29 Nisan 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Tanpınar ve Kemal Tahir Önceki kuşaktan Tanpınar’ın, sonraki kuşaktan Kemal Tahir’e oranla daha yeni bir roman anlayışından etkilenmiş olması ilginç sonuçlar doğurmuştur. Kemal Tahir’in salt romanı seçmiş bir yazar olması ise, roman tekniği konusunda daha “idmanlı” olmasını sağlamıştır. “Medeniyet krizi” “doğubatı sorunu” “yerellik sorunu” sözkonusu olduğunda ise, belirgin farklılıklara rağmen, iki yazarı ortak payda içinde düşünmek mümkün. İlginçtir, edebiyatımızda roman mimarisi üzerinde en çok düşünmüş yazar, kültürel / siyasal iletileriyle daha çok gündem olmuş Kemal Tahir’dir. Bu özelliği, daha onun köyü anlatan ilk romanlarında bile belirir, yakın tarihi konu alan romanlarıyla üst düzeye varır. Kemal Tahir’in sadece romanlarıyla var olmayı seçmiş bir yazar olması, kurgu sorunları üzerinde de yoğunlaşmasının öncelikli nedenlerinden biri sayılabilir. Bir başka neden, uzun mahpusluk yıllarında, Avrupa 19. yüzyıl eleştirel gerçekçi metinlerini çok iyi çözümlemiş olmasıdır. Bunu, sadece romanlarından değil, cezaevinde doldurduğu defterlerden, Nâzım Hikmet ile yazışmalarından da anlıyoruz. Üçüncü bir etken ise, tarihsel maddeciliğin bütünselci bakışından etkilenmiş olmasıdır. MODERNİST TANPINAR GERÇEKÇİ KEMAL TAHİR Tanpınar ile Kemal Tahir arasında, roman mimarisine yaklaşım konusundaki farklılıklar, tam da burada ortaya çıkıyor. Tanpınar, Kemal Tahir’den önceki kuşaktan olduğu halde, batı romanının 20. yüzyıldaki yönelimlerinden daha çok etkilenmiştir. Bu dönem batı romanı, daha bireyci, daha içe dönük, daha kötümser bir romandır. Batı ülkelerinde kapitalizmin ulaştığı boyut, gerçekliğin bütünsel algılanışını zorlaştırmış, “atomize” bireyler ufukları yitirmiştir. Uçarı “anlam” artık kaygan zeminlerde savrulmaktadır. Kesinlikten belirsizliğe geçiş sözkonusudur. Georg Lukacs, bir çeşit “dekadans” olarak nitelediği bu dönemde, bütünselliği yitirmiş, hayatı parçalı algılayan ve bu nedenle “kolaj” tarzı ürünler veren modernist edebiyatın, yükselen faşizme karşı direniş azmini besleyebileceğinden de kuşkuludur. Tanpınar ise, elbette “yerli” bir ufuk ve tümellik içinde, 20. yüzyılın daha çok Proust ile simgelenen ara döneminden dolaylı etkiler alarak, ama ancak ölümünden sonra modernistlere “aşina” gelmeyi başardı. Kemal Tahir’e gelince, tam da o dönemde, 19. yüzyıl gerçekçilerini okumakta ve Nâzım Hikmet ile görüş alışverişinde bulunmaktadır. Genç cumhuriyet, bir çeviri kampanyasıyla, “klasik” metinleri Türkçeye aktarma çabasına girişmişti. 1970’lere kadar, Türkiye daha çok 19. yüzyıl İngiliz, Fransız ve Rus romanlarını ve gerçekçi çizgiyi izleyen 20. yüzyıl Amerikan romanlarını okudu. Türkiyeli yazarlar da daha çok bu çizgide ürün vermeye özen gösterdiler. Modernist edebiyata özenme ise Nâzım Hikmet’in erken sosyalistliğinin gölgede bıraktığı erken modernistliğini bir yana bırakırsak ancak 1940’larda, daha çok şiir ve hikâye alanlarında başladı. Romanda ise, 1980’lere kadar gerçekçi çizgi “ana akım” oldu. Öte yandan, Kemal Tahir’in sadece romancı ol Desen: Agop Arad ması ve sadece roman üzerinde düşünmesi, niceliğin ötesinde nitelik getirisine de dönüşmüş, roman mimarisi konusunda daha “idmanlı” olmasını sağlamıştır. Tanpınar ise, edebiyatın diğer alanlarını da yokladığı gibi, “ekmek parası”nı da öğretim üyeliğinden sağlamak durumundadır. Romanlarının teknik anlamda “durmuş oturmuş” bir yapıya, bir “teknik stabilite”ye kavuşamamasında bir neden de budur. Sabri F. Ülgener, Osmanlı’nın iktisadını ve yaşama biçimini çözümlerken, sıklıkla “idealizasyon” noktaları aramış, ancak gerçekçi gözlem onu başka bir yere taşımış, “ideal” Osmanlı cemaatinin ancak şairin “gök kubbesi”nde bulunabileceği noktasına ulaştırmıştır. Tanpınar da farkındadır bunun çoğu kez; “ilmiye” sınıfından olmalarına rağmen, para ve mal hırsıyla, soy sop aranışıyla Ülgener tipolojisinin somut bir örneği olan kişileri canlandırmıştır romanlarında. Başta Behçet Bey olmak üzere, silik kişiliklerine rağmen, ailelerinin sınıfsal konumunun avantajlarını kullanan mirasyedi ve rantiyelere öfkesinin nedeni de budur. Ama öte yandan, Tanpınar’ın idealizasyonunda uygarlık öğeleri, özellikle müzik vardır ve bütün topluma yayarak, bunu taşıyabilecek duyarlıkta ve duygusallıkta “tiplemeler” kurgulayarak, sanatla haşır neşir bir anlam dünyası inşa etmek ister. Gel gelelim, modelleri sınırlı sayıdadır, Yahya Kemal’den ve birkaç müzisyenden ibarettir. Onun bu kültürel ütopyasına karşılık, Kemal Tahir, “tarih”i asıl yapıcılarıyla, kitlelerle değil, giderek siyasal “elitler” ile kurgulamaya soyunur. Bu yaklaşımın, tedrisinden geçtiği tarihsel maddecilik ile uyuşmazlığı açıktır. BULUŞMA NOKTASI Tanpınar’ın romanlarında “istihsal ve istihlak” sorunlarına değinen sözler etmesi, tarihsel maddecilikten esinler aldığı biçiminde yorumlara yol açmıştı. Bir ara Aydınlık dergisini çıkaran sosyalistlerle yakınlaştığı, askerliğini yaparken bu nedenle bir gözaltı yaşadığı, bu olaydan ötürü Peyami Safa gibi takıntılı kişilerin “şantaj”ından korktuğu, günlükleri yayımlanınca ortaya çıktı. Türkiye’de legal ve demokratik bir sosyalist parti kurulursa üyesi olabileceği, ancak “illegal komünistler sızıp böyle bir partiyi yaşatmayacağı” gerekçesiyle bu konuda umutsuz olduğu da aynı günlükte yazılıdır. Ancak, tarihsel maddecilik ile bu “sürtünme” ilişkisinin ona tümel bakış sağlayacak bir “perspektif” kazandırmadığı açıktır. Bu konuda daha derinlemesine bir arayış içinde olsa idi, bunun romanlarına teknik getiriler de sağlayacağı, Kemal Tahir örneğine bakılarak söylenebilir diye düşünüyorum. Öte yandan, “medeniyet krizi” “doğubatı sorunu” “yerellik sorunu” sözkonusu olduğunda, iki yazarı ortak payda içinde düşünmek mümkün. Tanpınar’ın “kültürel süreklilik” ve “sentez” önerilerinde toplumları birer “formasyon” olarak tasarlayan tarihsel maddecilik düşüncesine ters düşen bir yan yoktur. Kemal Tahir’in “yanlış batılaşma”ya karşı neyi önerdiğini anlamak ise zor. Çıkan mantıksal sonuç, “doğru batılaşma”yı önerdiğidir ama onun ne olduğunu da açıklamamıştır, çünkü kullandığı malzeme roman “yanlış batılaşma”yı belki betimlemeye uygun, ama “doğru batılaşma”yı betimlemeye ütopyaya açılmadığı sürece pek de uygun değil. Zaten, Kemal Tahir’in derdinin, aslında ne olduğu belirsiz “doğru batılaşma” değil, geleneksel, korumacı, “ana” devleti kutsama olduğu ortaya çıkacaktır. Bu noktada, kısmen Tanpınar, daha çok da Kemal Tahir, cumhuriyet kuruluşunda ve sonrasında, kültürel ikililiğe bağlı olarak, bir değil iki “egemen ideoloji” olduğunu, egemen ideolojinin “doğucu muhafazakâr” kanadının da aslında halkı temsil etmeyip, en azından “batıcı modernci” kanadı kadar hegemonik olduğunu gözden kaçırırlar. Yine de, her iki yazarı da, son dönemin “siyasal ufuksuzluk” öneren, bu nedenle omurgası kırık edebiyat anlayışına karşı birer seçenek olarak görmekte yarar var. n 8 28 Mart 2019
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle