorlar ölsün diye” (Akt. Ş. Günbulut, Neydi Bu İşlerin Aslı?) Bu çocuk askerler sorunu bir başka türküde şöyle geçer: “Gitme Yemen’e Yemen’e / Yemen sıcak dayanaman Kalk borusu erken vurur / Sen küçüksün uyanaman” Savunma amacıyla yapılmayan, aksine başka halkların topraklarında yürütülen imparatorluk savaşlarına ve imparatorluk siyaseti izleyen yöneticilere dair sorgulama türkülere yansır: “Yemen bizim neyimize / Şivan düştü köyümüze Bak yavrular yetim kaldı / Güvenmeyin beyinize” Bir konuşmasında Atatürk de, “ne işimiz vardı bizim Yemen’de?” diye aynı şeyi söylemiştir (Ş. Günbulut). RZURUM DAĞLARİ YEDUN MAÇKALİLARİ Savaş halk için tam bir yıkımdır. Binbir zorlukla besleyip büyüttüğü çocukları, ardı arkası gelmez savaşlarda elinden alınmakta ve ölüme sürülmektedir. “Eledim eledim höllük eledim / Aynalı beşikte belek beledim Büyüttüm besledim asker eyledim / Gitti de gelmedi buna ne çare” şeklindeki sözler bu duruma tepkiyi yansıtır. Bu tepki, Karadeniz özgülünde; “Erzurum dağlari Yedun Maçkalilari / Kiminun yari ağlar kiminun anaları Dertliyim kederliyim her ne desan kanarum / Ey Zigana dağlari gördi mi sizi yarum” diye yinelenir. Bir başka türküde seferberlik ve Alman emperyalizmi şöyle eleştirilir: “Kadanı alayım Eşe / Tekerim dayandı taşa Seferberliği durdur / Elini öpeyim Paşa Kimini toplar yatırdı / Kimini kana batırdı Kadanı alayım Alman / Nice ocaklar batırdı” Görüldüğü gibi türkülerde ciddi bir savaş karşıtı tutum sergilenmekte, onu görmezden gelenlerin aksine aynı zamanda ciddi bir tarihsel malzeme sunulmaktadır. Türküler, halkın duygu ve yargılarının en içten yansımaları olmak yanında, özellikle toplumsal olaylar ve savaşlara dair söz kurduklarında, tarihe de ciddi birer kayıt düşmüş olurlar. Tam da bu nedenle, tarih yazıcılığını egemen çıkarların yeniden üretimi misyonuyla sürdürenler, pek çok diğer olgu gibi onları da görmezden gelir. Bu gibi kayıtlar, halkın, meşru olmayan, savunma amaçlı olmayan savaşlara gönüllü olarak değil, korkudan katıldığını göstermektedir. Nitekim bu tip gayrı meşru savaşlarda asker kaçaklarının ciddi artışı gözlenmektedir. Ne yazık ki böylesi savaşların kurbanı olarak Galiçya’dan Yemen’den ta Kore’ye kadar pek çok uzak yabancı diyarda yüzbinlerce meçhul asker yatmaktadır. Mezarı bile olmayan, ora halkı nezdinde saygıyla anılmayan, işbirlikçi ve yayılmacı politikaların kurbanı gerçek mazlumlardır bunlar. Şunu açıklıkla söylemek gerekir ki, eğer I. Dünya savaşını sorgulayan bilinç halkın çoğunluğuna egemen olsaydı, sonraki dönemde, bu kez Almanlar yerine ABD işbirlikçiliğiyle binlerce insanımızı Kore dağlarında ölüme göndermeye kimse cesaret edemezdi. Buna cesaret edemeyeceği bir yana, böyle bir halk bilinci çok daha adil bir Türkiye’nin de güvencesi olacaktı. C 13 İyi Ki Kıbrıs Var! A A Dönem Başkanı Finlandiya hafta başında kaçınılmaz olanı duyurdu. TürkiyeAB arasındaki Kıbrıs anlaşmazlığını aşmaya yönelik çabaların başarısızlıkla sonuçlandığı kamuoyuna bildirildi. Fin dışişleri bakanı Erkki Tuomioja açıklamasında bugünkü koşulların kendi dönem başkanlıkları sırasında bir uzlaşıya olanak sağlamadığını söyledi. Fin Bakan bir çeşit mahçubiyetle çabalarının Kıbrıs sorununu çözmek olmadığını, Türkiye’nin katılım sürecinin aksamasına engel olmaya çalıştıklarını söyledi. Kıbrıs’a ilişkin başka bir girişim de böylece tarihe gömülmüş oldu. ??? Finlandiya Kıbrıs sorununa el atarak ne kadar büyük bir yükün altına girdiğini ancak taraflarla görüşmelere başladığında anladı. Kimsenin yazılı olarak görmediği, içindeki unsurların yer değiştirdiği “hayalet bir planın” peşinde, Türkiye’ye müzakere sürecini kurtarma vaatleri verildi. Bu plana Maraş da girdi, Magosa Limanı’nın açılması da. Karşılığında Türkiye’den limanlarından en azından birini açması isteniyordu. Mucizevi bir formülle KKTC’nin izolasyonu kalkacak, Türkiye de bu garantiyle Güney Kıbrıs’ı limanlarında kucaklayacaktı. Bu hayalet plan çerçevesinde görüşmeler yapıldıkça belirsizlik arttı, konuştukça plan daha da silikleşti. Sonunda Finlandiya hayaleti yakalayamadıklarını itiraf etti. ??? Fin önerilerinin başarısızlığa uğraması ne AB ne de Türk tarafı için bir süpriz oldu. Ancak Finlandiya’nın boynu bükük “başaramadık” açıklaması bazı çevreleri fazlasıyla memnun etti. Kıbrıs’ı Türkiye’nin ayağına dolayan AB siyasetinde bazı kesimler müzakerelerin bundan etkileneceğini pekala biliyorlardı. Türkiye’nin AB sürecinde okkalı bir tökezlemeyi bekleyen ve bunu hız AB landırmak için ellerini ovuşturan bir grup AB üyesi, Kıbrıs sorununun varlığına için için seviniyorlar. AB içinde Türkiye karşıtlığının somut bir duvarı haline geldi Kıbrıs. Kendi politikalarında köşeye sıkışmış AB üyeleri, Kıbrıs olmasaydı hangi somut nedenle Türkiye’yi dışlayacaklardı? Neyse ki Kıbrıs sorunu bu çevrelerin imdadına en uygun zamanda yetişti! ??? Bu aynanın bir de öteki yüzü var. Türkiye’de AB’ye nefret kusan, yalnızca karşı olmak için karşın olan çevre benzer bir şekilde Kıbrıs’ı bahane etmiyor mu? AB’de bazı üyelerde görünen Türkiye karşıtlığının haksız gerekçesinin farklı nedenlerle Türkiye’de destekçisi olanlar, Kıbrıs sorununu milliyetçi oylar için kullanarak AB’ye karşı tutum almıyor mu? Türkiye’nin AB süreci içinde Kıbrıs meselesine yönelik haklılığı kuşku götürmez. Kıbrıs meselesini AB karşıtlığına kalkan yapmak Türkiye’nin elindeki sağlam delili zayıflatmıyor mu? Yoksa bu çevreler de AB içindeki kesim gibi “Oh! iyi ki Kıbrıs var” mı diyor? ??? İki tarafta da Kıbrıs’ın arkasına saklananların azınlıkta kaldığını düşünmek istiyorum. AB üyeliği en başta Türkiye’nin projesi. AB’den gelen sapkın sinyaller bu projeyi giderek daha da etkiler hale geldi. Ankara Hükümeti seçim telaşıyla belki de içten içe hiç desteklemedikleri bir projenin çöküşünü izliyor. Hatta belki bu çöküş içerde kendi siyasi etkinliklerinin yükselmesine neden olacak. Brüksel’de artık Türkiye’nin müzakerelerinin beklenen, istenen, kaçınılmaz, az bilinen ve çok konuşulan Kıbrıs meselesi yüzünden kısmen askıya alınacağı havası egemen. Türkiye’nin AB treni daha ilk vitese geçmeden durdu. Buna bayram edenlere gelince, onlara göre “İyi ki Kıbrıs var”! elcpoy?yahoo.fr E Gazprom’dan Türkiye’ye stratejik öneri Gazprom Başkanı Miller’in sözcüsü Kupriyanov, Türkiye’ye enerji alanında stratejik transit ülke olmayı teklif ettiklerini açıkladı. Türkiye’nin öneri ile ilgilendiğini ve görüşmelerin sürdüğünü söyleyen sözcü, “Gazımızın Avrupa ve Ortadoğu’ya ulaştırılmasında Türkiye stratejik bir konuma sahip olacaktır” dedi. Kupriyanov, ABD’nin “Türkiye’ye yönelik Rusya’ya bağımlı olmayın” uyarılarına ise “Okyanus ötesinden müdahale doğru değil” yanıtını verdi. MOSKOVA (ANKA) – Türkiye’nin enerji alanında Rusya’nın etkisi altında kalmasından yakınan ABD’ye, Rus enerji devi Gazprom yanıt verdi. Gazprom Başkanı Aleksey Miller’in Sözcüsü Sergei Kupriyanov, “ABD Avrupa’nın neresinde yer alıyor? Okyanus ötesinden denizaşırı kararlar alınması ne kadar doğru? Bu insanlar bizi siyasi etki yapmakla suçluyor. Asıl onlar müdahale ediyor” derken Türkiye’ye enerji alanında stratejik transit ülke olmayı teklif ettiklerini açıkladı. Türkiye’nin öneri ile ilgilendiğini söyleyen sözcü, “Görüşmelerimiz sürüyor” dedi. ABD ve Rusya’nın Türkiye üzerinden enerji rekabeti büyüyor. Moskova’da bir grup Türk gazeteci ile bir araya gelen Gazprom sözcüsü Kupriyanov, Türkiye ile Rusya arasında görüşmeleri süren enerji projeleri hakkında önemli açıklamalarda bulundu. Rus doğalgazı konusunda işbirliğinin “stratejik eksende” geliştirilmesi için Türkiye ile yoğun görüşmelerde bulunduklarını açıklayan sözcü, “Gazımızın Güneydoğu Avrupa ve Ortadoğu’ya ulaştırılması konusunda Türkiye’ye transit ülke olmayı önerdik. Bu çok önemli teklif ile Türkiye enerji pazarında yeni ve stratejik bir konuma sahip olacaktır” dedi. Kupriyanov bu önerinin hayata geçirilmesi konusunda iki farklı yöntem üzerinde görüşüldüğünü belirterek “Ya mevcut boru hattı kullanılır ve gaz miktarı artırılır ya da Mavi Akım2 inşa edilir” diye konuştu. Sözcü, bu işbirliği ile doğalgazın Türkiye üzerinden bir yandan Güneydoğu Avrupa ülkeleri Yunanistan, Bulgaristan, Macaristan ve İtalya’ya, diğer yandan da İsrail başta olmak üzere Ortadoğu ülkelerine ulaştırılabileceğini söyledi. Türkiye ile bu konuda görüşmelerin sürdüğünü anlatan Kupriyanov, “Bu, Türkiye’ye birçok kazanç sağlayacaktır. Ancak her iki taraf da bunun zorlu bir süreç olacağının farkında. Birçok ülkenin bu konuda onayı gerekmekte” diye konuştu. ğin, Turan’dı, Balkanlardı, Yemen’di. Tabii vatan böyle geniş tanımlanınca, bu ‘vatan’ı kurtarmak için gerçek vatanın çocuklarını ölümlere göndermek kaçınılmaz hale geliyordu. Dahası bu ‘vatan’ı kurtarmak için Alman emperyalizminin işbirlikçisi olununca, gerçek ve meşru vatanın çocuklarını, Alman askerleri yerine ölsünler diye Galiçya’ya göndermek de kaçınılmaz oluyordu. Bu noktadaki bilinç yanılsamalarını gidermede tarihçilere büyük sorumluluk düşmektedir; çünkü geçmişin kanlı maceralarına, boşu boşuna ölüme sürülen halkların acılarına en çok onlar vakıftır. Ne ki dünyanın resmi tarihlerine bakıldığında iç karartıcı bir tablo ile karşılaşıyoruz. O halde vatanın gerçekten de ne olduğu sorusunun yanıtını birlikte arayalım. Vatan, biz vatandaşların adil yaşamasını mümkün kılan bir hukukça yönetilen, en azından öyle olması gereken yaşam alanımızdır. Egemenliğin millete ait olduğu yerdir vatan. Vatanı vatandaşın haklarından koparanların vatandan kastettiği şey ise, keyiflerince yö Kâfir millet uydu Alman sözüne Bahçede güllerin soldu Erzurum” diye başlayıp süren türkü, savaşa dair bir başka bilinci yansıtmaktadır. “Bu şiirde büyüklerimizin vurdulu kırdılı kahramanlık söyleminden eser yok. Şiir bir perişanlığı, hüznü veriyor. Almanlara aldanarak bu velveleye daldığımız için hayıflanıyor”. (Ayrıntılı bilgi için bkz. Şükrü Günbulut, Neydi Bu İşlerin Aslı?, Berfin Yayınları) Ruhi Su’nun yinelemesiyle “İmdi seferberlik ilan olanda / Bir od düştü, cümle cihan ağladı” diyen bir başka bilinçle karşı karşıyayız. Bir başka türküde halk bu kez nasıl kandırıldığını anlatır: “Alaman bizimle ortak dediler İngiliz Fransız oynak dediler Kör Moskof çoksa da korkak dediler Eski çamlar şimdi bardakta kaldı” Halka yönelik militarist dayatmacılığın halktaki yansıması da şöyle: “Seferberlik oldu gelin dediler Üç günlük erzakı alın dediler Türk Oğluyum Ben Ölmek İsterim Halk kendi türkülerinde savaş karşıtı bir tutum üretirken hırs ve çıkarlarını savaşlarda arayan egemenler de, halkı savaşa daha rahat sürebilmelerini sağlayacak marşlar üretmekle meşguldü. Nitekim Alman ordusunu rahatlatmak ve Turan’a yol açmak için başlatılan Sarıkamış harekatında, çocuklarımız, Kafkasya Marşı eşliğinde donarak öleceklerdi: “Kafkasya dağlarında çiçekler açar Altın güneş orda, sırmalar saçar. Bozulmuş düşmanlar hep yel gibi kaçar Kader böyle imiş ey garip ana Kanım helâl olsun güzel vatana Kafkasya dağlarına bomba koydular Türk’ün sancağını öne koydular Şanlı zaferlerle düşmanı boğdular (...) Türk oğluyum ben ölmek isterim Toprak diken olsa yatağım yerim Allah’ından utansın dönenler geri” Cihadı Ekber Marşı ise; “Artar cihadla şanımız / Fahri resul Sultanımız Şer’i bize ihsanı Hak / Uğrunda aksın kanımız. Osmanlıyız, Osmanlıyız / Ünvanlı, namlı, şanlıyız Allah deyüp cenk ederiz / Var nusrete imanımız” diyerek toplumu cihat düzenine sokmaya çalışır.