04 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

KASIM CUMA müzik YORUMLAR OSMAN ÇUTSAY BİNBOĞA MÜZİK YAŞAMININ SEKİZİNCİ ALBÜMÜNDE YİNE DOSTLUK VE SEVGİ MESAJLARI VERİYOR C Tehlikeli Oyunlar kiye dışındakiler? Onlar çok mu masum? Sorun, şu: Bu çözülme, sadece Türkiye’de olmuyor. Onunla bağlantılı bir biçimde, örneğin Batı Avrupa’da yaşayan Türkiye kökenli 4 milyona yakın insan da bundan “sebepleniyor”. Durum vahimdir. İnsanlar, sadece Türk ve Müslüman oldukları için bir saldırıya maruz kaldıklarına giderek daha çok inanıyorlar. Bunun, hem modern hem de geleneksel Türk gericiliğinin el ele büyüttüğü bir sonuç olduğunu söylemek zorundayız. Toplumlar işte böyle “kafayı yer” ve tarihten biliyoruz ki, o toplumların korkunç acılarından kazanç sağlayanların sonu da hiç iyi olmaz. Ancak bu “katmanlar”, bu sonuçların farkına varacak her türlü kültür ve ferasetten de yoksundur. İleriyi göremezler, görebilseler o görevlere gelemezler, dolayısıyla ellerine geçen üçbeş bin avroluk maaşı saymak dışında entelektüel bir yetenekleri yoktur. Belki de bu nedenle çok büyük acılara neden olurlar. İyi. ??? Bu, küresel boyutlardaki sömürü çılgınlığının bir ürünüdür. Medya, neden var? İlhan Selçuk’un “boyalı basın” diye en azından 35 yıldır dikkat çektiği bugünün rengarenk camlarıyla tam bir çılgınlığa dönüşmüş olan medya, herhalde bu çılgınlığı gizlemek ve sorgulanmasını önlemek için var. O nedenle antisemitik Türk gericiliğinin en pervasız kolları Müslüman değerleri rahatça Yahudi sermayesine satabilir. Erbakan, İsrail’le Türkiye arasında, ülkemizi çözecek anlaşmalara imza atan başbakan olabilir. Türkiye’nin en önemli altyapısı dinci AKP iktidarında bu “semitik merkezlere” haraç mezat satılabilir. Avrupa, Türkiye’den hiç farklı değil: Soygun düzeninin sürmesi için tepkilerin dizginlenmesi ve hedeflerin mutlaka çarpıtılması gerekiyor. Nasıl mı? Şöyle: Almanlara “dertlerin büyüğü ve sorunların kaynağı” diye göçmenler ve bu arada Türkler örnek verilir. Aşağılanan Türkiye kökenli insanlara da, resmen çağdaşlık maskesi altında faşistçe ve dinci bir pervasızlıkla milliyetçilikdincilik sokuşturulur. Sömürü düzeninin “bekası” böylece sağlanabilir. İnsanın bazen nutku tutuluyor bunların pervasızlığına bakınca... 7 ‘Yarınlar Bizim’i aşamadım HATİCE TUNCER Ali Rıza Binboğa 70’lerde yarınlardan umudun, özgürlük ve barış istemlerinin sempatik sesiydi. Yarınlar, Karaoğlan’lı yılların özlemlerini dile getirerek jüriye rağmen halkın şarkısı olmuştu. Bugünün Türkiye Musiki Eseri Sahipleri Meslek Birliği (MESAM) Başkanı Ali Rıza Binboğa, sanatçı arkadaşlarının telif hakları için mücadele ederken sevgi ve barış dolu şarkılar yazmaya devam ediyor. “Biz Aşkı Bahçelerde Toplamadık” albümünde sevginin her türlüsünü kendine özgü coşkuyla anlatan, Mustafa Kemal Atatürk için de bir şarkı yazan Ali Rıza Binboğa’yla sohbetimiz, darbeler, genç kuşaklar ve sanatçılar üzerindeki etkilerinin de tanıklığı niteliğindeydi. 3 Haziran 1977’de dönemin başbakanı Süleyman Demirel’in suikast yapılacağına ilişkin duyum aldığını anlattığı mektubuna karşın dönemin CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit, Taksim Meydanı’ndaydı. Onbinlerce kişi “6 Haziran Ecevit Başbakan” sloganlarıyla meydana akıyordu. Ali Rıza Binboğa, Teşvikiye’deki çatı katından insanların ellerinde CHP bayraklarıyla bir ağızdan Yarınlar şarkısını söyleyerek Taksim’e yürüdüklerini görür. EUROVISION 1975 Binboğa, İTÜ Maden Fakültesi’nin piyanosunda bestelediği Yarınlar şarkısını okul kantininden anımsayan bir arkadaşının önerisiyle Eurovision 1975 Türkiye Yarışması’na katılma kararı alır. Dostlar Tiyatrosu’nda bir piyano eşliğinde şarkıyı hazırlar, ancak çok az zaman vardır ve Ankara’ya yetiştirmesine olanak yoktur. O sırada stüdyoya Şerif Yüzbaşıoğlu gelir, “Çabuk olun ben gidiyorum, götürürüm” der. Son anda yarışmaya katılan Binboğa, ‘Yarınlar’la halk oylarının büyük bölümünü alarak birinci, ancak jürinin değerlendirmesinde sonuncu oldu. ‘Yarınlar’, Eurovision’u kaybetti ama o dönem CHP’nin seçim şarkısı olarak bütün toplantılarda, mitinglerde çalındı. Hatta Adalet Partisi de şarkıyı satın almak istemiş, ancak Binboğa “düşüncelerini satamayacağını” söylemişti: “Bu şarkın koreografisi için Mehmet Akan ağabeye danışmıştık. O el hareketi üstüne yıkılan duvara direnmektir. O yüzden halk çok benimsedi. Gösteri bir bütündür. Sanat bütün unsurlardan yararlanabilen bir olaydır. Entelektüel anlamda neyi biliyorsanız, neye yeteneğiniz varsa karmalayabildiğiniz sürece bir sanatsal olgudan söz edersiniz.” MÜZİKLE TANIŞMA Kayseri’nin Sarız ilçesi Ördekli köyünde 1950 yılında doğan Ali Rıza Binboğa, ortaöğrenimini parasız yatılı olarak ilköğretmen okulunda okudu. Yeteneğini keşfeden müzik öğretmenleri Binboğa’yı bağlama ekibinin solisti yaparlar: “Daha 12 yaşındayken o dönemin popüler olmuş yüzlerce türküsünü, destanını biliyordum. Kayseri’deki bütün kültü Halk kültürü ve opera eğitimi inboğa, bu yıl B kendi yapım şirketinden çıkardığı yeni albümünün kayıtlarına 2000 yılında başlamış ve 2003’te bitirmiş, ancak ekonomik nedenlerle yayımlanması gecikmiş. Albüm yine kardeşlik, dostluk, sevgi ve özgürlük mesajlarıyla yüklü. ‘Sen Bilmezsin Ben Bilmezem’ şarkısında kardeş kavgasına son verilmesini istiyor: ‘Müzikal olarak bu albümü altyapısından sunuşuna kadar hep senfonik düşündük. Ney, duduk, bağlama, obua, perküsyonlar, elektrogitar kullandık. Senfonik bir tarzda yer yer geleneksel motifler hissettirdik. Halk müziği kökeninden geliyoruz. Sonra operada bambaşka bir yere gittik. Bunların hepsinden yararlanıyorum. Benim şarkılarımda ayrı bölümler, farklı ritimler olur, balattan uzun havaya, bozlak okumalara dönüyorum.’ rel etkinliklerde konser veren ekibin solistliğini sürdürdüm. Üçüncü sınıftan itibaren yetenekli öğrenciler için Ankara’da Gazi Eğitim Enstitüsü Müzik Bölümü’nde açılan özel sınıflarda ders aldım, piyano öğrencisi olarak klasik Batı müziği eğitimi gördüm. Müziğin altyalendirerek 45’lik plak yaptı. İTÜ’den elektrik mühendisi olarak mezun olduktan sonra Telefon Başmüdürlüğü’nde çalıştığı dönemlerde Eurovision Yarışması’na katıldı. 12 EYLÜL 12 Eylül 1980 askeri darbesi döneminde Ali Rıza Binboğa birçok sanatçı arkadaşı gibi dinleyicilerinden ayrılmak durumunda kaldı. 1982 ve 1983’te Anadolu turnelerine çıkan Binboğa, bir süre sahnelerden uzak durma kararı aldı. Binboğa, çeşitli ticari girişimlerinin ardından son yıllarda eşiyle birlikte kurduğu “Yarınlar Çocukevi”ni işletiyor. “Birden para el değiştirince, parayla sanat üretilince, etraf yüzlerce birbirine benzer şarkıyla doldu, toz duman bir ortam oluştu. Bu sırada yaptığımız ‘Göçmen Kuşlar’ ve ‘Paylaşmak Ne Güzel’ albümlerimiz de o toz duman içinde kaldı. Birdenbire insanların tercihleri öyle bir noktada odaklanmış ki siz tercih dışı kalmış gibi oldunuz. Çünkü 12 Eylül’den sonra ‘Kendini kurtar da nasıl kurtarırsan kurtar, sana ne elden? Bu toplum adam olmaz, ancak böyle olur’ anlayışları geçerli oldu. Bu yozlaşma içinde kaybolmamak için kendimizi geriye çektik... İki oğlum bir kızım vardı, bu sefer de yaşamımı sürdürebilmek için çeşitli sanat dışı işlere giriştik.” MESAM’da telif savaşımı E M ESAM Yönetim Kurulu’na 1999’da üye olarak seçilen Binboğa, 2003’ten bu yana MESAM Yönetim Kurulu Başkanı olarak Türkiye’de telif haklarına saygının yerleşmesi için çalışıyor: “İlk fikri mülkiyet hakkı alınışından 150 yıl sonra ülkemizde bu hakka ilişkin bir şeyler yapılmış, yani Türkiye kültüre verilen değerde 150 yıl geride. 1987’de MESAM kurulana kadar kimse bu hakkın peşinden gitmemiş. MESAM bir eser üretildikten sonra ticari anlamda açığa çıkan maddi haklarını, telif hakkını takip ediyor. Bu hak insan hakları bildirgesine de girmiş en önemli insan haklarından biridir. Bu ürünlerden yararlanarak yaşamını güzelleştiren insanlar onun bedelini de ödemek zorundadır. Ülkelerin gelişmişlik düzeyleri artık telif haklarına saygıyla ölçülüyor. Almanya’da yılda 1.5 milyar Avro telif ödenirken Türkiye’de 15 milyon dolara çıkamadık. Radyoda, televizyonda, müzikholde, otelde, her yerde müzik çalıyorsun, bedelini ödemiyorsun. ‘Tarifeler yüksek’ diyorlar. Dünyanın beşte biri fiyat koyuyoruz. Yine de Türkiye’de 800 bin telif borçlusu yer var. Fırından ekmek alırken ödeniyorsa, müzik de entelektüel ihtiyaçları karşılayan bir üründür, hakkı vardır ve mutlaka ödenmelidir.” inboğa, ‘Biz Aşkı Bahçelerde Toplamadık’ albümündeki Mustafa Kemal Marşı’nı gençlere ve çocuklara armağan ediyor: “Ben bütün albümlerimde ya çocuklara ya da Mustafa Kemal’e yönelik bir eser koymayı ödev sayıyorum. Çocukların söyleyebileceği şarkıları çoğaltmamız lazım. Gençlerimizin, çocuklarımızın bu marşı, 10 Kasım’larda sevdikleri bir şarkıyı söyler gibi söylemelerini istiyorum.” B n çok satan Alman gazetesi ve ona bir bütün olarak pek de itiraz etmeyen Alman medyası, yoksullaşmanın sistem karşıtı tepkiler uyandırmasını engellemek için eski günah keçilerini, yeni günahlarla sahneye sürüyor. İyi. Peki, bizimkiler ne yapıyor? Çok mu farklı davranıyor? Biri, toplumun en alt gelir grubundaki Türklerin hane ve gelir rakamlarından habersiz, cirosu Türkiye’nin ihracat rakamlarını geride bırakacak kadar büyük şirketlerde yönetim değişikliğine neden olduğunu haber diye sokuşturmaya çalışıyor. Diğeri, Hıristiyan demokratlara manşetlerden vıcık vıcık yağcılık yaparak “refiki” ile Türk pazarını paylaştığını sanıyor. Sonuçta, “Alman medyası” aşağılıyorsa, “Türk medyası” de aşağılayanı aşağılıyor. Beraberce sistemi pışpışlıyorlar. Bu, iki taraflı olarak, yangına körükle gitmektir. Neden? ??? Büyük toplumsal çözülmeler, her alanda akıl dışı açıklamalar ve gerçekliği reddeden, en azından dışlayan çözümlere de kapı açar. Gerçeğin ağır yükü, onun nesnel yasaları yok sayılarak taşınır. Gözler, realitenin nesnel gelişim çizgilerine kapanır ve insanlar kendi çizdikleri, egemen toplumsalideolojik sistemi tehlikeye düşürmeyecek bir hayal dünyasında yaşamaya başlarlar: Komik ve yanlış bir Türkçeyle söylersek, “psikolojileri bozulmuştur”... Dış gerçekliğin darbeleri altında bunalan toplumlar ve bireyler, belki de olağan ve akılcı açıklamaların çare olmayacağını bildikleri için, gerçeğin yasalarını ve sınırlarını yok sayarak kendilerine yol bulmaya çalışırlar. Bulduklarına da inanırlar. Korkunç hatalar yapmaya kendilerini hazırlamışlardır. Bunun ağır bir ruhsal bunalım olduğunu söylemek gerek. Fakat, sadece bireylerin ruh sağlığı bozulmaz, deyim yerindeyse, toplumlar da sık sık “kafayı yer”. Böyle bir süreçten geçiyoruz. Kimliklerin yerle bir olduğu, bütün “mukaddes sayılan” kavramların ve inançların rahatça satışa çıkarıldığı ve bunun “pragmatizm” adına yapıldığı görülüyor. Türkiye’deki “Şerefsiz Osmanlı’ya Dönüş” siyaseti, tüm çevreleriyle, yani şeriatçılarından faşistlerine, kendisine sosyal demokrat diyenlerden profesyonel şirket yöneticilerine kadar geniş bir alanda bütünlük arz etmektedir. Peki, ya bu kesimlerin dışındakiler? Örneğin Tür ‘İlköğretmen’in ödenmez emeği cutsay?gmx.net pısıyla ilgili her türlü konuda bilgili müzik öğretmeni olarak yetiştiriliyorduk.” İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu’ndan sonra İstanbul Teknik Üniversitesi Elektrik Fakültesi’ne giren Binboğa, öğrencilik yıllarında Dostlar Tiyatrosu’nda tiyatro dersleri aldı. Yine bu dönemde Devlet Opera ve Balesi’nin yüksek bariton yetiştirmek üzere açtığı sınavı kazanan Binboğa, 5 yıl boyunca Saadet İkesus Altan’ın şan öğrencisi oldu. 1970’te Bilim Sanat Ödülleri Yarışması’nda birinci olan Cenan Akın’ın düzenlediği ‘Mehriban’ türküsünü ses B inboğa’nın 1978’de yaptığı “İlköğretmen” şarkısı da unutulmaz şarkıları arasında yer alıyor: “Benim anlayışıma göre sanat onu üreten kişiyle alıcısı olan kişi arasında kurulan bağın adıdır. Beni etkileyen o olay, insanların çoğunu etkilemişse ve evrensel bir boyuta gidebilecek anlam taşıyorsa, sözümü şiirimi yazarım, bestelerim. Öğretmen okulunda çok çelimsiz bir çocuktum. Öğretmenlerim beni ders aralarında bebek gibi besliyorlardı. Reçelli ekmek yedirirlerdi. Yeteneklerimin önünü açabilmek için cesaret verirlerdi. İlköğretmen, 2 dakika 40 saniyelik bir şarkıdır, ama müthiş bir bağ kurmuştur halkımızla. Türkiye’nin en ücra köşesinde beni öğretmen zannedip ‘hocam’ diye çağırırlar.” ‘İsimsiz Kadınlar’ın fotoğrafları Erlangen’de FRANKFURT (Cumhuriyet Bürosu) – Ünlü fotoğrafçı, yazar ve gazetecilerimiz Filiz Otyam ile eşi Fikret Otyam’ın “Türk kadını” konulu fotoğrafları bir “TürkAlman Dayanışma Derneği” etkinliği olarak Marktplatz 1 adresindeki Erlangen Şehir Kitaplığı’nda 5 Aralık 2006 tarihine kadar sergileniyor. Yine bu etkinlikler çerçevesinde DuisburgEsen Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Zehra İpşiroğlu’nun da 17 Kasım 2006 tarihinde aynı yerde bir konferansı yer alıyor. Prof. İpşiroğlu’nun kendi yapıtlarından örnekler vereceği okuma akşamı saat 20.00’de başlayacak. MUNGAN VE TOPTAŞ ALMANYA’DA Öte yandan Union Verlag tarafından “Türkische Bibliothek” çerçevesinde yapıtları Almanca yayımlanan iki ünlü yazarımız Murathan Mungan ile Hasan Ali Toptaş da önümüzdeki haftalarda Almanya’nın çeşitli şehirlerinde okuma akşamlarına katılacak. Hasan Ali Toptaş’ın Duisburg, Freiburg, Marburg ve Stuttgart’ta okurlarıyla birlikte olacağı, Murathan Mungan’ın da aralık ayında Mannheim, Köln, Duisburg ve Stuttgart’taki okuma akşamlarında yapıtlarından örnekler vereceği, soruları yanıtlayacağı bildirildi. Ö lümün kaçınılmaz oluşunu bilmek yetmiyor. Tıbben devreye girmiş olması, insanın kapıldığı ümitsizliği ümide döndürmenin zayıf da olsa ışıklarını varsaymaya yeterli gibi geliyor. İşte Türkiye 172 gün süren böyle bir süreci yaşadı. Bu nedenle de acı haberi bütün kalbiyle ve ruhuyla yaşamak zorunluluğuyla karşı karşıya kaldı. Bekleniyordu ama, kimse hazırlıklı olmayı, onun deyişiyle içine sindiremiyordu. Sonunda gerçekle yüz yüze geldik. Ecevit artık eylemli olarak aramızda olamayacaktı. ??? Ecevit’i kimi konularda eleştiren yazılar bu köşede de yer aldı. Gazeteciliğin doğası bunu gerektiriyordu. Aksine düşünmek, bir anlamda Türkiye’nin yaşanılması olanaksız bir ülkeye dönüşmesi olurdu. Herkesin aynı şeyi düşünmesi, yapması, yazması, çizmesi ve söylemesi karanlık bir mağara ortamından farksız olurdu. ??? Bülent Ecevit’in kimliğini ve kişiliğini oluşturmasındaki en büyük etkiyi gazeteciliğinin yaptığını düşünüyorum. Çünkü gazeteciliği bir yaşam biçimi olarak kabul ettiğinizde aslında kolay GEÇMİŞTEN GELECEĞE ORHAN ERİNÇ ca varsıl olamayacağınızı, başınızın zaman zaman derde gireceğini, görüşlerinizin ve kurallarınızın sizce doğru olmasına karşın geçerli sayılmayacağını da kabul etmiş olacaktınız. Ecevit’in 62 yılını gazeteci sıfatını da taşıyarak geçirdiği 81 yılı bu gerçeğin bir simgesi olarak karşımızda duruyor. Kendisi için özellikle vurgulanan “dürüstlük” tanımı ise bir insan için olmazsa olmazlardan biri olmasına karşın yakın siyasal tarihimizin en etkili kara mizahını oluşturuyor. ??? Ecevit’in yanlışlarını gölgede bırakacak üç doğrusu var ki anımsamamak haksızlık olur. Bunlardan ilki, işçilerin çalışma koşullarını ve sendikal haklarını düzenleyen yasaların Çalışma Bakanlığı döneminde yaşama geçirilmiş olmasıdır. İşçilerin haklarından, hele de grev Ecevit’i Uğurlarken den söz etmenin suç sayıldığı dönemi sonlandıran 1961 Anayasası’nın getirdiği demokratik hakların yasalara yansıtılması Türkiye için önemli köşe taşlarından birini oluşturmuştur. Elbette altyapıyı kendisi oluşturmamış, tasarıyı kendisi hazırlamamıştır, ama inancını ve inatçılığını ortaya koyarak sonucun alınmasını sağlamıştır. ??? Kıbrıs Barış Harekâtı, yaşamında yer alan unutulmazlardan bir başkasıdır. Kıbrıs’ta 1963 yılında Türklere karşı başlatılan ve Noel katliamı olarak anılan soykırım girişimine kesin nokta 1974 yılında onun başbakanlığı döneminde konmuştur. İsmet Paşa’nın ve Cumhuriyet gazetesinin hakkını da yemeyelim. Kıbrıs’a şilep ve vapurlarla çıkarma yapılmasının olanaksızlığı güney sahillerimizde yapılan yığınağın kaldırılmasına neden olmuştur. Cumhuriyet gazetesinin düzenlediği “Millet Yapar” kampanyası sonunda yerli yapım çıkarma gemilerinin art arda denize indirilmesiyle 1974 harekâtının önü açılmıştır. O nedenledir ki Ecevit’in ölümüyle Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti de yasa boğulmuş ve bayraklar yarıya indirilmiştir. ??? Zaman zaman laikliğe aykırı bulunan yaklaşımları ve ilişkileri eleştirilere neden olmuştur. Ama siyasal bir simgeye dönüştürülen sıkmabaşı, Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulu’na da sokmayı amaçlayan siyasal girişime karşı takındığı sert tavır belleklerdeki tazeliğini korumaktadır. ??? Gazeteci, şair, politikacı, devlet adamı Ecevit’i yitirmek, Türkiye için büyük bir gerçek kayıptır. Politikacıların aynı zamanda devlet adamı olmaları gereğinin somut örneğini sonsuzluğa uğurlamaya hazırlanırken eşi başta olmak üzere yakınlarına, çalışma arkadaşlarına ve sevenlerine bir kez daha başsağlığı diliyorum. Sinemanın ‘sert adamı’ Palance öldü LOS ANGELES (AA) Oscar ödüllü ünlü ABD’li sinema sanatçısı Jack Palance (87) öldü. Palance ailesi sözcüsü Dick Guttman, sanatçının Kaliforniya eyaletine bağlı Montecito kentindeki evinde öldüğünü belirtti. Sinema dünyasında canlandırdığı sert karakterli tiplerle tanınan Palance, 1952’de Joan Crawford’un karşısında yardımcı oyuncu olarak rol aldığı “Sudden Fear’’ ve 1953 yılında çevirdiği klasik western tarzındaki önemli filmlerden “Shane’’ filminde canlandırdığı silahşör rolüyle tanındı.Palance, 70 yaşında yaşlı bir kovboyu canlandırdığı ‘’City Slickers’’ filmiyle En İyi Yardımcı Oyuncu Oscarı’nı aldı. oerinc?cumhuriyet.com.tr
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle