Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Romanda kurmaca evren serüveni... Sanatın kendi nesnesine dönük arayışı, dallarla türlerdeki açılımları, üretim örnekleri başlı başına zenginlik yelpazesi... Bu bağlamda her öyküroman kurduğu evrenle, yarattığı kişilerle bizi kendisinde tutmayı amaçlayan çabasıyla dikkat çekiyor. A nlatı evreni nasıl kurulur, kurulurken nasıl benzersiz kuyum işçiliği sergilenir, pek çok açıdan nasıl bir simya hüneri gösterilirse anlatı kişisi de bununla uyumlu kurmaca matematiğinin karakteri olarak canlanır, soluk alıp vermeye başlar. Yazarın yalan söyleme becerisidir bu. Yazınsal büyü, bu becerinin eksiksiz yerine getirilmesinde, bundaki inandırıcılıkla ortaya çıkıyor. Yazar, öyle bir yalan yazmalı ki, herkes bu yalanın çevresinde olgusal gerçekliği yeniden kurabilsin. Öyleyse gerçektenlik duygusu sürekli diri tutulacak, anlatılan her neyse, bu, “gerçekten daha gerçek”miş gibi bir algı yaratacaktır. İşte okur, bu yolla evreni, tüm hayatı, bu arada yaşamını, yaşamdaki anlar yumağıyla bunun işleyişini, kendi dışında olup biteni anlayıp, yorumlayıp gerçekliği yeniden yapılandırabiliyor. Üstelik bizi, âdeta bir yalanın, daha doğrusu kurmacanın içinde rol aldığımıza, biçilen rollere uygun yaşam sürdürdüğümüze inandırıyor yazar. ROMAN ARACILIĞIYLA ROMAN YAZMAYI DA YAZMAK Bu konuları kendisine sorunsal bağlamında alıp bunu kurmacayla yapılandıran, işleyen anlatılar yok değil. Gerek bizde gerek öteki dillerde edebiyattan tiyatroya, sinemaya, resimden müziğe yüzyıllardır sanatın doğrudan kendisini işleyegeldiği bir eğilim de sürüyor. O zaman şairyazar, oyuncuyönetmen, ressam, müzisyen vb. söz konusu kurmacalara bir biçimde kendisi de katılmış oluyor. Bunlar arasında, yazılı anlatılarla karşımıza çıkan örnekler, popülerleştikleri oranda yaygın bilinirliğe ulaşıyor. Sözgelimi, Velázquez’in ünlü Nedimeler tablosunda sergilediği yaratıcılık olgusunun, büyüyle karılarak yükselmesi, Aydın Şimşek sanatçının kendi sanatına dönük yapıp etmelerine, çalışmalarına böylesi yaklaşımı bütün dallarda sanatçılar için ana sorunsallardan biri haline geldi hep. Ancak yazınsal anlamda roman türü, doğrudan ele alıp anlatıya yerleştirdiği için, yazarı soyutlayımdan, dönüştürümden geçirerek önümüze getirişiyle yoğun ilgi görüyor. Son olarak şair Aydın Şimşek, yayımladığı ilk romanıyla bizi bu estetik sorunsalla bir kez daha yüzleştiriyor: Kopuk ve Hiç (Destek, 2017). AYDIN ŞIMŞEK: ‘KOPUK VE HIÇ’… 1990 sonrasında sanat, estetik, siyasa temelinde gündemine alıp tartıştığı kuramsal çalışmalarıyla kendini gösteren Aydın Şimşek, etkinliklerini, “yaratıcı yazar” odaklı eylemli çalışmalara da kaydırdı sonradan. Nitekim Ankara’da, İzmir’de bu yönde çalışmalarını sürdürüyor. Kopuk ve Hiç’te ergen aşklarıyla yüzleşen, kendini gösterme tutkusuyla yaşam karşısında “kopma”lar yaşayan on yedi yaşında üç gençten üçüncüsü, birlikte kararlaştırdıkları intihardan ötekilerini kurtaramayışın baskısını yaşarken, deliliğin sınırlarında gezindiği bir evrede ne olduğunu anlayamadan bu kez de siyasal eylemlerin militanlığına kayar. Dönem 12 Eylül’e doğru koşmakta, yoğun anafor, yaşamı olduğu gibi bundan damıtılacak sanatı da kuşatmaktadır. Hayatın eşiğindeki o ilk kopuşla ne yaptığının bilincine varamadığı siyasal eylemciliğin “hiç”liği arasında, bunların temellendirdiği dürtüyle roman yazmaya soyunmuştur roman kahramanı. Bütün yaşananlar, “kopukluk”“hiçlik” sarmalında gidip gelecek, bunun belirleyici “keder”i eşliğinde yaşanıp sürdürülecektir artık. Bu daraltıcı yaşamı biraz olsun ferahlatan kadınlardır. Bir de aşk duygusu tabii. Biz, romanın ilk dörtte birlik bölümünde yalnızca bu delikanlının kopuşla hiçlik arasında sıkışıp kalmışlığını okuruz. Anlatıcı yazarın, roman kişisinin doğrudan yaratıcısı konumuyla romana katılışı sonrasında anlatı, sıklıkla geri dönüşler, sıçramalar eşliğinde gelişerek, buna yer yer eklenen salkım hikâyelerle akar. Hoş, ilk bölümlerde roman kişisinin de sonraki yıllarda romancı karakterin yaptığına benzer yaklaşımla, ancak eylemlilik halinde, özöyküsel bakış kadar delikanlılıktan yansıyan dışbükey bir elöyküsel bakışla olaylara yaklaştığı, bunları pekiştirdiği görülür. Demem o ki yazar, kendisini gizlese de daha en başından romana girmiş bir görüntü verir. Anlatıcının roman yazarı olarak araya katılmasından önce, bu yönde alabildiğine ağırlık duyumsatılır satırlar arasında. Yapıt, anlatı evreniyle kişilerin “kendi olmak”lığı kadar yazının “kendi olmak”lığını aynı odağa oturtur sonuçta. Yeşilırmak yayındaki bir kasabada yaşanan bu gerçeklik, taşra bungunluğunu deşip “yazının yaratıcılığı”nı odağa alan, sonuçta “yazma sanatı” sorunsalına dönük roman eylemi bağlamında alınabilir bana göre. Bu sorgulamanın “asılı kalmış” olmaktan kaynaklandığı açık elbette. Yazarlıkla yaratıcılık olgusu birlikte ele alınmaya koyulduğunda, anlatıyı sürdüren karakterin yazıya ya da kendine dönük sorgulayışında bir deneme tadının, alttan alta da olsa kendini duyurduğu görülebiliyor. Okur, roman boyunca anlatıcı yazardaki yaratıcı yazarlık kavrayışının, dehayla delilik arasında boyunduruğa koşulu bir sarkaç salınımıyla yol aldığını okuyor, böylesi “anlatı ormanı”nda yolculuk yapıyor. n ÖYKÜDENLİK… Nilüfer Altunkaya; ‘Sen Buralarda Yokken’… 10 yıl kadar önce öykülerine değindiğim Nilüfer Altunkaya, bu kez farklı akışta bir öyküler demetiyle geliyor: Sen Buralarda Yokken (Alakarga, 2017). Tümü de has öykü kumaşıyla gelen bu anlatıları roman niyetine okuyanlar çıkabilir. Oysa bunlar, Yörüklerin aynı kökboya kazanında renkleri birbirine karıştırmaksızın boyama hüneri sergileyişine benzer biçimde bir kimya barındırıyor. Böylesi öyküleme, hünerli, tıkır tıkır işleyen bir yerleştirim gerektiriyor. Çünkü roman evrenlerindeki salkım hikâye öbeklerinden çok farklı olarak öykü de kökgövde halinde kendi yazınsal genetiğinin tipik formunu yansıtabileceği gibi bağlamlı, zincirlemeli, ilmekli biçimlerle de karşımıza çıkabilir. Ayrı bir yazının konusu öykü biçimleri. Nilüfer’in öyküleri, ilmekli örnekler olarak alınabilir. Ancak öyküler, roman bağlamında okunmayı hak ediyor değil. Daracık oylumuna karşın, alabildiğine kucaklayıcı yaklaşımla küçük insanların çevrelerinden getirdiği yaşantılar, oluntular eşliğinde okuru esenleyen bir öykü yelpazesi sunuyor yazar. Arada “Çukur” gibi melodrama kayan uçlar ortaya çıksa da duygululukla duyarlığı aynı boyundurukta birbirine bağladığı öyküleriyle etkileyici bir hava yaymayı başarıyor böylece. Kimi gazetelerin hikâye edişine benzer bir anlatıdan esintiler sızsa da genelde hikâyeyi taze bir havada yeniden kurup çatmayı, yapılandırıp seslendirmeyi biliyor Nilüfer. Yapıt da böylece alçakgönüllü öykü şölenine dönüşüyor kolayca. Hemen her kesim okurun beğenerek okuyacağı bir öyküler toplamı Sen Buralarda Yokken. n www.sadikaslankara.com, her perşembe öyküroman, tiyatro, belgesel alanlarında güncellenerek sürüyor. 14 18 Nisan 2019