17 Haziran 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Prof. Dr. Necdet ADABAĞ Bilişim alanındaki kalkınmasıyla adından söz ettiriyor… C S TRATEJİ 15 yarı uykulu yarı uyanık gözlerimizi dayadığımız camların arkasındaki manzarada bizi en çok etkileyen bu hanımların çarşı ortasından geçen derenin kenarına ilişerek gereksinim gidermesinden çok o işi yaparken içinde bulundukları rahatlıktı. Erkeklere de rastladım. Bu yazıyı okuyacak olan kimi okurlar benim Türkiye’de sırça köşkte yaşadığımı sanacak. Türkiye’den habersiz Hindistan’ı anlattığımı düşünecekler. Öyle değil doğal olarak. Bu satırların yazarı Ankara’ya her gelişinde yirmi dört saat kara trenlerin kahrını çekmiş bir insandır. Susuz trenlerin ne olduğunu; geçtiğimiz köy ve kasabalarda gazete isteyen ya da trenleri taşlayan çocukları yakından bilen bir kişidir. Baskil istasyonunda kıymalı ekmek satan yaşlı kadını ya da Ergani istasyonunda kaval çalan görme özürlü adamı... Yüzündeki duman karasıyla faytona atlayıp özlem gidermek için evine koşan ve trenin her türlü kir ve pasağını üzerinden atmak üzere banyoya soktuğu adam da benim. Ama bugün trenleri anlatmak yetkisini kendimde göremiyorum çünkü en az yirmi yıldır komünist işi(!) diye trene binmiyorum. N’olur n’olmaz durup dururken herkesin din imandan söz ettiği bir dönemde bize mi düşer komünist olmak… İşin doğasına aykırı olan, dünyanın neresinde olursa olsun; hangi ulus söz konusu olursa olsun insanların böylesi koşulsuzluklar ve insanın layık olmadığı bir dizge içinde yaşamaya mahkum edilmiş olmasıdır. Hindistan’ın durumu içler acısıdır. Bağımsızlıktan bugüne yaklaşık altmış yıl geçmiştir. Değişen ne olmuştur. İngilizlerin yaptığı tren yolları da olmasaydı bugün Hindistan’da ulaşım nasıl sağlanacaktı diye sormak geliyor içimden… Yok mu kimse bu insanların elinden tutacak? Egemen sınıfların işlerine mi gelmiyor acaba yaralara parmak basmak? Bu soruları sormak acıyı, iç ağrısını, açlığı, yoksulluğu gören ve bilen herkesin hakkı olduğunu söylemek istiyorum. Bu sorulardan kaçmak yok. Tersine insanlığımızdan kaçmak demektir. Bu, Hindistan’ın gerçeğidir demek kolaycılıktır. Değişmeyecek, anlamına gelir. Oysa değişmelidir. İçimizde duymamız gereken gerçek yoksulluğun, acının, köleliğin mutlaka değişmesi gereğidir. Kırsal alandan kentlere doğru yol almak demek daha uygar alanlara yönelmek anlamını taşır. Bizde böyledir. Kentler köylere göre daha kalkınmıştır. Hindistan’da da öyle. Ne ki, kimi semtleri ya da yöreleri köylerden de beter. Dahası, çok daha kalabalık yoksul halk ve dilenen insanların var olduğu bölgeler olarak karşımıza çıkmıştır. Kentleri Yeni Delhi’den dolaşmaya başlamıştık. Kente girer girmez ilk olarak dikkatimizi çeken insanların gelişigüzel, istedikleri biçimde tuvalet gereksinimlerini giderdiklerini görmek Hindistan’da oldu. Böylesi bir yoksulluk nemelazımcılık başka en büyük bir yerde var mıdır, sorun... bilmiyorum. Bir başka dikkat çeken şey, tüm arabaların sürekli korna T ren penceresinden buğulu bir Hint sabahını izlerken sis perdesini yararak pirinç tarlalarını aydınlatan günün ilk ışıkları arasında yeşile doymak bilmeyen yüreğimi altüst eden ve sonsuzluk arayan gözlerimi karartan manzaralar karşısında sarı, yeşil ve mavi karışımı çevresel bir varsıllık içinde yeni bir güne gözlerimi açmak mutluluğuna erişmiş olmama karşın gene de hüzünlendim. İnsanoğlunun yüzyıllar boyu verdiği savaşıma karşın daha bugünlerde böylesi yaşam koşullarına boyun eğip, bir kabullenme içine girdiğine tanıklık etmek ve tüyler ürpertici yaşam koşulları içinde dayanışmasız, yapayalnız kalışını izlemek ne denli iç ağrısı yaratırken yüreğimde; içine düştükleri işkencede onlara yazgı yoldaşı olmamak gibi bir fırsatı yakalamış olmaktan duyduğum bencilce bir mutluluk vardı gözlerimde. Bir yanda çağdaşlıkta adı geçmeyen ilkel koşullarla boğuşan ve artık bu koşulları önemsemeyen insanlar, öte yanda uzaklıkları yakınlaştıran ve yüz kilometrenin üstünde hız yapan çift hatlı, elektrikli trenleriyle çağdaşlığı yakalamaya çalışan bir gerçeklik karşısında yaşanan çelişki içinde gelgitler girdabında çalkanırken nerede olduğumuzun ayrımına varmaya çalışıyorduk. O hızlı trenin içinde yaşanan gerçek de bizi bambaşka yerlere götürüyordu. O hızlılığa karşın kuşetli vagonlarının kapısız kompartımanlarıyla küresel dünyanın insanlarını kompartımandaki beş kişi yetmiyormuş gibi koridorlardaki yolcular ve gecenin geç saatlerine dek gelip geçen seyyar satıcılarıyla içli dışlı yapan trenlerin içinde bulunduğu kirli, pasaklı ortamları ve susuz tuvaletleri, trenlerin hızlılığına karşın, bir an önce varmaya çalıştığınız yere varmanın olanaksızlaştığını anımsatır gibidir. Uçsuz bucaksız bir yolculuğa çıkmış gibi olursunuz. Treni durdurup inmek ve gecenin karanlığında yitip gitmek gelir içinizden. İnsanlık adına duyduğunuz utanç duygusu ağır basmaktadır. İnsanlığı böylesi koşullara mahkum eden yaşam anlayışına kahretmektesinizdir. Ancak sürdürmeniz gerekmektedir bu yolculuğu. Tanımak ve bulgulamak istediğiniz sürece; gerçeğe yakın olmak ve gerçeği kucaklamak için yoktur başka bir yolunuz. Gelişmiş olan demiryoludur. Karayolları gidilmez yollardır. İstasyonlar koca dev tesislerdir, İngilizlerin ürünü. Ama istasyonların içinde yaşananlar, milyonlarca Hintlinin yaşam biçimidir. İstasyonlar oldum olası evsizlerin, kimsesizlerin barınağı olmuştur. Oralardaki böylesi bir kalabalık dünyanın hiçbir yerinde yoktur belki de. Her türlü yaşam biçimine orada tanık olmak Hindistan’dan izlenimler Bilişim alanındaki atılımları ile bilinen Hindistan, henüz potansiyelinin küçük bir bölümünü kullanabiliyor. Birçok çelişkinin bir arada yaşandığı Hindistan’da, toplum sistemi, İngiliz döneminden kalma yöntemlerle işliyor. mümkün. İnsanlık dramının oynandığı koca bir tiyatro sahnesi sanki. Berberinden, kahvecisine; muhallebicisinden kebapçısına… Aydınından halk adamına. Ve cüzamlısına kadar. Ve doğal olarak dilencisinden, kafasındaki bitleri ayıklayan ve ayıklatanlara kadar… VIP salonundaki farelere kadar. Farelerle köşe kapmaca oynayan biz korkaklara kadar; fareler kafalarını uzattıkça bizim kız öğrencilerin feryatlarına ve bavulların üzerine tırmanışlarına; Hintlilerin, farelerin karşısındaki çekingen ve ürkek davranışımızdan ötürü düştükleri şaşkınlığa kadar. Dahası, bize eşlik eden rehberin, sevimli farelere karşı takındığımız soğuk ve yabanıl(!) tavrımız karşısında "Ne o ülkenizde fare yok mu?" sorusunun ardından bu kez bizim büyük bir şaşkınlık yaşadığımıza… Ya da trene bindiğimizde artık farelerden kurtulduk derken yoldaş olmamıza kadar… Ama kırsal kesimden en ilginç fotoğraf dere kenarında gereksinimlerini gideren hanımların verdikleri fotoğraftı. On beş saatlik tren yolculuğunun ardından sabahın erken saatlerinde
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle