04 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

2 OKURLARA İBRAHİM YILDIZ C Halkın sesi olaylar ve görüşler KASIM CUMA Ecevit Yetkin Bir Sanat Düşünürüydü R ahmetli Bülent Ecevit’in yakın çevresinde epeyce bir süre bulunmuş olmak, bu satırların yazarının tatlı ve renkli bir yaşam deneyimi paketini oluşturmuştur. 1970’lerde ve bir miktar da 80’lere sarkarak yakın çevresinde bulunanlar için Bülent Bey “genel başkan” idi. O dönemin koşullarında çok önemli bir toplum liderliği ve ülkedeki sosyal uyanışın yönlendiriciliği görevlerini yerine getiriyordu. Ancak bunun yanı sıra aydın bir kişiliğe ve ileri bir sanat duyarlılığına sahip oluşu onu farklı bir genel başkan yapıyordu. Toplumsal düzenleme, siyaset, parti içi meseleler, hükümet içi meseleleri konuşmanın yanı sıra Bülent Bey çevresindeki meraklı ve ilgili olduğunu bildiği genç yardımcılarıyla sanat ve kültürle ilgili konuları görüşecek zaman da hep bulurdu. 17. yüzyıl Hollanda resmine olan tutku mertebesindeki özel merakı, işin eksenine Rembrant’ın koca adını koyarak pek çok kereler kendisiyle tartışma ve görüşme fırsatı bulduğumuz bir konuydu. Rembrant’ın 400. doğum yılı dolayısıyla dünyayı ayağa kaldıran büyük etkinliklerden ve bu arada ülkemizde de yıl dolmadan kotarılmış bulunan Pera Müzesi’ndeki Rembrant desenleri sergisinden söz etmek üzere kafamda bir metin çatarken Sayın Bülent Ecevit’in ölüm haberi geldi. Çok özel ve renkli anıların arasından kendisiyle yaptığımız Hollanda resmi ve Rembrant görüşmelerinin tasarlanan bu yazının ağırlığını oluşturması durumu ortaya çıktı. Bizim kuşağımız ve elbette daha gençler Bülent Ecevit’in sanat düşünürü ve yorumcusu ola PENCERE Cenaze Töreninin Anlamı Erhan KARAESMEN 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı kutlaması halkın katılımıyla büyük bir coşkuya dönüştü. Yurdun her bir yanındaki törenler görkemliydi. Gecegündüz Cumhuriyet Bayramı coşkusu yaşandı. 4 Kasım Cumartesi günü Ankara'da bu kez "Cumhuriyetimiz için halk yürüyüşü" yapıldı. Soğuk havaya aldırış etmeyen on binler, başta kadınlar ellerinde Türk bayrakları, Atatürk posterleri ve gazetemizi taşıyarak irtica ve bölücülüğe karşı yürüdüler. Gazetemizin bir gün sonraki başlığı şöyleydi: Halk uyardı. 10 Kasım, büyük önderin ölümünün 68'inci yıldönümüydü. Mustafa Kemal Atatürk'e yakışır biçimde anma törenleri düzenlendi. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer çarpıcı mesajlar verdi: "Laiklik adam olmaktır" sözüne vurgu yapan Sezer, "Yüce Önder'e göre 20 yaşında bir yobaz ihtiyar, 70 yaşında bir idealist ise gençtir" dedi. O gün on binlerce kişi Anıtkabir'deydi. Halk Ata'ya koştu.. 11 Kasım Cumartesi günü eski başbakanlardan Bülent Ecevit, Ankara'da düzenlenen görkemli bir törenle toprağa verildi. Ecevit, 52 yıllık siyasi yaşamında her zaman doğru bildiği yolda dürüstçe yürüdü. Halktan, emekçiden ve ülke çıkarlarından yana kararlar aldı. 1977 seçimlerinde Ecevit'in liderliğinde CHP yüzde 41.4'le tarihinin en yüksek oyunu aldı. Hastalanmadan önce solda bütünleşme için girişimlere başlamıştı. Ecevit'e gösterilen hakça ve halkın sevgisiydi... 29 Ekim, 4 Kasım, 10 Kasım, 11 Kasım'da halk sokaklarda ve meydanlardaydı. Ve tek bir ses yükseliyordu. Başbakan Tayyip Erdoğan, "Maç sloganı gibi" dese de, "Türkiye laiktir, laik kalacak". OKURLARIMIZA TEŞEKKÜR Cumhuriyet Bayramı'nda gazetemizin manşeti "Tehlikenin farkındayız" şeklindeydi. O gün ilk kez Cumhuriyet gazetesi CD verdi. Kurtuluştan kuruluşa dek geçen süreyi özetleyen belgesel film, okurlarımızdan ilgi gördü. 100 binlik bir satış gerçekleştirdik. 10 Kasım'da ise manşetimiz "Şimdi saat kaç"tı. 29 Ekim'de olduğu gibi yine bir belgesel film hazırladık. Okurlarımız bir kez daha bizi yanıltmadı ve yalnız bırakmadı. 130 bin bastığımız gazetemiz ülkenin birçok yerinde erken saatlerde tükendi. CD'yi bulamayan okurlarımız bürolarımıza ya da İstanbul'daki merkez numaralarımıza ulaşabilir, bulamadıkları CD'yi edinebilirler. İyi haftalar... rak yoğun etkinlik gösterdiği dönemlere yetişemedik. Ankara Helikon’daki yoğun etkinliklerin, sanat yazarları ve kritikleri çevresindeki çalışmalarının değerini anlayabilecek yaşta da belki değildik. Ancak sonraları genel başkan, sanatsal ve kültürel söyleşi zevkini benimle paylaşırken anlattıklarıyla 50’li yılların Ankara’sında ciddi bir sanatsal etkinlik odaklaşması yaşanmış olduğunu büyük keyifle algılayabiliyorduk. Güney ve kuzey ülkelerinde resim sanatında yaşanan güçlü Rönesans hamlesinin hemen arkasından 17. yüzyılın Hollanda sanatı akıl almaz bir yoğunluk ve yaygınlıkla ortaya çıkmıştı. Flemenk Belçika’sında ve Hollanda’da resim sanatının öncelerden beri var olduğu hep bilinirdi. Ama 17. yüzyıl Hollanda resmi farklı bir şeydi. Genel Başkan’la heyecanla paylaştığımız ve onun bilgece tatlı üslubuyla zaman zaman dile getirilen görüşler şöyle gibiydi: Henüz ortada burjuva devrimleri falan yokken ancak denizcilikle bağlantılı ticaretin özel gelişme göstermiş olma ayrıcalığına sahip bir Hollanda’da plastik sanatlara, özellikle resim sanatına büyük bir ilgi yönelmesi yaşanıyordu. Kraliyet çevreleriyle bağlantılı çok varsıl ailelerin bu işlere ilgi göstermesi, biraz da soylu bir görüntü sergilemenin gereği gibi düşünülebilirdi. Ama bunun çok ötesinde düz yurttaşlar ve orta karar bir yaşamı ancak sürdürebilen kişilerde de sanat merakı ve evlerinde sanat eseri bulundurma tutkusu yaygındı. Çok sayıda ressam yaygınca bir sipariş isteğinin keyifli baskısını hissederdi. Bu sadece Amsterdam, Rotterdam ve Den Hague gibi büyük merkezlerde değil bir Vermeer’in, bir Frans Hals’in dehalarının yeşerebildiği Delft ve Haarlem gibi küçük kentlerde de tanık olunan çok özel bir sosyal davranış biçimiydi. Van Ostade, Jan Sten başta olmak üzere yüzlerce yetenekli sanatçı, bu çok keyifli olağanüstü istemcilik baskısının yaratıcılığı dürtüyor oluşundan çok yararlanırdı... Rembrant bu çerçeve içinde farklı ve yüce bir yere sahipti. Çok yüce bir doruk gibiydi. Kilisesaray karışımı çevrelerle bağlantılarındaki talihsiz gelişmelerin yaşamının sonunda Rembrant’a büyük sıkıntılı dönemler geçirtmiş olması sanat tarihinin edilgenlik ve olumsuzluk dolu sayfaları arasında yer almıştır. Bülent Bey ile, büyük yaratıcıların Rembrant örneğinde olduğu gibi zaman zaman büyük güçlüklerle karşılaşmış olmasını uygarlık tarihinin büyük şanssızlıkları olarak nitelerdik. Saygın ve dürüst siyaset adamı, yurtsever aydın Bülent Ecevit’in anısı önünde saygıyla eğilerek. E cevit’in cenazesi cenaze olmaktan çıktı.. Bir Dosta Veda B u yazı, çok eski dostum Bülent ‘e veda yazısıdır. Merhum Ecevit’le arkadaşlığımız 1950’lerde, ikimiz de gazetecilik yaptığımız yıllarda başlamıştı. O Londra’dan dönmüş ve Nihat Erim’in yönetimindeki CHP’nin yayın organı Ulus gazetesinde çalışıyordu. Ben de Milliyet gazetesinde diplomatik muhabirlik yapıyordum. Ecevit, daha sonra “Yeni Ulus” gazetesinde çalışmalarını yazar olarak sürdürdü, o dönemde henüz politikaya girmemişti, CHP içinde fikir planında çalışıyordu. Türkiye 1960’lı yıllarda hızlı değişimler dönemine girdi. Ben Milliyet’in Ankara temsilciliği görevini yapıyordum. Soğuk Savaş dönemlerinde solcu, sosyalist ya da komünist olmak yasaktı ve ülkenin çok geniş bir kesiti tarafından tepkiyle karşılanıyordu. Bu yıllarda CHP zayıflamaya başlamıştı, partinin nasıl kalkındırılacağı düşünülüyordu. 1963 yılının bir cumartesi günü, Genel Başkan İnönü’nün “CHP ortanın solunda bir partidir” açıklaması ülkeyi birbirine kattı, parti içi ve dışında her kafadan bir ses çıkıyordu. Çünkü bu parti için ilk kez “solcu” kelimesi kullanılmıştı. Sosyal demokrat bir yapı ve düşünceye sahip olan Ecevit, bu fikri hemen benimsedi ve parti içinde “sol” fikrine karşı olan Turhan Feyzioğlu, Emin Paksüt ve diğer kişilerle ters düştü. Taraflar arasın İzzet SEDES da çekişme başladı. Ancak ortanın solu fikri siyasal bir hareket olarak giderek güçlendi ve 18 Ekim 1966’da toplanan CHP’nin 18’inci kurultayında Ecevit, ortanın soluna karşı olan Feyzioğlu grubunun muhalefetine rağmen kurultaydan zaferle çıktı ve genel sekreter seçildi. CHP’de bölünme başlamıştı. Ecevit, kurultaydan bir süre sonra Gülhane Askeri Hastahanesi’nde ameliyat geçiren Feyzioğlu’na giderek, partinin zayıflamakta olduğunu, ortanın solu fikrine karşı çıkmamasını, yeni bir politika izlenmesi gerektiğini söyleyerek Feyzioğlu’nun başı çekmesini istedi, ancak merhum değerli profesör, İnönü’nün kendi istemediği bir kişiye destek vermeyeceğini söyleyerek öneriyi reddetti ve bir süre sonra da CHP’den ayrılarak 47 milletvekili ve senatörle Güven Partisi’ni kurdu. Şimdi burada size anlatacaklarıma inanmakta güçlük çekebilirsiniz. O yıllarda Ecevit için “Bu adam komünist, tehlikeli adam” diye, Ankara’da düşünen çok kişi vardı. CHP Genel Sekreteri’nin Amerikan Haber Merkezi (USIS) tarafından yayımlanan “Quarterly News” dergisinden okuyarak öğrendiği ve Güney Kore’de toprak reformunun yapılmasında kullanılan “Toprak işleyenin, su kullananın” deyimini kullanması bardağı taşıran damla oldu. İnsanların bir kısmı adeta çılgına dönmüş ve Ecevit’i komünist olmakla suçlamaya başlamışlardı. O dönemlerde bana “Bu adamı destekleme, bu gazeteci parçası tehlikeli bir adam, sen istikbali parlak bir gazetecisin” diyen, burada adlarını vermek istemediğim birtakım önemli görevlerde kişiler çoktu. Hatta bunlardan bazıları, daha sonraları Ecevit hükümetlerinde bakan dahi oldular ve doğal olarak yüzüme bakmakta güçlük çektiler. Ama bunlar politikacı idiler... İşte Ecevit, bu gibi politikacılar ve olaylar arasından son derece dürüst ve namuslu bir politikacı olarak yetişti ve yükseldi. Devletin başında bulunan kişiler için “namuslu, dürüst” olmak bir meziyet değildir, doğaldır. Bu düzeyde namus bir nitelik değildir, aksi düşünülemez dahi ama... Ecevit, ayrıca başbakan olarak Strasbourg’da Avrupa Konseyi’nde, gerek parlamentoda, gerek şerefine verilen yemekte yaptığı konuşmalarda, yabancı dili çok düzgün konuşması ve çağdaş fikirleri ile çok beğenildi ve takdir edildi. Başbakan yardımcısı olarak Çin’e yaptığı resmi ziyarette de, doğunun bu büyük ülkesinin devlet başkanı, tüm protokol kuralları dışına çıkarak Ecevit’le tanışmak istemiş ve kendisini Pekin’deki sarayına davet ederek, bir saatten fazla hasbıhal etmişti. Yani Ecevit, yalnız ülke içinde değil, ülke dışında, batı ve doğuda da çok beğenilen bir Türk politikacısı idi. 1960 Londra Anlaşması’na göre, garantör devletin hükümet başkam olarak 1974 yılında Kıbrıs çıkarmasına karar vermesi ve hakkımızı araması karşısında dünya ses dahi çıkaramamış, hatta yabancı devlet yöneticileri resmen söylememekle beraber, bu kararı haklılıkla karşılamışlardı. Çıkarmanın 3’üncü günü, Ankara’ya gelmiş ve de Başbakanlık’ta kendisini ziyarete gitmiştim. Odasında Dışişleri Bakanı merhum Turan Güneş ve Basın Yayın Bakanı Orhan Birgit de vardı. Bir ara telefonu çaldı, ABD Dışişleri Bakanı Kissinger arıyordu. Ecevit’ten ordumuzun adadaki harekâtını artık durdurmasını ve Yunanlılarla görüşmesini istedi. Yoksa müdahale etmek zorunda kalacaklarını söyledi ama aynı zamanda Ecevit’e olan beğenisini de ifade etti. Son yıllarda kendisiyle sık görüşemedik. Ancak şimdi geriye baktığımda, Türk siyasi yaşamına çok olumlu katkıları olan bu eski dostuma, güzel anılarımızı düşünüp, huzur içinde yatmasını ve sevgili eşi Rahşan Hanım dostumuza da başsağlığı ve sabır diliyorum. AB Gerçeği ve Türkiye! vrupa’da siyasi birlik arayışlarının 350 yıllık bir geçmişi var!.. Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra tümüyle ABD etkisine giren dünyada, bugün yeni denge arayışları gündemde!.. AB’nin yapılanması devam ediyor!.. Ve bu arada Türkiye’nin AB’ye üyelik gayretleri de sürüyor!.. 8 Kasım 2006’da yayımlanan “İlerleme Raporu ve Stratejik Belge”, ABTürkiye ilişkilerine yeni bir boyut getirdi. Müzakereler tehlikeli bir noktaya geldi. AB’nin temel talebi; Türkiye’nin “Gümrük Birliği Anlaşmasına Ek Protokol” gereğince deniz limanlarını Rum bandıralı gemilere; hava limanlarını ise Rum bayraklı uçaklara açması!.. Türkiye; Rum Yönetimi’nin tanınması anlamına gelecek ve karşılığında belki de hiçbir getiri elde edemeyecek bu hareket tarzından uzak duruyor. Rumlar ise, AB tarafından alınmış “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti üzerindeki tecridin kaldırılması” yolundaki karara rağmen ileri adım atmıyorlar. Finlandiya Dönem Başkanlığı, Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs Rum Yönetimi arasında uzlaşma sağlamak amacıyla bir girişim başlatmış bulunuyor. Magosa Limanı, Maraş Bölgesi ve Ercan Havalimanı’nı gündeme getiren bir planın varlığından söz ediliyor. Ama Türkiye açısından ödün içerikli olduğu söylenen plana ilişkin henüz açıklanmış bir metin yok!.. Yeni belgeye göre, “Kıbrıs”tan sonra ikinci temel sorun, “düşünce ve ifade özgürlüğü alanındaki yetersizlikler”. Bunu “askersivil ilişkileri”, “azınlık hakları”, “dinsel özgürlükler” ve “yargı bağımsızlığı” alanındaki sorunlar izliyor. Raporda “Güneydoğu” da değinilen konular arasında!.. Ve satır aralarında, Türkiye’de “Lozan’da belirtilenlerden farklı azınlıklar”ın bulunduğu vurgulanıyor!.. AB Komisyonu, belirlenen sorun Bir tarihsel olaya dönüştü.. Anlamı ne bu olayın?.. ? Ecevit son seçimde ‘bizzat’ halkın oylarıyla tasfiye edilmemiş miydi?.. Halk cenaze sandukası yerine seçim sandığına ilgi gösterseydi, daha iyi olmaz mıydı?.. Cenaze törenine katılan halk kitleleri ne demek istiyorlardı?.. Halk Ecevit’ten af mı diliyordu?.. Bağışlanmak mı istiyordu?.. Pişmanlık duygusu mu ağır basmıştı?.. Ortada çözülmesi gereken bir bilmece var... Halk, Ecevit’in kişiliğine ölümünün ardından yeniden yönelirken ağır basan çekim gücü nereden kaynaklanıyor?.. ? Soruya yanıt verebilmek için, Ecevit Başbakanlık’tan ayrıldıktan sonra Türkiye’de ağır basan ve de elle tutulur gözle görülürcesine somutlaşan olayların altını çizmekte yarar var... Yolsuzluk.. Hırsızlık.. Rüşvet.. Yüzsüzlük.. Yalakalık.. Dış güçlere dalkavukluk.. İç politikada dincilik.. Takıyyecilikle ikiyüzlülük.. Kabalık.. Koltukta kalmak için yabancıya yaranmak siyaseti, Türkiye’de yaşanan hayatı soluk alınamaz bir ortama dönüştürdü... İktidar ve çevresinde dürüst, temiz, içi dışı bir adam bulabilmek için Diyojen gibi elde fener arayışa çıkmak gerek... ? Peki, Ecevit simgesi nasıl oluştu?.. Ecevit temizdi.. Dürüsttü.. Yolsuzlukla uzaktan yakından ilgisi yoktu.. Kaba değildi.. İnsandı.. Dış güçlere karşı tutum ve davranışıyla ülkenin onurunu koruyordu... Alçakgönüllüydü.. Yaşamında gösteriş, hava basmak, edepsizleşmek, hamhalatlık, külhanbeyliğe özenti, güçlüye yaranmak gibi bayağılıklar yoktu... Müslümanlığını siyasete yatırım yolunda kullanacak bir kişi değildi.. ? Halk son seçimde Ecevit’e oy vermedi... Ama Ecevit’ten sonra Türkiye’nin içine düştüğü çukuru görüp yaşayınca Karaoğlan’a vicdan borcunu ödemek istedi... Türkiye Ecevit’ten sonra gelen takıyyeci iktidarla içine düştüğü siyasal ahlaksızlık çukurundan çıkmak zorundadır... Şekspir’in deyişiyle “var olmak ya da olmamak” sorunu bu... A O. Doğu SİLÂHÇIOĞLU ların çözümüne ilişkin Konsey’e sunulmak üzere henüz bir tavsiye kararı almış değil. Bunu, 14 Aralık’ta gerçekleştirilecek devlet ve hükümet başkanları doruğu öncesine bıraktı. Bu tarihe kadar Türkiye tarafından çözüm için bir adım atılmadığı takdirde, Komisyon’un Konsey’e götüreceği önerinin ne olabileceği yolunda değişik görüşler var. Bunlar arasında, “müzakerelere belli bir süre ara verilmesi” ya da “müzakerelerin belli başlıklar içeren bir bölümüne ara verilmesi” de seçenekler içinde yer alıyor!.. “Müzakerelerin askıya alınması” ise olasılık dışı! Çünkü bu uygulama, yalnızca ağır ihlallerin ortaya çıkması halinde ve de üye ülkelerden birinin önerisi üzerine Konsey’in alacağı karara bağlı. Türk hükümeti dayatmaları kabul etmektense, kendisi için uygun olacak bir seçeneğin Konsey tarafından kabul edilmesi beklentisi içinde! Doğru bir yaklaşımla, Kıbrıs Türkleri üzerinde var olan tecrit kalkmadıkça, adım atmamaya kararlı! Bunu 2007 seçimleri sonrasına ertelemeye niyetli görünüyor. Ne var ki anlaşmazlığın bu noktaya gelmesinde de ihmali büyük!.. Şimdi değişik olasılıklar gündemde. Avrupa Komisyonu Başkanı Barosso: “15 Aralık’a kadar Türkiye’nin limanları Rum mallarına açılmalı”, “Limanların Rum mallarına açılması yasal yükümlülüktür”, “Kıbrıs sorunu sürse de Türkiye ile müzakereler devam edecek” derken, Konsey’in muhtemel tavrını gözler önüne seriyor. Avrupa’da Türklere ve Türkiye’ye ilişkin çok farklı değerlendirmeler var!.. Siyasiler arasında Türkiye’nin bölgesel önemini kavrayarak, bugünkü yapısıyla varlık sürdürmesi gerektiğini görenler olduğu gibi; birçok alanda yeniden şekillendirilmesi gerektiğini ileri sürenler de var!.. Sevr’in koşullarını örtülü şekilde gündeme getirenler de var!.. Türkiye’ye egemen olmayı amaçlayan bu çevreler, ona yeni bir siyasal şekil vermeyi düşlüyorlar. Bu düşüncenin AB içinde taraftarları olduğu gibi, Türkiye’de de yandaşları var. Türkiye’nin AB’ye üye olması ya da olmaması iki taraf açısından da fazla bir önem taşımıyor!.. Hedef; ortak amaçların gerçekleştirilebilmesi!.. Ve bu yoldaki çabalar, Türk insanına demokrasi ve özgürlük adına sürdürülmekte olan bir mücadele olarak gösteriliyor!.. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesi; halk egemenliğine, bağımsızlığa, çağdaşlığa ve laikliğe dayanıyor. “Tekil devlet” yapısı esas alınmış!.. Türk ulusunun ortak umudu ve beklentisi; Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığının bu yapıyla devam etmesi!.. Bu umut ve beklenti içinde, “Atatürk İlke ve Devrimleri”, Türkiye Cumhuriyeti’ni bugüne taşıyan en güçlü ortak paydayı oluşturmuş!.. Türkiye’de bu ortak paydayı savunan kurum ve kuruluşlar, yasalarla belirlenmiş görevleri gereğince onun aşındırılmasına karşı koyuyorlar. Bu ortak paydayı güçsüzleştirme girişimleri önünde bir set oluşturuyorlar!.. Egemen güçler, Türkiye’nin ortak paydasını savunan bu kurum ve kuruluşları etkisiz kılmadıkları sürece, Türkiye’yi siyasal açıdan şekillendirebilmenin mümkün olamayacağını anlamış görünüyorlar. Yerli ve yabancılardan oluşmuş bir ittifak, bu yolda engel gördüğü her hedefe saldırıyor. Aydınlanmayı, çağdaşlaşmayı, özgürlüğü, demokrasiyi, laikliği, bağımsızlığı, halk egemenliğini, tekil devleti bir değerler manzume si olarak kabul eden ortak paydayı; yani “Atatürk İlke ve Devrimleri”ni, her nasılsa AB yolunda bir engel olarak niteliyor! Ulus tümlüğü ve ülke bütünlüğü tehlikeye girmeksizin, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda yer alan temel nitelikler esirgenmek koşuluyla gerçekleştirilecek bir AB üyeliği (eşit üyelik), çağdaş uygarlığın ötesini hedefleyen bir Türkiye için uygun bir hareket tarzı olarak görülebilir. Ancak, bu yolda atılan adımlar, tam üyelik gerçekleşmediği takdirde, Türkiye’yi artık geri dönüş yapamayacak kadar uzak bir noktaya götürmemeli; üstlenilmiş ya da yerine getirilmiş sorumluluklar, Türkiye’nin varlığını bugünkü yapısıyla devam ettirmesi önünde engel teşkil etmemelidir. AB’ye üyelik sürecinde en tehlikeli sonuç; bu uğurda gerçekleştirilen girişimler sonrasında, Türkiye’nin “ulus tümlüğü”nü sürdürmede ve “ülke bütünlüğü”nü esirgemede, çözümü olanaksız sorunlarla karşı karşıya kalmasıdır! Bugün bu tehlikenin varlığına işaret eden gelişmeler yaşanmaktadır!.. Türkiye, AB yolunda alacağı kararlarda, kendisine her zaman doğru yolu öğütlemiş bir sese kulak vermelidir: “Avrupa’nın bütün ilerlemesine, yükselmesine ve medenileşmesine karşılık Türkiye tam tersine gerilemiş ve düşüş vadisine yuvarlanadurmuştur... Artık vaziyeti düzeltmek için, mutlaka Avrupa’dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine göre yapmak, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi birtakım zihniyetler belirdi... Halbuki hangi istiklal vardır ki, ecnebilerin nasihatleriyle, ecnebilerin planlarıyla yükselebilsin? Tarih böyle bir hadiseyi kaydetmemiştir.” ATATÜRK, 6 Mart 1922, TBMM. CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle