04 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

14 Tadına doyulmayan olimpik bir öykü ELİF TOKBAY Yaşıtlarının bebekle, oyuncak arabayla oynadığı bir dönemde onun aklında buz pisti ve patenler vardı. Henüz 8 yaşındayken milli formayı giydi, 2 yıl sonra 10 yaşına geldiğinde ise (1995) Balkan Oyunları’nda Türkiye’ye şampiyonluk kazandırdı. Futboldan başını kaldıramayan Türkiye’nin aklına ise geçen yıl İtalya’da düzenlenen Torino Kış Olimpiyat Oyunları’nda 21. sırada yer almasıyla düştü. Ve onun bu başarısını farkeden Amerikan NBC televizyonunun yorumcusu Tom Hammond, Tuğba Karademir (21) hakkında şu yorumu yaptı: “Onunki tadına doyulmayan olimpik öykülerden biri.” Tuğba Karademir daha beş altı gün önce, dünyanın en başarılı sporcularının davet edildiği “Skate Canada Grand Prix”sini 11. sırada tamamlayarak başarı hanesine bir yıldız daha ekledi. Türkiye onun bu başarısına sevindi sevinmesine fakat, uluslararası arenada tüm olumsuz şartlara karşın inatla ülkesini temsil etmeyi sürdüren bir sporcu, sevinç ve gururdan fazlasını haketmiyor mu sizce de? Türkiye’de buz patenine ilginin derecesi malum... Televizyonlarda şampiyonalar yayınlandığı vakit, aile fertlerini ekran başına toplayan bu spor şu günlerde tekrar gündeme gelmek üzere. Çünkü bir televizyon kanalı buz pateni yarışması düzenliyor. Manken, oyuncu ve şarkıcılardan oluşan bir grup yarışmacı, profesyonel sporcularla eş olarak buz üstünde puan toplamaya çalışacak. İnternette dolaşan bilgilere göre juride buzlar kraliçesi Katarina Witt de olacak. Biz de fırsattan istifade Tuğba Karademir’le Kanada’daki yaşamını, buz patenini ve kırgınlıklarını konuştuk... Tuğba Karademir ve ailesinin ise biz sorana kadar bu yarışmadan haberi bile yoktu. Tuğba Karademir, böyle bir yarışmanın Kanada’da da düzenlendiğini ve çok ilgi gördüğünü söylüyor fakat kendisine böyle bir teklif gelmediğini de ekliyor. Patenin Türkiye’deki gelişimi ve sporun sevdirilmesi için bunu bir fırsat olarak gördüğünü de söyleyen Karademir herşeye karşın sitem etmiyor: “Teklif gelirse, okul ve yarış programıma da uyarsa seve seve gelirim. Antrenörümle birlikte gelip oradaki sporcu kardeşlerime yararlı olabilirim.” MİLLİ SPORCU SPONSOR BULAMADI Tuğba’nın şu an için en önemli sorunlarından biri sponsorluk. Milli sporcu kendisine hâlâ bir sponsor bulamadı ve harcamaları ailesi tarafından karşılanıyor. Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü geçen yıldan beri, yıllık masrafı minimum 60 bin doları bulan Tuğba’ya destek olmaya başladı. Fakat olimpiyat oyunlarında devlerle yarışan sporcumuz için bunun ne kadar katkı sağlayacağını varın siz hesaplayın. 1996 yılında buz pateninde ilerlemek için ailesiyle birlikte Kanada’ya göç eden Tuğba Karademir Türkiye’de bu spora ilgi gösterilmemesinden de yakınıyor: “Buz pateni Türkiye için maalesef yeni bir spor dalı. İlk kapalı olimpik tesisimiz 1989 yılında Ankara’da açıldı sanırım. İkincisi biz ayrıldıktan sonra Kocaeli’de açılmış. Devlet ve özel sektor elele verip daha fazla tesis yapmadıkça, yazılı ve görüntülü basın buz patenine daha çok yer vermedikçe yaygınlaşması zor. Örneğin geçen yıl basının gösterdiği ilgi sonucu Ankara’daki buz sarayına aşırı bir ilgi olmuş. Tesis neredeyse talebe cevap veremez hale gelmiş. Buz pateni ile ilgili TRT’nin dışında hiçbir TV kanalı yayın yapmıyor. Burada Kanada ve ABD’de yaz kış TV’de paten programları var, patenle ilgili reklamlar var. Eski ve yeni patenciler, antrenörler refah içinde star gibi yaşıyorlar. Öyle olunca da hem çocuklar, hem gençler hem aileler özeniyor.” Tuğba Karademir Türkiye’de yalnızca futbolcuların ve futbol antrenörlerinin bir şekilde tanınmasından şikayetçi. “Basında sürekli bilmem hangi futbolcu şu kadar milyona transfer oldu, şurada tatil yapıyor, şu kadar paraya şurada şunu aldı gibi haberler çıktıkça artık eskiden illa okul diyen aileler dahi çocuklarını futbola özendiriyorlar. Devlet, özel sektör ve basın öteki spor dallarına da aynı ilgiyi göstermez onlara benzer olanakları sağlamazsa ne buz pateninde ne öteki spor dallarında büyük ve sürekli başarı beklenemez. Ayrıca Türkiye’deki eğitim sistemi de büyük bir engel. Sadece buz pateni değil sanırım tüm sporcular için geçerli bu sorun. Burada eğitim sistemi daha esnek, sporun sadece belli yaşlarda yapılabileceği ama eğitim imkânının her zaman mevcut olduğunu, sporcu sanatçı gibi yeteneklerin her zaman bulanamayacağını görerek destek oluyorlar. Kimse 1617 yaşında liseyi bitirip ille üniversiteye girmek zorunda değil.” Buzdaki kariyeri için Kanada’da yaşamayı seçen Tuğba Karademir, antrenmanlarını yaptığı buz okulunda yılların deneyimine sahip antrenörlerle çalışıyor. Bu okulda kimi antrenör atlamalarda uzman, kimi ayak oyunlarında, kimi dönüşlerde, kimiyse koreografide... Hepsi defalarca yurtdışındaki şampiyonalara katılmış. Kısacası bir sporcunun buz pistinde karşılaşabileceği tüm sorunları, sporcunun psikolojisini çok iyi biliyorlar. Tuğba Karademir antenörlerin birbirleriyle rekabet içinde olmadıklarını, her birinin ekip çalışması içinde olduklarını vurguluyor. Antrenörün birinin sporcusuyla yurtdışına gittiğinde diğerlerinin sporcuları kaldıkları yerden alıp çalıştırmayı sürdürdüklerini anlatıyor. Tuğba Karademir bu sistemin Türkiye’ye gelmesi için daha çok zamana ihtiyaç olduğunu söylüyor. Antrenörlerin hem teknik deneyimlerinin, hem yarışma deneyimlerinin eksik olduğunu, ekip çalışmasının yaygın olmadığını belirtiyor. Çok küçük olmasına karşın buz pateni camiasının bir kavga içinde olduğunu anlatarak bunun sporcuları da huzursuz etmesinden yakınıyor. Tuğba’nın bu anlattıkları Türkiye’den ayrılma nedenlerinin de bir özeti aslında. HER ŞEYE SIFIRDAN BAŞLADIK Bu kadar olumsuzluğa karşın ülkesinden kopamayan, ”Asla Türkiye’yi temsil etmekten vazgeçmeyeceğini” söyleyen Tuğba Karademir, Kanada Milli Takımı’na girme öyküsünü de şöyle anlatıyor: “Kanada’ya geleli 56 yıl geçmişti. Ama Türkiye’de gidip şampiyonada yarışamadığım için Türkiye’yi temsil etme hakkı kazanamıyordum, maddi durumumuz çok kötüydü. Burada herşeye sıfırdan başladık ve yüksek antrenman masrafları da eklenince anlatılamayacak kadar çok zorluk çektik. Şimdi annem ve babamın daha iyi işler bulması sayesinde iyi durumdayız. Ama o ilk 56 yılı hatırlamak bile istemiyoruz. O dönemde federasyondakiler bunları çok iyi bildikleri halde hiç tolerans göstermediler ve ben yıllarca burada atıl kaldım. Sadece antrenman yaparak başarılı olunamaz, yarışma deneyimi çok daha önemli. Kanada şampiyonasına girer ve derece alırsam belki o zaman seviyemi anlar bana sahip çıkarlar diye düşündüm. ..ve takıma girmeye hak kazandım.” Daha sonra Kanada Milli Takımı’ndan istifa eden Tuğba Karademir şimdi yarışmalarda yeterince destek göremediği Türkiye adına yarışıyor. Tuğba önümüzdeki 23 yıl içinde performansını arttırmayı, sıralamasını yükseltmeyi ve 2010 olimpiyat oyunlarında Türkiye’ye madalya kazandırmayı planlıyor. Daha önce “Çoban Yıldızı” adlı parçayla kayan Tuğba, ileriki programlarında arabeske kaçmayan bir Türk müziğini kullanmayı düşünüyor. Tuğba 2228 Ocak’ta Varşova’da, Avrupa Artistik Buz Pateni Şampiyonası’nda yarışacak. 1925 Mart’ta ise Japonya’daki Dünya Artistik Buz Pateni Şampiyonası Tuğba’yı bekliyor. C röportaj ESİNTİLER ZEYNEP ORAL KASIM CUMA Kulağımdan Gitmeyen Sesler… yenler için yardım yapabileceğiniz hesap numarasını yeniden veriyorum: Ziraat Bankası Batman Şubesi. Batman Barosu Sel Hesabı. Hesap No: 46754979 ??? Bugün pazar. Ülkemizdeki tüketimin ne denli çılgın boyutlara ulaştığını, renkli basında, alışveriş eklerinde, televizyon kanallarında izleme günü bugün… Yine bol sıfırlı dolarlı, Euro'lu ayakkabı, çanta, giysi, yeme içme alışkanlıkları saçılacak ortaya… Oysa benim aklımda, okurum olduğunu söyleyen genç bir kadının utangaç sesi… İndirimli fiyatı 6 YTL olan bir kitabı elinde evirip çeviriyor, kararsız gidip geliyordu ki, kasadaki gence dönüp şöyle dediğini duydum: "Acaba 4 YTL’sini kartla, 2 YTL’sini nakit ödesem olur mu? Hem bankadaki hesabım, hem elimdeki nakit çok sınırlı da…" ??? Kitap Fuarı'ndan içimde yer eden bir başka ses: Cıvıl cıvıl, özgüven ve yaşama sevinci dolu Yeliz’in sesiydi. Kitabını bana uzatırken, bıcır bıcır konuşurken, koltuk değneklerine inat çevresine enerji, olumlu düşünce, devinim ve neşe saçıyordu. Yeliz Güllü’nün “Özürlü Olduğum İçin Kimseden Özür Dilemiyorum” adlı (Yakamoz Yayınları) kitabını bir çırpıda, soluk soluğa okudum, yaşam güçlüklerine karşın attığı kahkahalarla coştum, cesaretine ve hayata sarılışına sonsuz saygı duydum! (Ah, kitabın editörleri, keşke bir damlacık özen gösterselerdi yayımladıkları kitabın yazım yanlışlarına!) ??? Sizlerle paylaşmak istediğim bir başka ses Didim’den geliyor. Didim’deki Gazi İlköğretim Okulu sonunda bir kütüphaneye kavuşabildi. Yepyeni, gıcır gıcır kütüphaneleri var ama kitapları yok!: Turhan Gökçe Gazi İlköğretim Okulu Didim – Aydın (Tel: 0256 811 21 20) adresine yollayacağınız kitaplar, inanın, bu ülkede daha aydınlık seslerin çoğalmasına yol açacaktır. Kulaklarınız tüm seslere açık olsun! Hele hele martıların çığlıklarına… [email protected] Faks: +90 0212 257 16 50 K itap Fuarı sona erdi… Oradan izlenimleri, imza günleri sıcaklığını, insandan insana kurulan köprüleri, bir solukta okumaya başladığım kitapları yazacaktım ki, bir martının çığlığı gelip yerleşti yüreğime! Çehov’un “Martı”sında, çok şiirsel, çok hüzünlü, çok etkili bir sahne vardır. Rüzgârlı, yağışlı, acımasız soğuk bir gecede, Nina, (ki o çoktan vurulmuş bir “martı”dır…) ruhu ve bedeni çok üşümüş Nina, Turgenyev’i anımsar ve şöyle der: “…Rüzgârı işitiyor musunuz? Bir cümle vardır Turgenyev’de: ‘Böyle gecelerde, sıcak bir köşesi, bir yuvası olana ne mutlu!’ Bense bir martıyım… Yok, değil… Ne diyordum… Ha, Turgenyev: ‘Tanrı tüm barınaksızların yardımcısı olsun!’… Neyse… Bakın ağlamıyorum artık…” Tanrı tüm barınaksızların yardımcısı olsun… Doğanın değil, “doğal felaketleri” bahane ederek insanın insana yaptığı her kötülükten sonra , yaşanan her acıdan sonra Nina’nın sesi ve tüm yaralı martıların çırpınışları düşer aklıma ve gönlüme… Hayır, doğrusu Güneydoğu’daki sel ve devamında yaşanan ölümler, acılar, yokluklar, yoksulluklar karşısında Başbakan'dan bir Çehov ya da Turgenyev duyarlığı beklemiyordum elbet. Ama yaşananları yok sayıp, medyaya çullanmasını, daha da hiç beklemiyordum! Sel mağdurları için yardım çağrısını, “İnsan insana ulaşır” başlıklı kampanyayı üç gün önce Cumhuriyet birinci sayfasından duyurdu. Keşke tüm medyamız aynı duyarlığı gösterebilse… “Sel bir şehrin yoksullarını aldı. Binlercesi soğukta, ıslak bekliyor. Batman felaketi sosyal adaletsizliğin insanları öldürebileceğini bize bir kez daha gösterdi. Devleti, asli görevi olan, insanlara insanca bir yaşam sunmaya çağırıyoruz. Biz de, toplum olmanın gereğini yerine getirmek için, Doğu’nun Doğusu'ndaki kardeşlerimize destek oluyoruz. Biz biliyoruz ki insan insana ulaşır’’ deniyor, sosyal adaletsizlik bir kez daha vurgulanıyordu çağrıda. İnsandan insana ulaşmak iste Sponsorlara çağrı var uğba Karademir Kanada’da buz patencilerinin T reklamlarda oynadığını ve bu anlamda kullanılabilecek çok malzeme olduğunu söylüyor. Sanatı ve sporu içinde barındıran böyle güzel bir dalda sponsor bulamamasını ise şaşkınlıkla karşılıyor. Sonuçta reklamlara çıkamadığı, hatta kendi ülkesinde düzenlenen buz pateni yarışmasına davet edilmediği için Karademir’in düzenli bir geliri de yok. Dolayısıyla kalıcı bir sponsoru olmadığı için geleceğe maddi anlamda güvenle bakamıyor. “Sponsor firmalar buz pateninin yeterince tanınmadığını düşünüp hitap edecekleri bir kitle olmadığını sanıyorlar. Halbuki buz pateni sanat, güzellik ve sporu bir arada içeriyor. Yurtiçinde ve yurtdışında bu sayede ürünlerini, isimlerini duyurabilecek çok olanaklar var. Üstelik ülkemizde yeni başlayan bir spor dalına destek olmak da bir firmanın vizyonuna olumlu katkıda bulunurdu” diyerek şirketlere çağrıda bulunuyor Tuğba Karademir. Çağdaş Alman Fotoğraf Sanatı: Mesafe ve Yakınlık S B irleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın hazırladığı “2006 İnsani Gelişme Raporu”na göre Türk kadınları siyasal ve ekonomik hayata katılım açısından mercek altına alınan 75 ülke içinde 72. sırayı almış. Kadınlarımız, Mısır, Yemen ve Suudi Arabistan kadınlarını geride bırakırlarken, İran, Sri Lanka, Peru, TrinidadTobago, Bangladeş, Pakistan, Namibya, Moğolistan, Moldova ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin kadınlarının gerisinde kalmışlar. Şu sıralar kamuoyunun gündeminde daha güncel konular ilk sıralarda olduğundan yarın, olmazsa yarından sonra “ulusal refleksimiz” harekete geçecek ve ağızbirliğiyle söz konusu raporu kaleme alanların paylarını vereceğiz. Bunu yaparken öğretmen, hekim kadınlarımızın sayısından söz edecek, en yüksek yargı organlarımızın başında bulunan kadın yargıçlara işaret edecek, üniversite ve yüksekokullarda görev yapan bilim kadınlarımızı göstereceğiz. Kısacası başka konularda hep yaptığımız gibi kadın eşitliği/kadının toplumumuzdaki yeri konusunda da “mutlak” gelişme ile “görece” gelişme kavramlarını birbirine karıştıracak, bu PANO DENİZ KAVUKÇUOĞLU Kadınlarımız Avukat Ünal Yavuz’un Yargıtay’daki savunmasından: “Güldünya’yı küçük kardeş F. yaralamıştır. F. memleketinde ‘Senin kardeşin namussuz’ sözlerine maruz kalmış ve tahriklere kapılarak eylemi gerçekleştirmiştir. Güldünya’nın eylemi aile şerefini lekelemiş, namusunu iki paralık etmiştir. Müvekkillerime tahrik indirimi uygulanmalıdır.” Avukat Mehmet Seyhan’ın Yargıtay’daki savunmasından: “Türkiye’deki yasalara göre namus mefhumu mukaddes bir şeydir. Mahkemedeki sanıklara, yasaları çıkaran milletvekillerine bile namuslarıyla ilgili yemin ettirilmektedir. Namus kavramı ne şekilde ele alınırsa alınsın, cinsellik Türkiye şartlarında başı boş bir olay değil, aynı zamanda boşanma sebebidir. Cinselliğin de bir sınırı vardır. Bir başkasının hürriyetinin başladığı yerde diğerininki biter. ‘Ben istediğim gi raporun gerçekleri yansıtmadığına, Türkiye’de durumun gösterilmek istenenden çok farklı olduğuna ilişkin uzun yazılar kaleme alacak, bu raporun da başka birçok rapor gibi toplumumuzu, ülkemizi, Türklüğü küçük düşürmek amacıyla “kasıtlı olarak” hazırlandığı sonucuna varacak, rahatlayacağız. ??? Bir haber: Bitlisli, 22 yaşındaki Güldünya Tören, 2004 yılında evlilik dışı bir çocuk dünyaya getirdiği için iki erkek kardeşi tarafından sokak ortasında vurulur, fakat ölmez. Kardeşleri, Güldünya’nın kaldırıldığı hastaneye aynı gece bir baskın düzenleyerek öldürme “işini” tamamlarlar. Büyük kardeş müebbet, küçük kardeş ise yaşı cinayet sırasında 18’den küçük olduğu için 11 yıl hapis cezası alır. Karar Yargıtay 1. Ceza Dairesi’nde temyizdedir. bi cinsel hayatımı yaşarım’ denilemez. Bu aileyi de, toplumu da ilgilendirir. Toplum, fuhuş suçunu cezaya çarptırmaktadır. Namus, sanıklar için çok büyük bir kavramdır. F. insanların yüzüne bakamaz hale gelmiş, bu baskı altında olayı işlemiştir.” ??? Toplumumuzun çoğunluğunun kadına bakışı, 10 Kasım 2006 Posta gazetesinden aktardığım yukarıdaki haberdeki gibidir. 22 yaşında, reşit bir genç kadının evlilik dışı bir çocuk dünyaya getirmesi, onun “çevre tarafından tahrik edilmiş” yakınları tarafından öldürülme nedeni olabilmektedir. Toplumumuz bireylerinde kadının cinselliğinin ailenin namusu ile özdeşleştirilmesi genel bir yaklaşımdır. Erkek de bu “namus”un koruyucusudur; bunun için cinayet işlemeyi, katil olmayı göze alabilmekte, kendisini tahrik eden çevre tarafından “saygı” görmektedir. Erkeklerinin, kadınların cinselliklerinin bekçisi olmasının genel kabul gördüğü bir toplumda kadınerkek eşitliğinden söz edilebilir mi? Bir düşünelim istedim. [email protected] on yıllarda özellikle çağdaş sanat yapıtlarının sergilenmesi için alternatif mekânlar olarak karşımıza çıkan endüstri yapıları, hala pek çoğumuz için itici, soğuk hatta mesafeli durulması gereken yapılar topluluğunu çağrıştırıyor. Ancak Tate Modern’e dönüşen elektrik santrali, Berlin’de Hamburger Bahnhof Çağdaş Sanat Müzesi ya da Paris’te Musee D’Orsay olan tren istasyonu gibi pek çok örnekle çoğaltabileceğimiz bu endüstri yapıları, Türkiye’de de son dönemde sıkça dönüşüme uğrayarak özellikle kültür merkezi ve müze olarak kullanılan yapıların başında geliyor. Karaköy’deki Antrepo (İstanbul Modern), Haliç’teki Silahtarağa Termik Santrali (Santral İstanbul) ve Feshane (İstanbul Belediyesi Kültür Merkezi) gibi yapılar artık kullanılmayan endüstri binalarına farklı bir işlev yüklenmesine olanak sağlıyor. Endüstri yapılarını sanatın sergileme mekânı olmadan önce yapıtlarının merkezine taşıyarak bir bakıma çalışmalarının nesnesi konumuna getiren Bernd ve Hilla Becher, bu binalardan söz açıldığında ilk akla gelen isimler oluyor kuşkusuz. 1960’lardan bu yana sistematik bir biçimde 19. ve 20. yüzyılın endüstri yapıları üzerine çalışan ve oldukça yalın bir biçimde ele aldıkları bu endüstri binalarının siyah/beyaz fotoğraflarını tıpkı bir tablo gibi sergileyen Alman fotoğraf geleneğinin önemli isimlerinden Becher’lerin başını çektiği bir sergi bugünlerde izleyicilere sunuluyor. Ünlü çiftin hocalık yaptığı Düsseldorf Sanat Akademisi’sinden öğrencilerin de yer aldığı öğrenciler derken bunların her birinin çağdaş sanatın önde gelen isimlerinden oldukları unutulmamalı çağdaş Alman fotoğraf sanatından bir kesiti içeren sergi Kasım’ın ortasına dek İstanbul Milli Reasürans Sanat Galerisi’nde, Aralık ayında ise İzmir Resim Heykel Müzesi’nde açık kalacak. Bu yıl ilki gerçekleştirilen İFSAK Uluslararası Fotoğraf Bienali’nin bir parçası olan bu sergi, fotoğrafın çağdaş sanat alanındaki yerinin yanı sıra gündelik olan, sıradan görünen mekânlar ve bu mekânlar da yer işgal eden bireyler ve nesneler üzerine odaklanıyor. İzleyicinin sıradan ve gündelik olanı bir kez daha keşfetmesine olanak veren bu fotoğraflar Alman fotoğraf geleneğini kavramak ve bu önemli isimlerin yapıtlarını görmek için yetkin bir sergi. Serginin özellikle deneyim açısından baş aktörleri olan Becher’lere geri dönecek olursak; resim ve fotoğraf eğitimi alan ikilinin endüstri yapılarını fotoğraflama serüveni, 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra hayli önemli bir sanayi bölgesine dönüşen ve çok sayıda endüstri yapısının inşa edildiği Almanya’nın Ruhr Bölgesi’nde başlıyor. 1960’larda yaşanan kömür krizinin ardından boşalarak hayalet yapılara dönüşen bu mimarı belirsiz anonim endüstri yapıları Becher’lerın belgeselci yaklaşımlarının somut göstergeleri ayrıca. Sergi, neredeyse yarım asırdır bu yapılarla içli dışlı olan ikilinin yapıtlarını toplu olarak göstermesi açısından da dikkate değer. Becherlerin Düsseldorf Sanat Akademisi’sinde öğrencileri olan ve sergide yer alan Andreas Gursky, Candida Höfer, Axel Hütte, Thomas Struth, Petra Wunderlich, Thomas Ruff, Simone Nieweg ve Jörg Sasse’nin yapıtları ise her birinin ayrı bir tema üzerine yoğunlaşmış olmaları bağlamında hayli ilgi çekici…. Mekaninsan ilişkisi üzerine odaklanan Andreas Gursky’nin 1991’de St Moritz’de çektiği fotoğraf, serginin en ilgi çekici çalışmalarından biri olarak değerlendirilebilir. Resim tarihinde Velazquez’in yapıtlarında çok sık karşımıza çıkan ve Svetlana Alpers’in “bakıştan ayırmak için gözünü dikmek” olarak tanımladığı yaklaşımın fotoğrafik versiyonu olan bu çalışma, gözünü fotoğrafın dışındaki izleyiciye diken kişinin varlığı ile izlendiğimizin ya da varlığımızın onandığını işaret ediyor. Gursky’den farklı olarak mekaninsan ilişkisine değil, doğainsan ilişkisindeki estetik yaklaşımına dikkat çeken Simone Nieweg ise, bir bakıma insanın müdahale ettiği “doğa manzaralarından” örnekler sunuyor.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle