Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
>> nı ispatlamak için. “MARKA MÜZELERİ...” n Şu da etkili olsa gerek: Öncesinde müzeler devlet eliyle kuruluyor, bu şekilde örgütleniyordu. Bugün artık sermayenin elinde. Fransa’nın simgesi Louvre, artık diğer ülkelere satılabilen bir marka. n Küreselleşme böyle bir şey değil mi? Devletin egemenliğinin giderek artan ölçülerde şirketlere devredilmesi. Bunun sonucunda tabii müzeler de şirketleşiyor. Şirketleşince de ister istemez şirketlerin gücünü sembolleştiren bir sahne oluyor ve bir şirket modelinde yönetiliyor. Bu durum, bir bienalin ve müzenin ille de korporasyonların markaları ve logolarıyla donatılması demek değil. Ama şirketlerin kendi “kurumsal yönetim” veya sanat yönetimi disiplinlerine göre belirlenen müzecilik anlayışı, ister istemez sonunda kendi teknolojilerine uygun bir sahne doğuruyor. Kaldı ki bu arada markaların kendi müzeleri de gittikçe artıyor: Lüks moda markalarının müzeleri gibi. n Çok sevdiğim Matisse’in “Dans” tablosu Louis Vuitton’un müzesinde. n Gucci, Prada, Yves Saint Laurent, Louis Vuitton müzeleri İtalya’yı ve Fransa’yı işgal etmeye başladı. Venedik’in, Floransa’nın en müthiş saraylarını ele geçirip özelleştiriyorlar. Bu müzelerde sanat, lüksle, modayla ve tasarımla iç içe geçiyor. On dokuzuncu yüzyıl başından beri, modernizmin gelişmesiyle örgütlenen sanatın özerkliğinden geriye bir şey kalmıyor. n Burada, kitapta da sık sık altı çizilen “müzelerin medyalaşması” meselesi devreye giriyor. Müzenin bir iletişim aracına dönüşmesi. Zaten uzun zamandır kültür merkezleri, rantı meşrulaştırma aracı olarak kullanılmıyor mu? n Küreselleşmeyle birlikte uluslararası rekabetin yerini metropoller arası rekabet almaya başladı. Tabii İstanbul da bu rekabete katıldı. Müzeler, bienaller, festivaller, fuarlar vb. metropoller arası rekabetin en önemli mecra ve medyaları hâline geldi. Öte yandan galeri ve müzeler kentsel dönüşümdeki rantın örgütlenmesinde de önemli. Buna paralel olarak bir de dikkat ediyor musunuz bilmiyorum, lüks konutların pazarlanışında da sanat gayet etkin bir medya. Emlak şirketleri galeri açıyor, sanat dergileri çıkarıyor. Örneğin, 42 Maslak Projesi, “tamamen sanatla yaşayan bir proje” olarak tanıtılıyor ve “Artful Living” dergisini yayımlıyor. Varyap “yaşamsanat galerileri” açıyor, Rixos Residences Bomonti ise “sanatın kollarında estetik bir yaşam” sunuyor. Müzenin bir iletişim medyasına dönüşmesinin bence en açık örneği Borusan Ofis Müze. Onun için kitapta bu müzeye de değindim. Sanıyorum dünyada örneksiz. Siz Borusan Ofis Müzesi’ne (Borusan Contemporary) gittiğinizde, müze diye düpedüz şirketin yönetim merkezini geziyorsunuz. Masalar, sandalyeler, koltuklar, makamlar, odalar ve bir de önemli bir bölümü sipariş olan, çoğu dekor kabilinden eserler. İşte bunlar, merkezin müze olarak tanımlanmasına yetiyor. Gerçi daha sonra bunlara Asım Kocabıyık’ın bir takım koleksiyonları da eklendi. Ama şimdi bu ofise modern anlamıyla müze diyebilir miyiz? n Aslında şimdi İstanbul’un şehir içindeki varoşu sayılan Dolapdere, inşaatı süren Koç Çağdaş Sanat Müzesi ve galerilerle benzer bir değişime hazırlanıyor. n Bir yere galeriler geldi mi orada kentsel ranta dönük bir dönüşüm başlıyor. Bunun en erken örneklerinden biri New York’ta Soho. Soho’da önceden Porto Rikolu ve Afrikalı işçilerin çalıştığı imalathaneler, zamanla sanatçı atölyelerine, galerilere dönüşüyor. New York Guggenheim da ilk şubesini Soho’da açtı. Arkasından Soho uçtu. Biliyorsunuz Londra’daki Tate Modern Müzesi de önceden bir elektrik santraliydi. 2000’deki millenium kentsel dönüşüm paketine girdi ve müze oldu. Şimdi burası galeriler, şirket merkezleri, lüks emlak kaynıyor. Gerçekten de müzelerin, sanat merkezlerinin kent toprakları üzerindeki finansal, spekülatif hareketlerde çok önemli bir rolü var. Çünkü bir iletişim ve markalandırma gücü var. Bu nedenle emlak alanında finansal bir dinamik yaratıyor. Guattari, “zamanımız iletişim kapitalizminin zamanı” diyor. “MÜZELERİ İŞGAL ET” n Son olarak şunu sormak istiyorum. Kitapta, müzelerin sponsor şirketlerle ilişkilerinden de söz ediyorsunuz. Örneğin BP’nin Tate’e sponsor olmasıyla ilgili büyük eylemler düzenlendi ve gösteriler başarılı oldu. Türkiye’de de benzer bir durum varken neden bu tür eylemlerle fazla karşılaşmıyoruz? n Protestoların olduğu yerlerde müzeler toplumsal politika alanları olarak görülüyor. Küresel finans merkezi Wall Street’i işgal eden “Occupy Wall Street” hareketi, toplumsal kutuplaşmayı öne çıkarıyor. Onun için sloganları “yüzde 1yüzde 99”. Yüzde 1’lik bir azınlığın yüzde 99’luk bir çoğunlukla kıyaslandığında sahip olduğu serveti, egemenliği, iktidarı vurguluyor. Bu hareket Wall Street eylemlerinin peşi sıra, gene aynı sloganlarla “Occupy Museums” işgallerini başlattı. Müzeleri de bu toplumsal kutuplaşmanın odakları olarak hedef alıyordu. Bizde ise sanatçılar ve aydınlar ne müzeleri ne de sanatı böylesine politik alanlar olarak görüyor. Guggenheim, Tate gibi müzeler özel müzeler olsa da insanlar buralardaki sanat birikimine sahip çıkarak yönetimleri üzerinde baskı uyguluyor ve başarılı da oluyor. Bugün Guggenheim Abu Dabi Müzesi’nin inşaatındaki çalışma koşulları, New York’taki Guggenheim işgallerinin dikkatleri oraya çekmesiyle bir ölçüde düzeldi. Çevre kirliliğinin baş müsebbibi olan şirketlerden BP, Tate Modern Müzesi’nin sponsorluğundan uzaklaştırıldı. Sanat himayesiyle çevreye verdiği zararları örtbas etme girişimleri teşhir oldu. Ama tabii İngiltere, kamusallığın anavatanı denebilecek bir birikim ve deneyime sahip. Bizde söz konusu sanat ve müze olunca kamunun bu kadar duyarlı, bilinçli ve tepkili olduğu, öyle Gezi’dekini andıran eylemleri göremiyoruz. Tabii bir de ifade özgürlüğü, gösteri ve eleştiri hakları üzerindeki yaşadığımız koyu baskıları hesaba katmak gerekir. n Mümkün Olmayan MüzeMüzeler Ne Gösteriyor? / Ali Artun / İletişim Yayınları / 202 s. KItap 1513 Nisan 2017